Namuslu kasaba eşrafı “düşmüş bir kadın” ve şarhoş bir adam | Hanende Melek – Sabahattin Ali

200

Kahve ocağına giden kapının yanında, üst kısmı küçük bir  halı ve etekleri eski bir kilimle örtülü, kürsü kılıklı bir kerevet  vardı. Üç kişiden ibaret saz heyeti, yerli hasır iskemlelerin üzerine,  göze batan bir ciddilikle oturmuşlardı. İçlerinden biri inmek isteyince, bir metreye yakın bir yerden atlamaya mecburdu.  Hanende Melek böyle zamanlarda küçük garson Hamdi’yi  çağırarak yardımını ister, bir eliyle onun omuzuna dayanıp ötekiyle  eteğini tutarak ince bacaklarını aşağı uzatırdı. Bu anlar o  civarda oturmuş hovarda müşteriler için mühim fırsatlardı.  Baygın, fakat istek dolu gözler derhal o tarafa çevrilir, tatlı bir şey yenmiş gibi posbıyıklar alt dudakla yalanırdı.
Sigara dumanlarıyla nefes buğularından kahvenin pencereleri  o kadar sislenmişti ki, dışarda şarıl şarıl yağan yağmurun ancak sesi işitiliyor, camlardan süzülen damlalar içerden görünmüyordu.

Ortada dolaşan iki garson, tıka basa dolu olan salonda kendilerine  güçlükle yol açabiliyorlardı. Çamurlu ayakkabıların tebahhurundan  (buharlaşmasından) hasıl olan ağır bir koku, yarısından çoğu sarhoş  olan müşterileri büsbütün sersemletiyor, zaman zaman sazı  bastıracak kadar yükselen bir gürültü, sık sık açılıp kapanan kapıdan sokağa vuruyordu.

Yeni gelenler, iskemlelerin arkasına asılmış duran paltoları  düşürerek ve her geçtikleri yerde bir kaynaşma doğurarak  uzun müddet dolaştıktan sonra bir yer bulup oturuyorlar ve ıslak kasketlerini çıkarıp başlarını kaşımaya başlıyorlardı.

Keman, ud ve Melek zaman zaman hamle eder gibi seslerini  yükseltiyorlardı. Bu sırada gürültü ile saz arasında birkaç  dakika devam eden hakiki bir mücadele oluyor, bazan gürültü  galip gelerek saz mahçup bir eda ile vızıltısına devam ediyor,  bazan da, bir hayat kavgası kadar canla başla yaptığı mücadelenin  sonunda kalabalığın biraz susar gibi olduğunu görünce,  sevinçle sesini yükseltiyordu. Böyle dakikalarda Meleğin ince,  biraz kısık, fakat tesirli sesi salonu doldurur, kendisine çevrilen gözlerde biraz da alaka belirirdi.

Camlı kapı ağır ağır açılarak içeri davavekili Hüseyin Avni  girdi. Siyah paltosunun yakasını kaldırmış, aynı renkteki şapkasını  önüne indirmişti. Hastalıklı gözlerini vapur dumanı bir  gözlük örttüğü için yüzünün ancak pek az bir kısmı, sakalları  uzamış çenesi görünüyordu. Ucundan yağmur suları süzülen  harap bir şemsiyeyi koluna takmıştı. Korkak adımlarla, yıkılmamak  için iskemle arkalarına tutunarak ilerledi, saza yakın  bir yere geldi. Etrafta oturacak boş iskemle yoktu. Gözleriyle  arandı. O civara yerleşmiş bulunan memurlar, bekar öğretmenler  onun bakışlarıyla karşılaşıp kendisini masalarına çağırmaya  mecbur olmamak için başlarını önlerine eğmişler veya derin lakırdılarına dalmışlardı.

Bir masanın etrafında oturan ve esrar sigaralarını avuçlarının  içinde saklayan üç kasap Hüseyin Avni’yi masalarına davet  ettiler. Hem ihtiyar sarhoşla alay etmek, hem de masalarına  efendi adam oturduğunu hanendeye göstererek itibar kazanmak istiyorlardı.

Hüseyin Avni, siyah gözlüklerinin buğusunu ceketinin kolu  ile sildi, paltosunun yakasını indirdi. Şapkasını çıkardı. Adamakıllı  seyrekleşmiş olan beyaz saçları kafasının çatlak ve lekeli  derisine yapışmıştı. Oturduğu alçak arkalıklı yerli hasır sandalyede rahatlaştıktan sonra başını saza çevirerek gülümsedi.  Bu sırada uzun, seyrek dişleri, donuk pembe diş etleriyle beraber dışarı fırlıyor, dudaklarının kenarından tükürükler sızıyordu.

Keman çalan uzun kafalı, esmer delikanlı eğilerek davavekilinin  selamını iade etti. Melek başıyla belli belirsiz bir işaret  yaptı; kucağındaki udun üzerine abanarak avaz avaz bağıran  ihtiyar sanatkar ise, dünyanın farkında olmadığı için, şarkısına devam ediyordu.

Melek içinden: -Aman yarabbi, bu heriften kurtulamayacak  mıyım?- dedi. Ömründe bu derece iğrendiği bir adama rast  gelmemişti. Beş seneden beri hayatını sesiyle kazanıyor, sıkıştıkça  vücudunu bu sese yardımcı yapmak mecburiyetinde de  kalıyordu. Bu meslekte adam seçmek pek adet değildi ama, bunun  da bir haddi vardı. Zaten bu tiksinmesinde Hüseyin Avni’nin  suratının pek rolü yoktu. Meleğe asıl korkunç gelen  onun yapışkan bir ifade taşıyan hareketleri ve siyah gözlüklerinin arkasında kirli bir paçavra gibi sallanan bakışlarıydı.

Diğer tutkunlarının ısmarladığı bir çayı bile hakir görmeyen  ve bu eli açık hovardayı bir gülümseme ile tediye eden  genç kadın, Hüseyin Avni’nin, evinden kim bilir ne sahnelerden  sonra alıp kendisine hediye ettiği birkaç altın bileziği bir türlü koluna takamıyordu.

Kahvecinin söylediğine göre bu adam evvelce Hukuk  Mahkemesi azasından imiş, sarhoşluğu yüzünden çıkarmışlar,  çok az bir tekaüt maaşı alıyor ve üç çocuğu ile karısını davavekilliği  ederek geçindiriyormuş. Hukuk mezunu olmayıp zabıt  katipliğinden yetiştiği ve işine gücüne karşı hiç alakası olmadığı için yazıhanesine günde birkaç köylüden başka uğrayan olmazmış.
Kahveci:

-Metelik yoktur herifte, nesine yüz verirsiniz?- diyordu.
-Günde iki köylüye iki istida yazıp yarım kağıt alır, onu da lokantacı Mahir’de rakıya yatırır, evde çoluk çocuk aç beklesin.
Yaşından da utanmaz, ak sakalına da bakmaz, yazıhanesine uğrayan  altmışlık köylü karılarına saldırır. Dayak yemediği gün  yoktur. Şu kahvemize gelen efendilerin hiçbirinin ona yüz verdiğini gördünüz mü? Çamur gibi adamdır!-

Melek bu kasabaya geleli iki ay olmuştu ve Hüseyin Avni
bir gece bile kahveye gelmemezlik etmemişti. Her akşamüzeri,
yazıhanede mi olur, lokantada mı olur, bir miktar rakısını içer,  daha ikinci kadehte titremeye başlayan adımlarla kahvenin yolunu  tutardı. Bu genç, sıska ve esmer kadıncağızın biraz çatlak  fakat yanık sesi onu çıldırtıyordu. Fakat onun bir kadına ısrarla  yapışması için böyle bir sebebe de hacet yoktu. Bütün kadınlardan,  en güzelinden en çirkinine, en küçüğünden en yaşlısına  kadar öyle bir hava intişar ediyordu (yayılıyordu) ki, çeşit çeşit olmasına  rağmen müşterek bir hususiyeti haber veren bu kah latif, kah  baş ağrıtacak kadar sakil kokular onun hurdalaşmış vücudunda  ıstıraplı bir sarsıntı bırakarak yayılıyorlar, zavallıyı uykudan, hatta düşünmekten mahrum ediyorlardı.

Çürük dimağının nasıl imal ettiği insanı şaşırtan binbir türlü  dalaverelerle karısını kandırıyor, bir sandık köşesinde, bir çıkın  dibinde nasılsa kalmış olan kıymetli birkaç parça eşyayı aldığı  gibi sazlı kahveye gidiyor ve birkaç şarkı isteyip çaldırdıktan sonra, getirdiği şeyleri küçük çırak Hamdi ile Meleğe yolluyordu.

Kemancıyı birkaç kere yazıhanesine çağırıp kuru zeytin ile  rakı ikram etmişti. Bir efendiye masa arkadaşlığı etmekten gurur  duyan genç çingenenin Melek üzerinde lehinde tesir yapacağını ümid ediyordu.

Fakat artık sabrı tükenmişti: Yarım yamalak selamlardan  ve pek kıstırdığı zamanlarda genç kadının ağzından dökülen  -Nasılsınız efendim?- yollu bir hatır sormadan başka bir şey  gördüğü yoktu. Halbuki ihtiyar etlerini seyrek fasılalarla kamçılayan  ihtiras nöbetleri tahammül edilmez hale gelmişti. Oturduğu  yerden Meleğe doğru bakarken, derhal fırlayıp saldırmak isteyen vahşi bir hisse kapılıyordu.

Birkaç akşam evvel kemancı vasıtasıyla kadını yazıhanesine  davet ettiği halde bu teklifi, patron razı değil diye reddedilmiş,  kemancıdan cevap bekleyerek geçirdiği yirmi dört saat,  kız isteyip cevap bekleyen delikanlılara taş çıkartacak bir ümit  ve yeis silsilesi halinde geçmişti. İki günden beri sabahtan akşama kadar içiyor ve binbir türlü planlar kuruyordu.

Aynı masada oturduğu kasaplar, kahvede içki yasak olduğu  için çay fincanlarına koydurup getirttikleri konyakları içiyorlar  ve ona da ikram ediyorlardı. Esrar sigaralarının dumanı  Hüseyin Avni’nin kırmızı kapaklı gözlerini ve kuru genzini yakıyordu.
Melek ihtiyar udinin sesini bastırarak:

Gece kapladı her yeri,

Keder sardı dereleri,

Esmerim vay vay.

Düşman değil, sevda açtı

Sinemdeki yareleri.

diye bağırdıkça Hüseyin Avni öne doğru eğiliyor, yere düşecek gibi oluyordu.

Bu şarkının bestesinde, sözlerinde ve Meleğin ağlar gibi  bir ifade alan söyleyişinde garip bir zavallılık, bir yalvarma  vardı. İhtiyar adam ağzının içinde bir şeyler mırıldanıyor, fakat ancak gırtlağını yırtar gibi dışarı fırlayan bir -Ah!- duyulabiliyordu.
Bir aralık ufak ve buruşuk bir kağıda bir şeyler karalayarak  kemancıya gönderdi, biraz sonra saz eski bir şarkıya başladı:
Bir dame düşürdü beni ki bahtı siyahım, Billahi bu sevdada benim yoktur günahım!

Bunu, kısa fasılalarla diğer kağıtlar ve ihtiyarın haline uygun diğer şarkılar takip etti.

Kahvenin kapısı aralanarak içeri sekiz on yaşlarında bir kız  başı uzandı. Kıvırcık saçları ıslak bir pösteki gibi ensesine yapışmıştı.  Gözleriyle, şaşkın ve kararsız, etrafı süzdükten sonra oralarda dolaşan Hamdi’yi çağırdı, bir şeyler söyledi.

Hamdi, tek tük evlerine yollanmaya başlayan müşterilerin arasından sıyrılarak Hüseyin Avni’nin yanına geldi ve kara
gözlüklerini düzeltmeye çalışan ihtiyara:
-Beybaba! Senin küçük kız gelmiş, evden istiyorlarmış!- dedi.

Sarhoşun yağlı yüzünün gerildiği ve seyrek sakallarının dimdik olduğu görüldü. Bir kedi gibi yerinden fırlayarak:

-Defolsun, beni burada bari rahat bıraksınlar!- diye homurdandı ve yumruğunu kapıya doğru uzattı.

Aralık kapı hemen kapandı, Hüseyin Avni tekrar iskemlesine çöktü.

Kahve adamakıllı tenhalaşmıştı. Kalanlar başladıkları partiyi herhalde bitirmek isteyen birkaç tiryaki oyuncudan ibaretti.

Biraz sonra saz da bitti. Ud torbaya, keman kutuya kondu.  Udi, hiç konuşmayan ve etrafına bakınmayan bir ihtiyar,  önündeki çay fincanını son bir defa diktikten sonra kahveciden  gündeliğini alıp gitti. Kemancı, Hüseyin Avni’nin yanına gelerek:
-Nasılsın beybaba!- dedi, başıyla da: -Ne idelim, bir türlü olmuyor işte!- der gibi bir işaret yaptı.

Sarhoş ihtiyar:

-E… Bu ne kadar sürecek ya? Bizde hal kaldı mı ya?- diye mırıldandı.

Melek patrondan parasını almış, kendisini hana kadar götürecek garsonun hazırlanmasını bekliyordu. Astragan taklidi
eski bir mantonun içinde vücudu titriyor gibiydi. Siyah dekolte iskarpinleri çamurlanmış ve silinmemişti.

Hüseyin Avni yerinden fırladı. Genç kadına doğru yürüyerek onun koluna yapıştı:
-Ben götüreyim seni, ruhum!- dedi.

Melek vücudunun sıcak bir köşesine ıslak bir el dokunmuş gibi ürperdi.

-Teşekkür ederim… Hacet yok!- diye mırıldandı.

-Hacet yok olur mu ya? Bize de bu kadar cevretmek reva mı ya? İnsanda tahammül bırakmıyorsun vallahi!-

Bu sözlerle beraber kadının zayıf kolunu daha çok sıktı.  Melek hızla silkindi. Muvazenesini kaybeden davavekili dizlerinin üstüne düşerek alnını iskemlelerden birine vurdu.

Kalktığı zaman, sağ kaşının üst tarafında kırmızı bir şiş görünüyordu.

Bir eliyle gözlüğünü düzelterek:
-Ne demek istiyorsun yani?- dedi, sesi hırıltı gibi çıkıyordu.

Başını kemancıya çevirerek:

-Ulan!- dedi, -Nedir bu yaptığınız? Bu cilve biraz uzun kaçıyor!-

Kemancı kahve ocağı tarafında kayboldu.

Hüseyin Avni tekrar Meleğin koluna sarılmak isteyerek, bir adım attı. Genç kadın korkak gözlerle etrafına bakınıyordu.

Kahvede oyun oynayanlar ayağa kalkmışlardı. Bir kısmı  kasketini alıp gidiyor, bir kısmı ihtiyar avukatla Meleğin etrafına toplanıyordu.

Esrar çeken kasaplar başlarını birbirlerine yaklaştırmışlar; susuyorlardı.

Tavandaki lüks lambaları parlayıp sönerek ömürlerinin azaldığını bildiriyorlardı.

Patron kemancının hesabını kesmiş, o da kalabalığa doğru sokulmuştu.

Hüseyin Avni etrafının farkında değildi. Genç kadının tekrar  eline geçirdiği kolunu titrek parmaklarıyla sıkarak:
-Sen geliyor musun şimdi?- dedi.

Melek kısaca:

-Hayır!- diye cevap verdi. Fakat ne yapacağını kestiremeyerek olduğu yerde kaldı ve sağa sola bakındı.

Bu anda, birdenbire sol yanağı üzerinde sarhoşun terli elini hissetti. Birisi saçlarını çeker gibi oldu ve müthiş bir acı duydu.

Başka birisi onu yakaladığı gibi birkaç adım öteye götürdü, bir istemleye oturttu; bu, kendisini hana götürecek olan garsondu.

Kahveci ile iki çırağı birkaç adım ilerde, yere eski bir çul gibi  yığılmış olan avukatı tekmeliyorlar, kafasına gözüne yumruk  vuruyorlardı. Biraz sonra çıraklar çamurlara bulanan sarhoşu  bacaklarından ve kollarından yakalayıp kahvenin önüne, yağmurun altına bıraktılar.

Melek birkaç dakika iskemlede ses çıkarmadan oturduktan sonra çırağa:
-Haydi gidelim!- dedi.

Dışarı çıktıkları zaman, kahvenin üç ayak taş merdiveninin  dibinde Hüseyin Avni’nin hala yattığını ve yağmurdan iliklerine  kadar ıslanan küçük kızının onu kaldırmak için şurasından  burasından çekelediğini gördü. Onları birkaç adım geçtiler, kızcağız çıkanları fark etmemişti.

-Babacığım, ne olursun babacığım, hadi gidelim!- diye ağlıyordu.

Nezleli sesi, artık biraz hafiflemiş olan yağmurun şıpırtılarına karışıyordu.

Melek yanındaki garsona:

-Şu adamı kaldırıversene!- dedi.

Beraber geri döndüler. Küçük kız hala babasının etrafında  dolaşıyor, hıçkırıklarla kesilen bir sesle, kendi kendine söylenir gibi, yalvarıyordu:

-Babacığım, hadi gidelim. Annem söz verdi, içtin diye kavga etmeyecek… Bir şey getirmedin diye de kavga etmeyecek…
Hiç kavga etmeyecek…- Bir müddet susuyor, sanki cevap bekliyor, sonra:
-Hadi kalksana, ne olursun!- diye tekrar ağlamaya başlıyordu.

Yanına gelenlerin yüzüne baktı. O nezleli sesiyle, ehemmiyetsiz bir yardım ister gibi:
-Kaldırıversenize, ne olur?- dedi. -İki gündür eve uğramıyor,  hepimiz açız. O gelmeyince annem büsbütün sinirlenip bizi dövüyor, gidin getirin diyor!-

Melek ve garson, Hüseyin Avni’nin kollarına yapıştılar.  Sarhoş sızmıştı. Yerinden güç oynuyordu. Islak paltosu sıska  vücudundan daha ağırdı. Ayaklarını yerde sürüyerek birkaç  adım götürdüler. Biraz gevşek bırakınca olduğu yere çöküyordu.  Hiçbir şey söylemeden onu sürüklemeye devam ettiler. Küçük kız önlerine düşmüş, yol gösteriyordu.

Zifiri karanlık sokaklarda Melek dizlerine kadar çamura  battığını hissetti. Her adımda bir çukur vardı. Epeyce uzun bir  müddet yürüdükten sonra alçak bir bahçe duvarının önünde  durdular. Kız alışkın bir elle iki kanatlı kapının demir halkalarını  bulup takırdattı. Biraz sonra içerde bir kapı gıcırdadı, çamurlu  bahçede takunyalı ayakların sesi duyuldu, kapının bir kanadı  açıldı ve elinde titrek ışıklı bir idare lambasıyla sıska bir kadın vücudu göründü.

Gözleri evvela lakayt bir bakışla sarhoşu, sonra büsbütün  manasız bir ifade ile genç kadını süzdü. Küçük kızın nezleli sesine pek benzeyen boğuk bir sesle:
-Demek şimdiki de sensin ha?- dedi.

Melek hiçbir şey söylemedi. İki kadın bir müddet bakıştılar.
Garson sarhoşu kapının iç tarafına, duvarın dibine bıraktı.
Küçük kız kapının bir kenarında hala ağlıyor ve ara sıra burnunu çekiyordu.

Damların kenarından tek tük damlalar düşüyor ve boğuk  sesler çıkararak sokağın çamurlarına gömülüyordu. Melek yavaşça  elindeki çantayı açtı, içinden dört beş altın bilezikle bir çift küpe aldı. Kendisine hayretle bakan sıska kadına uzatarak:
-Alın bunları… Bunlar sizin galiba…- dedi. Sonra başını azıcık önüne eğerek:
-Bana bunları boşuna vermişti…- diye ilave etti.

Gitmek için döndü. Kapının kenarına dayanmış duran küçük  kızı gördü. Kendini tutamayarak onu kolundan yakaladı  ve çekti, sırsıklam saçlarından tuttuğu başını göğsüne bastırdı.  Sonra eğildi, şaşkın şaşkın kendine bakan kızın yaşlardan ve yağmurdan ıslanmış yüzünü sıkı sıkı öptü.

Bir kabahat işliyormuş gibi çabuk ve sinirli hareketlerle  çantasını tekrar açtı, biraz evvel aldığı bir buçuk lira yevmiye ile dünden kalan yirmi otuz kuruş parayı kızın avucuna sıkıştırdı.

Sonra hiç arkasına bakmadan, yanı başında sessizce yürüyen  garsonla beraber, çamurlu yollardan geriye, kendisini bekleyen han odasına döndü.

1937

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz