O, bunu hiçbir zaman öğrenemezdi. Öyküyü bir içkievinde, kendimizi dünyanın ve sanatın merkezi olarak gören üç-beş kişilik bir toplulukta, yüzlerimizden esrikliğin alevleri fışkırırken tartışırdık. Sandaleyelerimize kaykılışımızdan bile kendimizi ne denli önemsediğimiz, hatta abarttığımız belli olurdu. Sigaralarımızın biri biter, biri yanardı. Onun posasını çıkardıktan sonra başka Receplerin beşine düşerdim…
….Düzlüğe ulaşınca olduğum yerde kalakaldım. Karşımda bir kamyon duruyordu. Benzinli bir Austin. Sopama abanarak ona doğru sürüklendim. Görünürde kimseler yok. Sol kapısını açtım. İçi boş. Geçip oturdum. Ön camına yağmur düşüyor, silecekleri çalıştırdım. Farları da yaktım, çünkü gece. Yağmurun sürekli çiziktirdiği iki konik ışığın aydınlığında, büyükçe bir ağacın altında dikilmiş bana bakan birini gördüm. Kasketinin siperi tepesine doğru itilmişti ve dudağının kıyısında sigara tütüyordu. Baba, diye mırıldandım. Oysa benden gençti. Ölüler genç kalırdı, unutmuşum. Işık konisi boyunca kamyona doğru yürüyordu, dudağında çarpık, bir o kadar da hüzünlü bir gülücük vardı. Sağ kapıyı açıp yanıma oturdu.
Nasılsın evlat, dedi
Kayboldum, dedim
Çalıştır da gidelim, dedi
Ona sürücü belgem olmadığını ve araç kullanmayı bilmediğimi söyleyemedim. Kamyonu çalıştırdım. Ortalığa tatlı bir benzin kokusu yayıldı.
Nereye gidiyoruz baba?
Ormanın içlerine doğru evlat.
Peki baba.
Kamyon hareket etti. Hayret, sürebiliyorum. Bedenime tatlı bir uyuşukluk yayıldı. Benzin ve kamyon sarhoşluğu bu.
Az sonra iniş başlayacak, dedi
Başlayacak baba.
O zaman vitesten atacaksın.
Atacağım baba…
Cemil Kavukçu
Ormanın içlerine doğru