Bay Fiala’nın yatağı başında son kutsal tören ve dua yapıldıktan sonra bir mucize oldu, kendini kaybetmemiş olan bay Fiala bunu büyük bir soğukkanlılıkla, bir Tanrı ilacı alıyormuş gibi karşılamıştı. Ertesi gece durumu ağırlaşır gibi oldu. Nöbetçi hekim, can çekişen hastanın kendi haline bırakılmasını söyledi. Ertesi gün öğleye doğru ölebilirdi. Bu olay, aralık ayının ikinci haftasında geçmekteydi. Fiala’yı, kendi haline bıraktılar ve önce viziteye çıkan profesör, can çekişen bu hastaya uğramadan geçti.
Öğle yemeğinden sonra nöbetçi hademe odaya girdi; ölüm raporunu yazsın diye yardımcı hekimi çağırsam mı diye bir bakmak için. Adam, böyle tatsız şeylerden hoşlanmazdı ve cesedi elden geldiğince çabuk uzaklaştırmak istiyordu. On dakika sonra hekim odaya girdi. Fakat nöbetçi hademe, hastanın ölmek şöyle dursun, karyolasında oturduğunu ve duyulabilir bir sesle süt istediğini söyledi.
Hekim, ölüm halinde bir hastanın böylesine direnmesine gerçekten öfkelenmişti. Fakat iyi yürekli olmak böyle olağandışı sonuçlar vermezdi asla. Asistan hekim, bir makama karşı her hangi bir formalite yanlışı işlemiş ve bundan duyduğu şaşkınlığı belli etmemek için yapmacıksız bir ilgisizlik gösterme çabasında yüksek bir devlet memurunu andırıyordu. Sadece hekimlik yanı değil, otoritesi de sarsılmış bir hali vardı. Ölüm hastasını yatağında oturur bulmamıştı amma —nöbetçi hademenin gözüne görünmüş olmalıydı— iyice duyulur bir sesle süt istediği doğruydu. Hekim, yeni buyruklar verdi. Bu yaşta bir insanın ölümün eşiğinden geri dönmesi pek seyrek görülmüş bir olaydı. Fakat eninde sonunda bir olaydı ve zedelenmiş saydığı hekimlik onuru bu «olay» la düzelebilirdi.
Doktor—mesleğinde ilerleme yolunun başlangıcında olduğunu ve doçentliğini yıllardır beklediğini bu arada belirtmeliyim— aşırı umutlu ve sert homurtular çıkardı. Soluk alış, kalbin çalışması ve genel olarak beden gücü, pek zayıf da olsa, vardı. Gözbebekleri aşırı canlıydı ve dil konuşabiliyordu, yani durum umutsuz sayılmazdı. Geleceğin doçenti iyilik duygusuyla karışık bir meraka ve bilim adına bir çeşit oynamak içgüdüsüne kaptırdı kendini; rahatlatıcı, güçlendirici, kamçılayıcı, canlılık verici bir sürü ilaç adı ve bunların nasıl kullanılacağını bir kağıda yazdı.
O günü izliyen bir kaç haftada uygulanan yerinde iğneler, güçlendirme ve besleme metotları sayesinde ağır hastanın hayatını uzatmak, hatta belki de kurtarmak kabil olacağa benziyordu. Zira acılarının belirtisi de kayboluyor gibiydi. Fakat bu aldatıcı durum, noelden bir kaç gün önce genel bir kötüye gidişin ortaya çıkmasıyla sona erdi: Kan zehirlenmesi ve kalbin bozulması başlamıştı. O andan başlıyarak da Fiala ‘olay’ ı, heyecan konusu oluverdi. Fakat Fiala bir türlü ölmüyordu.
Hekimlerin ilgisi günden güne artıyordu ve günlük bülten koridorlarda —can çekişen sıradan bir Fiala değil de şu dünyanın ünlü yiğitlerinden biriymiş gibi— yorumlanıyordu. Hatta ayrıntılara daha da büyük bir ilgiyle kulak veriliyor, başkalarına da anlatılıyordu.
Hasta, çok acı çekmesine rağmen, morfin yapılmasına şiddetle karşı geliyordu. Pek kendinde olmadığı saatlerde karyoladan inmeğe çalışıyordu. Birşeyler aranırmış gibi, Verilen yiyeceklerin hiç birini geri çevirmiyordu. Oysa, iç organları bir irin kaynağından farksızdı.
Bir çeşit müzelik olmuş bu ölüm hastasının yattığı oda öğleden önceleri hiç boş kalmıyordu. Meraklılar, hastane rahipleri ve hekimlerin biri gelip biri gidiyordu. Profesörler bile tıp öğrencilerini getiriyor ve bu olağanüstü can çekişme olayını açıklamağa çalışıyorlardı. Ruhiyatçılar da uğramazlık etmiyorlardı; böylesine ağır ağır ruh teslim eden bu kapkaranlık ağızdan zaman zaman çıkan bir kaç sözde bir anlam bulabilmek için.
Bayan Fiala, böylesine uzun süren ve pek az görülmüş can çekişmeye bakarak , kocasını şimdiden ölmüş sayıyordu. Fakat kimi zaman da, alaycı bir sesle bağırıyor, kocacığının çabucak iyi olabileceğini ve şu kötü insanları alaya alacağını heyecanlı heyecanlı anlatıyordu.
Ne var ki, her iki durumda da ağlıyordu.. Belki farkında bile olmadan aralıksız ağlıyordu.
Bayan Fiala’nın hastayı görmeğe gelmesi gittikçe seyrekleşiyordu. Yaşlanmıştı, üstesinden gelemiyordu. Yol epiyceydi. Tramvay pahalıydı. Yemek getirmesinin de anlamı kalmamıştı. Hele kocasının halini gördükçe öylesine sarsılıyordu ki, her gelişinde aşırı üzüntüden hastalanıyordu.
Sırrını ve tedirginliğini daha fazla gizliyemiyen bayan Fiala, kocasının sigorta poliçesini bir gece kız kardeşine gösterdi. Klara, hemen kapıya gitti ve kağıdı merdiven ışığına tuttu. Kirli başörtüsünü iyice aşağıdan, hemen hemen kulağının üstünden bağlamıştı. Gözleri parlıyordu, burnundan soluyordu. Yarı açık ağızda, açgözlülüğünün bir belgesi gibi, dil göze çarpıyordu. Elinde tuttuğu poliçeyi bir kaç defa okuduktan sonra cebine koydu ve: «Hemen gidip avukata sorayım.» dedi.
Bayan Fiala kuşkulanmıştı: «Ne demek istiyorsun?» diye sordu.
Klarinka güldü ve sigorta poliçesini kız kardeşinin suratına fırlatacakmış gibi öfkeli davrandı.
«Al! Pis kağıdını elinden alacağım mı sandın? Sigortadan on para alamıyacaksın.»
Bayan Fiala’nın aczinden sesi titriyordu:
«Neler söylüyorsun? Neden on para alamıyacak mışım?»
Klara, kötülükten gelen sevincini açığa vurdu:
«Poliçede yazılı.. Kocan beş ocaktan önce ölürse sigortaca on para ödenmiyor…»
Klara, aşırı alınmış gibi bir davranışla, poliçeyi yine cebine koydu:
«İyi yürekliliğimden.. Sadece bu yüzden avukata bir sorayım dedim..»
Bayan Fiala yine mutfağa gitti ve her zaman Franzl’ın oturduğu sandığın üstüne oturup düşünmeğe başladı. Bir yarım saat kadar sonra, ruhunun karanlıklarında hafif bir ışıma oldu, sabahın alacakaranlığı gibi : Elektrik çarpmış gibi müthiş bir korku sardı her yanını.. Dilini bir demir parçasına dokundurmuş gibi oldu. Bütün ömründe ilk defa Tanrıdan korkuyordu.
Korkunç birşey olmaktaydı. Akıl alır gibi değildi. Herkesin çoktan ölmüş saydığı adam ölmüyordu. Sigortadan para ödemesine hak kazanabilmek için hayatını zorla uzatıyordu: Onu çoktan gözden çıkarmış kendileri için…
Sallanarak ayağa kalktı, anlamsız laflar etti ve üzerine hiç birşey almadan, ev kılığıyla sokağa, buz gibi kış soğununa attı kendini. Arkasından bakakaldılar.
Bayan Fiala, sandalyeye pek bitkin oturmuştu; bir türlü gelmek istemiyen ölümün korkunçluğunu görmek ister gibi, gözlerini hiç ayırmadan bakıyordu. Son günlerde haykıra haykıra ağlıyan ihtiyar kadını, akşam olunca zorla çıkarıyorlardı odadan. Bay Fiala ‘Bir Olay’ olmaktan çıkmıştı epiydir. Her heyecanlı olay gibi Fiala Olayı’ da ilginçliğini yitirmişti. Kimi kalbin adaleleri güçlüdür, kiminin de zayıf. Dayanıklı bünyeler pek de seyrek olsa, büsbütün yok değildir.
Kadıncağız, yorganın altında yavaş yavaş çürüyen kabartıdan hiç ayırmıyordu gözlerini.. Çürüyen beden kendi tarlasında uzanmış gibiydi ve hiç kimsenin bir yardımı dokunmuyordu. Amma, yastıkta dinlenen solgun yüzde, bir kilise ulusunun yüksek ve geniş alnı vardı.
Bayan Fiala bu yabancı bedeni tanıyamaz oldu. Büyük bir sabırla herşeye katlanan ölüm yolcusu, arada bir titriyor ve bazı hareketler yapmağa çabalıyor. Ellerini yastığın altına uzatmak istiyor ve yorgan altında bacaklarını kımıldatıyor.
Odaya giren Klara, taşlaşmış gibi duran ablası artık eve gitsin diye, dua okumağa başlıyor; zira oturup bakmakla hiç birşey kazanılmaz.
Fiala’ların oğlu Franzl, her üç dakikada bir kapı ağzında görünüyor. Gözlerini ileriye yöneltiyor ve hiç ayırmadan ötelere bakıyor; babasına bakmamak için kendisini zorlarmış gibi.
Klara konuşurken sesini yükseltiyor birden. Fiala adlı yaratık kendine geliyormuş gibi. Sonuna kadar açılmış gözler, iki kadına bakıyor ve bakıyor. Yabancılığı kalmamış bakışlarla. Karyolada yatan vücut, yükseliyor, değnekten farksız ve kılları ağırmış iki kol, müthiş bir güç tarafından itilmiş gibi, yorgandan uzanıyor, yeri tutmağa çabalıyor. Gerçekten de yiğitçe bir kendini zorlayışla…
Çökmüş bir dev, gırtlağını zorlıyan bir zafer çığlığı koparıyor ve incecik kollarını havaya kaldırıyor.. Sendeliyerek son bir adım atabiliyor ve yere yuvarlanıyor. Bir kemik yığını gibi.
Küçük burjuva Kari Fiala’nın ölümünün hikayesi burada sona eriyor. Varması gereken hedefi iki gün aşmıştı. İyi bir koşucu gibi.
Öldüğünde ocak ayının yedisi olmuştu. Hademeler, öldüğünü şöyle bir anlayıp cesedini gereken yere taşıdılar. Uzun süre yolda kalmış bir çöp yığını gibi.
Dul bayan Fiala, son günlerde yabancılaşmış olan o yüzü göremeyince yine ağladı. Mutluluğundan. Ölünün yatağı boştu.
Klara, gözyaşlarını silip rastgele bir davranış yaparmış gibi, karyolaya yaklaştı; Fiala’nın can çekişirken elini yastığın altına ikide bir sokup bir şeyler arandığını görmüş gibi geliyordu. Yanılmamış, ya da rüyasında görmüş değilse, bir defasında bir altun parıltısı gördüğünü de sanıyordu.
Klara, acıdan titriyen parmaklarıyla, bomboş yastığı okşamağa başladı. Birden, demir gibi parmakların kıskacını bileklerinde hissetti ve : «Lanetli oğlan!» diye haykırdı «Senin bir şeyini alacak değilim.» Franzl, hiç cevap vermedi ve bomboş yastığı kaldırdı.. Hiç birşeye yaramaz iki şeyi, boş bir takvim yaprağını ve nenin nesi olduğu pek belli olmayan bir üniformanın kirli bir şerit parçasını alıp, cebine koydu.
Franz Werfel
Küçük Burjuvanın Ölümü