Oğuz Atay ve Dil – Yıldız Ecevit | Dil felsefesi ve kullanımı konularında farklı düşünceye sahip

Başta Osmanlıca olmak üzere, ülkede geçmişte kullanılmış ya da kullanılmakta olan çok çeşitli dil katmanlarıyla/eğilimleriyle/düzeyleriyle oynar, onları parodi düzlemine taşır, metnini bir dil cümbüşüne çevirir Atay. Nasıl tüm metin, konudan konuya atlanarak oluşturulmuşsa; dil düzleminde de, o güne değin Türk romanının görmediği çeşitlilikte bir dil kullanımı, bu çoğulcu konu/motif örgüsüne eşlik eder.
O dönemde Türk romanının alışmış olduğu çoğunlukla Öztürkçeci katışıksız/yalın, aydın dili ya da köy romanlarının şive kullanımıyla bütünleşen otantik dilinden farklı bir dil topografyasına sahiptir bu metin: özgündür, benzersizdir; dile bilinçli olarak, bir anlatım aracı olmanın dışında bir işlev yükler, onu bir kurgu ögesi durumuna getirir; her parçası farklı donatılmış metnin, bu sözcükten organizmanın, bir bileşenine dönüştürür. “Ben anlatmak, filan falan demek istemiyorum,” diyordur romanın Turgut’u: “Yeni bir dil yaratmak istiyorum.
(…) Hiçbir geleneğin mirasçısı değilim.” Geleneksel romanın alışık olmadığı bir dil bilincidir bu. Doğan Hızlan’ın metnin diline ilişkin sorusunu şöyle yanıtlıyordur Oğuz Atay: “Bir bölüm var sırf Öztürkçe yazılmış, bir bölüm var sırf Osmanlıca yazılmış. Eğer okunursa, bu dillerle nasıl yazabildiğim görülecektir. Bir de kendi dilim var tabii.”

“Tutunamayanlar”, dil düzlemleri içinde en çok Osmanlıcanın parodilerini içerir. “Açıklamalar” bölümündeki “Hilkat”, “Hadisat” ve “Tatbikat” başlıklı metin kesitleri, yazarının bu eski dilin kullanımına egemen olduğunu gösterir. “Bidayette cemiyet vardır,” diye başlayan metin, ağırbaşlı Osmanlıcanın eğlenceli bir içerikle bütünleştirilerek parodi edildiği bir anlatı kesitidir. Osmanlıcanın, “Tutunamayanlar” romanını oluşturan mozaik taşları arasında hatırı sayılır bir yeri vardır. Türk dilini yabancı bulaşıklıklardan arındırmak amacıyla yapılan dil devriminin dorukta yaşandığı, eski sözcüklerin aydın dilinden ve edebiyat kullanımından tümüyle dışlandığı bir dönemde, parodi yoluyla da olsa eski dilin böylesine yoğun kullanımı eleştirmenler arasında hoş karşılanmaz. 1972 yılında, Muzaffer Buyrukçu, bir gece Beyoğlu’nda rastladığı Oğuz Atay’ın kendisine yakındığından söz eder: “Dilime de takılıyorlar. Kelimeleri seçmeden kullanıyormuşum. Arapça, Farsça, Osmanlıca ve Öztürkçe kelimelerin karışımı bir dilim varmış. Yanlış tabii. Yaşayan dili kullandım.”

Parodiler dışında kalan, kendi dilini kullanarak yazdığı roman bölümlerini de uzun yıllar sol eğilimli Türk yazarlarının yapmış olduğu gibi, yaşayan dildeki sözcüklerin Öztürkçe karşılıklarını bularak oluşturmaz Oğuz Atay. Bu davranışı solcu kesimin tepkisini çeker. Bu kesimle, dil felsefesi ve kullanımı konularında farklı düşündüğü ortadır. 25 Mart 1974 tarihli günlük notunda “yeni yazarların kelimeler icad ederek azınlık olma telaşından,” söz ediyordur. “Tutunamayanlar” Osmanlıca parodisinin yanı sıra Öztürkçe parodisi de içerir; elipse yumurtasal, cebire zorbilim, baytara yaratıkotacılık, atletizme koşunuğraş, berbere sakalsaçkeser denilerek bıyık altından gülümseten metinlerdir bunlar. Bir hesaplaşma romanı olan “Tutunamayanlar” ın sayfaları boyunca dille de hesaplaşıyordur Oğuz Atay: Noktalama imi olmadan yazdığı bölümde ‘olasılık’ sözcüğünü kullandıktan sonra hemen ekliyordur: “büyük bir olasılıkla dedim ki görüyorsun Türkçe kelimeler de kullanıyorum arada Öztürkçeye dargınlığım kalmadı tabii kimse bilmiyordu benim dargın olduğumu”. Bir başka yerde ise “Öztürkçenin zorlukları yenildikten sonra-yani bu dil bir yana bırakıldıktan sonra- yeni ve zengin bir dille” anlatmaktan söz ediyordur.

“Tutunamayanlar” dille her düzlemde oynanılan bir metindir, dil parodileriyle doludur. Parodinin; dış biçimin konturlarına sadık kalınırken, içeriğin abartı ve komik ögeyle çarpıtıldığı bir taklit sanatı olduğu göz önüne alındığında, Oğuz Atay’ın metninin büyük bir bölümünde, doğrudan kendine ait olmayan bir dille öykülendiğini, alay/taklit/oyun karışımı bir anlatı dili oluşturduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir dille öykülenen metnin içi anlatıcıyı, kaygan bir zeminde okurla karşı karşıya getirir Atay; metnini daldan dala atlayan konu/ motif düzlemine, bir de dilden dile atlayan anlatıcıyı ekler. Geleneksel metinlerin, tek bir dil düzleminde öyküleyen, ona yaşamla ilgili bilgiler veren, ciddiye alınmak üzere kurgulanmış anlatıcısına alışık okur –ve kuşkusuz eleştirmen-, bu yeni yazarın oyunbaz metni karşında şaşkına düşer. “Alaylı sözlerin nerelere uzanacağını bilemediğiniz, tam size keyifli keyifli sırıtırken, en nazik yerinize bir çuvaldız batırıveren, sonra dönüp yüzünüze bir çocuk saflığıyla bakan bir dilden” söz eden okur-eleştirmende şaşkınlığını gizlemiyordur.

Bu oyunbaz anlatıcı; kimi yerde trivial/eğlencelik aşk romanlarının diliyle öyküler, kimi yerde ansiklopedi dili kullanır, kimi yerde bir günlük ya da biyografi yazarına dönüşür; kimi kez “hayatın koordinatları” ya da momentin mahvettiği mühendis ya da “kosinüs kurbanları” örneklerinden olduğu gibi teknik dile el atar, “hasetten kuruyup, T cetveline dönen” insanlardan söz eder, “minimini bir x ile canım bir y arasında başlayan” bir ilişkinin öyküsünü kurgulamaya girişir, “teknik bir üslup seçmeliyiz çünkü bizler teknisyeniz,” diyordur. Bir başka yerde ise aynı anlatıcı resmi tutanak diline öykünüyor; sonra bir bakmışsınız tiyatro diline atlamış diyaloglarla öykülüyor ya da genelevde duyguları çığrından çıkmış Turgut’u Hamlet tonlaması içinde konuşturuyordur. Bir başka köşede ise alaturka şakı sözleri, tangolar, çeşitli biçim düzenlemelerinde manzum metinler birbirini kovalıyordur… Gerçek anlamda bir dil karnavalıdır bu. Metnin bir yerinde “Tanrı usıg baştan alır / O tuşinir yerge çünki,” diye Göktürkçe parodisi içinde bir beyit oluşturan anlatıcı, bir başka yerde Anadolulu bir halk ozanına dönüşür: “Dostun vefalısı bütün isteğim/ Kız peşinde olan dostu nideyim/ Her an yaşamalıyım kendi gerçeğim/ Kendi içimdeki indeyim gayrı” . aynı anlatıcının bir başka metin kesitinde de şakacı bir karamela manicisi olduğunu görürüz: “İncitmek istemiyorsan efendini,/ Tuzlayıp tenekeye bas kendini.”

Atay’ın, kalıptan kalıba giren, renkten renge boyan bu binbir surat anlatıcısının dalıp çıktığı dil7biçem düzlemleri içindeki uç bölgelerden biri de, özellikle düzeysiz7gelişmemiş küçük burjuva prototipi Metin’in anlatıldığı bölümde yer alır: ucuz aşk romanları ve tango sözleriyle dokunmuş bir kitsch öykünmeciliği düzlemidir bu. Bu düzlemin devamında ise, roman boyunca yaşamda düş kırıklığına uğramış, acılı, dertli, hüzünlü kişilerin dünyası içinde dolaşmakta olan anlatıcının, metnin birçok yerine yayılmış olan yakınmaları aktarırken sıkça kullandığı “Bat dünya bat” haykırışında, daha sonra arabesk adını alacak olan eğilimli koşutluklar içeren bir alan vardır. Oğuz Atay’ın ‘bat dünya batları’ gerçi Orhan Gencebay’ın “Batsın bu dünya” (1973) adlı şarkısından dört beş yıl önce kullanılmıştır metinde; doğrudan bir arabesk öykünmeciliği değildir. Ancak yetmişlerin ortasında yazdığı bir makalede “genellikle taksi şoförleri için düzenlenen hıçkırık plaklarında” söz etmesinden, arabeskin öncü dalgalarının kendisine kadar uzandığını anlıyoruz. Her ne kadar çok farklı sularda yelken açıyor olsa da, kentte yaşayan ama kentlinin dışladığı, acılarını arabesk müziğin şarkı sözleri aracılığıyla dışa vuran ezik ve mutsuz varoş insanıyla; Oğuz Atay’ın, içinde yaşadığı değerler sistemiyle çatışan ve topluma uyum sağlayan entelektüel roman kişilerini birleştiren bir ortak payda yine de vardır: tutunamamak. Bu ortak paydanın arabeskle bütünleşen yanı ise ağıtsı bir yakınma ve kendine acıma duygusunda belirginleşir. Atay, romanının bu eğilimini metninde Turgut Özben aracılığıyla dile getirir: “Sizi ağlatmaya ve burnunuzdan getirmeye geldik. Bitmez tükenmez sızlanmalarımızla ananızı ağlatmaya niyetliyiz.” Gerçektende yakınmalarla dolu bir romandır “Tutunamayanlar”. Romanın Turgut’u bir arabesk şarkıcısı gibi konuşuyordur: “Yakında bir plağımız çıkıyor. Bütün şoförler çalacak arabalarında.”

Dil üzerinde düşünen, onun felsefesini yapan bir romandır “Tutunamayanlar”. O güne değin Türk edebiyatında hiçbir roman yazarı dili böylesine sorunsallaştırmamıştır. Bunun bir nedeni de, gerek biçim/kurgu, gerekse içerik düzlemlerinde bir başkaldırı romanı olan bu metnin, başkaldırısını; geleneklerin/kullanımların yıprattığı/eskittiği, kendisine yürürlükteki düzenin ölçütlerini yüklediği bir dil aracılığıyla yapmak zorunda oluşudur. Atay dilin, anlamı doğrudan aktaramadığını; söylenmek istenilene farklı alamlar yüklediğini; çağlar boyu tabularla/geleneklerle/duyarsızlıklarla aşındığını/kirlendiğini, kimi yerde kabuk bağladığını biliyordur. Onun için “yeni bir dil yaratmak”tan söz ediyordur; dile güveni yoktur, “benim için anlatmak, açıklamak, ancak kelimelerin anlamını değiştirmekle mümkün olacak galiba,” diyordur,

Duyguları katışıksız anlatabilir miydi dil, tıpkı müzik gibi? Atay’ın roman kişilerinden biri piyano çalabilmeyi çok istediğini söylüyordur: “Piyanoya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, bazen yavaş basardım onlara. Kim bilir, ne ince ayrıntıları vardır o dokunuşların. Kelimeleri daha önce öyle kötü yerlerde kullanmış oluyoruz ki kirletir diye korkuyoruz duygularımıza dokunursa. Seslerin başka türlü bir dokunulmazlığı var.” Malzemesi ses değil de sözcük olan sanatçının ise anlamı, katışıksız/arı bir biçimde aktarabilmesi olanaksızdır. Belki de susmak bilinmeyen kahramanlarla dolu, konudan konuya atlayan bu konuşkan metnin amacı da, doğrudan aktarmanın olanaksız olduğu anlamı, dokudaki söz ve ayrıntı bolluğunun içinde yer alan karşıtlıkların, çoğulcu yapının arasına yaymak, onu okurun algı dünyasına sunmaktır, tıpkı müzikte olduğu gibi. “Sessizliklerin en kesini susmak değil, konuşmaktır,” diyen Kierkegaard’ın söylediği şeyde budur. Dilin yetersizliği, roman kişisi Selim’in dünyasında gerçek bir karabasana dönüşmüştür: “Güzeli anlatamamak, rüyada bağırmak isteyip de sesi çıkmayan insanın dehşetine düşürüyordu onu. Selim, başkalarına yer yer güzel gelen açıklamalarını, yüzeyde kalan ve kafasındaki güzelliği bozan bir yarım yamalaklık sayardı.” Oğuz Atay, 20. yüzyılın maddeler evreninde dil ve anlam konularını sorunlaştıran Batılı yazarlar ve düşünürlerle, dil karamsarlığı ya da dil kuşkuculuğu denilen ortak paydada buluşur.

“Tutunamayanlar”dan sonra kaleme aldığı metinlerinde de dile karşı kuşkulu yaklaşımını sürdürür Atay. Yarım kalan son romanı “Eylembilim”de “olmuyordu: sözler her zaman gerçek olmayan bir düzeyde yer alıyordu,” diyordur: “Bence insanlar bu yüzden anlaşamıyorlardı: Herkes başka dili konuşuyordu.” İkinci romanı “Tehlikeli oyunlar”da da roman kişileri dile karşı sıra dışı bir duyarlılık içindedir: “Kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor. Kelimeler, albayım, hangi anlama geliyor?” diyen Hikmet bir başka yerde neredeyse yalvarıyordur: “Dalgınlıkla yanlış kelimeler kullanmayalım; birbirimizi bu hususta her zaman uyaralım. (…) aman elini unutma, elinden bir kaza çıkmasın. Bir de ne olur, kelimelere dikkat et, yalvarırım kelimeleri unutma.”

Oğuz Atay’ın dile karşı duyarlılığının köklerinin çocukluğuna uzandığı kesindir. Yanlış dil kullanımının sürekli düzeltildiği bir ortamda büyüyen Atay’ın yakın çevresi, dil yanlışlıklarının onu öfkelendirdiğini söylüyordur. Bir gün gurupta birinin ‘kim vurduya gitmek’ yerine ‘vurdum gittiye gitmek’ demesi üzerine Oğuz Atay’ın, “Türkçeyi mahvediyorsunuz,” diye yerinden fırladığını anımsıyordur Sinan Ersan. “Kelimelerin yanlış kullanımına öfkesi vardır. Biri için, ‘kitapları aşkla okuyordu’ dediğimde bana kızardı. Kelimeleri tartarak, yerinde kullanırdı,” demektedir Barlas Özarıkça da. “Bir mektup” öyküsünde anlatıcı, dili yanlış kullanan kişiye öfke kusuyordur: “Bu alçak terzi, bir keresinde ‘Biraz içki almışım,’ gibi aşağılık ve dilimize yabancı gelen bir söz etmişti.”

Oğuz Atay’ın anlatımındaki plastik güç ve dili kullanımındaki ustalık, kimi yerde sıra dışı bir artistik boyutta kendini gösterir. Romanın en etkileyici bölümlerinden biri olan genelev sahnesinde, akışkan bir varlık gibi insanların arasında süzülerek gezintiye çıkan ‘sarhoşların şarkısı’ böyle bir artistik doruktur: “Sarhoşların şarkısı yavaş yavaş salona yayıldı. Sıcakla birlikte merdivenlere tırmandı, günah odalarının içine, kapı altlarından sızdı, kapağı açık kömür sobalarına girdi, kurum dolu bacadan gecenin ortasında süzüldü. Gecenin sıcağında buharlaştı, eridi; yoldan geçenlerin elbiselerine, ruhlarına sindi. Otomobillerin açık pencerelerinden gidi, şoförlerin derilerinin altına işledi. Şoförler ellerini radyoların düğmelerine uzattılar, hafif müziği kapayıp Arap istasyonlarını aramaya başladılar. (…) Sarhoşların şarkısı, kelebek camından dışarı uçtu. İçerlemişti: beni Arap müziğiyle karıştırıyorlar diye söylendi. Yayalar için yanan yeşil ışıktan yararlanarak karşıya geçti. Yükseldi. ‘Hastayım yalnızım’ oldu ve kapanmakta olan bir meyhanede, İstatistik Umum Müdürlüğü kaleminden emekli Niyazi Beyle, tombalacı Akif’in faslındaki peltek güfteye karıştı. (…) Sonra hızlandı: apartmanlara girdi. Demokrat Ahmet Beyin eninde bir senfoniyle bir popüler müzik arasında dinledi. Bazen high fidelity oldu, bazen mono: Yetmiş sekiz devirli parlak kollu bir gramofonda bile çalındı bir kere (…) kendini sokağa attı. Peşine iki tane uzun saçlı, kırmızı ceketli genç takıldı. Armonize edilmemek için var kuvvetiyle kaçtı. Gece yarısı olduğundan kapalı duran demir kapının üstünden aştı. Üç numara, on iki numara, yirmi sekiz numara; kapıyı yumrukladı. Aceleden, muşambanın üstünde kaydı, duvara çarptı, sarhoşların arasında güçlükle yer açtı kendine. (…) Turgut oradaydı bir adım mesafede. Göğsüne yaslandı, başını omzuna koydu. Bir kedi gibi süründü, yaltaklandı.nefes nefese, ama emin ellerdeydi.”

Prof Dr. Yıldız Ecevit’in, Oğuz Atay üzerine “araştırma-inceleme-deneme-çalışma ve düşünme pratikleri”ni topladığı “Ben buradayım” isimli eserinden bir bölüm.

1 Yorum

  1. Sevgili Hocamıza, Oğuz Atay’ın, okumakta çok zorlandığım kitabı ile ilgili harika eleştirisi için
    yürekten teşekkürler…Tutunamayanlar ile ilgili sorular
    -aklımda kalabileniyle- netleşti… Eleştiriyi soluksuz
    okudum.

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz