Kendini Anlatan Bir Masalcı: Oğuz Atay

Derler ki, ölüm döşeğinde olanların söyledikleri
Ciddi müzik gibi dikkat gerektirir
Saatleri sayılı olanlar boşa harcamazlar zamanı
Acı içinde olanlar doğrudan ayrılmazlar
Bir daha konuşamayacak olanlarin sözleri daha önemsenir
Gençliğin ve rahatlığın verdiği gevşeklikle konuşanlardan
İnsanın sonu yaşamından daha önemlidir.

II.Richard – William Shakespeare

Döke saça yaşamak diye bir deyim varsa, bu en çok Oğuz Atay’a yakışır. Hani döktüğümüz bunca güzel şeyden bazılarını birileri bulur da, kendilerinden yeni güzellikler ekleyerek yeniden saçar, belki onu da bir başkaları bulur… ‘Derken karanfil elden ele’…

Yaşamı boyunca, kendini döke saça yaşamıştır Atay. ‘Demiryolu Hikâyecileri – Bir Rüya’ adlı öyküsünde yer alan, demiryolu öykücüleri gibi, kurduğu öyküleri okuyacak yolcuları, ıssız bir istasyonda beklemeye koyulmuştur.

Cumhuriyetin ilk kuruluş yıllarındaki, aydın sınıfın sahip olduğu heyecan Atay’ın yaşadığı dönemde yitmiş görünüyor. Kendisini bu sınıf içinde bulan Atay, çevresindeki devinimsizliğe, üretimsizliğe, işlerin ve olayların kendi haline bırakılmışlığına dayanamamış gibidir. Bu nedenle, yazdıklarını ve yaşamını bu sınıfa yakın bir yaşayışı sürdürmenin ızdırabı ile doldurmuştur. Denize taş atmayı sürdürmüş, ancak bu taşların çıkardığı sesleri duyamamış, suda oluşan halkaların farkına varamamış gibidir. Yazdıklarının satır aralarında suyun dalgalanışının olmadığı duyusuna kapılmanın burukluğu akar durur. Dalgalar ile coşkunun, halkaların toplamından oluştuğunun ya da rüzgâra gereksinim duyduğunun ayırdına varamaz bir türlü. O dönemlerde, kendine yakın bulduğu kişilerin yarattığı dalgaların birbirinden kopukluğudur Atay’ın bunca tutunamayışının nedeni. Döneminin dünyayı değiştirme eğilimlerine yönelik tüm rüzgârlarının, Atay için sert ve radikal bir tutum olarak açıklanabilecek soldan gelmiş olması, böylesi bir özgün kişiliğin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Shakespeare’in şiirindeki gibidir Atay’ın yaşamı; önemsenmez. Genç yaşta ölmesi ile sözleri önemsenmeye başlar; yaşamda bulamadığı karşılığı sonu ile elde eder. Bir daha konuşamayacak olması ile gelen popülerlik onu, döneminin tüm arada kalanlarının -‘araftakilerin’- sözcüsü haline dönüştürür. Oniki eylül askeri darbesinin ardından, sıkboğaz edilip, evlerin koridorlarına hapsedilenlerin popülaritesi eşliğinde okunmazsa olmazlar arasında alır yerini. Her zamanki gibi, yazmaya devam edenlerin, ürünleri yayımlananların, ürünleri hiç yayımlanamayanların ortaya döktüğü çığlıklar görmezden gelinecektir. Artık yazamayacak, konuşamayacak, yanıtlar yollayamayacak olan Atay’a yakılmaya başlanılacaktır, yaşamında yakılmayan ağıtlar. Hiç de istemeyeceği halde, okurları ile aydın görünenlerin donanım eksikliğinden kaynaklı misyonlar yüklenilmeye başlar Atay’ın sırtına. O artık yalnızlığın ve yalnızların vazgeçilmez tutkusuna dönüşmüştür. Oğuz Atay söz konusu olduğunda, ‘Araftakiler’ in ne kadar da çok olduğuna şaşırarak bakmaktan başka bir şey gelmez elimizden. Ülkenin, ülke aydınının ironik bir dil, Atay’cı bir yaklaşım ile acıtan bir şekilde eleştirildiği Oğuz Atay misyonunun misyonerlerinden hiç iş çıkmaz. Yöntemi ve dili bıraktığı yerde kalır. Misyonerlerinin onun taklitinden ve yüceleştirilmesinden başka ne sözcüğü ne de yaşamı dönüştürecek uğraşları yoktur. Atay, söylemini taklitle yetinen kimilerinin dışında yeterince irdelenmez. Üzerinde bunca sözün söylenen, bunca tartışma yapılan bir yazar ve ürünleri hakkında bunca az yazının kaleme alınmış olması kimseyi şaşırtmasın. Misyonlara yüklenecek sözcüklerin de bir sınırı vardır çünkü!

Atay’ın kimileyin uzayan ama çoğunlukla ard arda patlattığı şokları takip etmeye kimsenin niyeti yoktur. Her şeye ve her konuya ilişkin yazılar yazmaya mahkum edilen Fethi Naci, Semih Gümüş ve bunca yükü omuzlayan sınırlı sayıdaki eleştirmenlerinse yazılarının derinleşmesi ve Atay’ın bu yazılarda karşılık bulmasının olanağı yoktur. Bu yüzden, Atay, ‘Araftakiler’ ile yalnızların, yetkesi elinden alınmış güçsüz aydınların, yarı aydınların kendisini gönderdiği yol üstünün uğrak yeri olmaya devam edecektir.

Atay, aramızdan ayrıldığı noktada durmaktadır aslında. Popülerliğinin durak yerini değiştirdiğinden söz etmek kolay değildir. Efkan Bahri Eskin’in saptadığı gibi :

Sosyalist olamayacak kadar postmodern; postmodern olamayacak kadar geleneksel; islamcı olamayacak kadar dünyevi; dünyevi olamayacak kadar dürüsttür çünkü.

Sağlığında bütün bunlarla çakışan, yüklendiği Jön Türk ve Kemalist aydın tipolojisinin olmazsa olmaz koşulu, öğretme, değiştirme ve devinim sağlama bildirgesine sıkı sıkıya bağlı bir aydın olan Atay’ın, öğretememiş, devinim sağlayamamış ve bu konudaki umutlarını yitirmiş olması ile günlüklerine, kitaplarına sığınmış olmasının ironisi, yaşasaydı baskının bitmesini deve kuşu gibi başını kuma gömerek bekleyen kitlelerce ilahlaştırılmasından az değildir. Yaşasaydı hiç kuşku yok ki Atay, kendisini ilahlaştıran bu kitlenin de bir eleştirisini mutlaka kaleme alacaktı.

Füsun Akatlı, ‘Oğuz Atay ne romanlarıyla ne öyküleriyle, Türk yazınındaki herhangi bir geleneğe bağlı görünmüyor… kimi yakıştırmalara karşın, batı öykünmecisi olmaktan uzak durmuş özgün bir yazar ile karşı karşıyayız… Oğuz Atay Türk öyküsüne Çehov’u sokmuştur’ gibi çelişik bir yaklaşım ile tanımlıyor Atay’ı. Atay’ın yazdıklarının aktığı kanalın yepyeni ve kendine özgü olduğuna ilişkin bir değerlendirmenin yapılabilmesi için, bütün bir Türk yazınının okunmuş olunmasının gereği üzerinde hiç durulmuyor. (Tanpınar gibi bir örnek durmaktadır en azından karşımızda). Atay ve yazdıklarına ilişkin yazılarda, Atay’ın ‘Tutunamayanlar’ı kaleme aldığından başka bir tümceyle karşılaşmak kolay değil ne yazık ki.

Kimilerinin işi daha da ileriye götürerek, Atay’in ‘postmodern edebiyatın uzantısı’ olduğuna ilişkin değerlendirmelerinin uzağında ve karşısında durabilmenin koşulu bizzat Atay’ın günlüklerinde yatıyor. Günlüklerinde Atay’ın, postmodern edebiyatın ayırdında olduğuna dair tek bir satır dahi bulunmamaktadir. Efkan Bahri Eskin de haklı olarak bu saptamada bulunuyor. Atay’ın okuduğu metinler ile kitaplarını bir araya getirebilseydik, günlüklerinin yalan söylemedikleri doğrulanacaktı olasılıkla. Neyse ki, Semih Gümüş bir yazısında, Orhan Koçak’ın ‘Tahsin Yücel ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bir düşüncenin dönüşümlerini araştıran öyküler yazdıklarına’ ilişkin değerlendirmesine Atay’ı da dahil etmek gerektiğini ifade ederek taktiri hak ediyor.

***

Oğuz Atay’ın bunca okunur olmasının nedenlerinden birinin de, kendini gizlemeden okurun önüne sunması olduğu düşünülebilir. Röntgenciliğe eğilimli okurların, duvarların arasında kendini sıkışmış olarak duyumsayan ve kendini duvarlara çarpa çarpa dağılan bir adamın dağılışına olan düşkünlüğü…

Atay, hocası Mustafa İnan’ı anlattığı ‘Bir Bilim Adamının Romanı’ adlı kitabında, kendi gibi bir tutunamayana tutunmuş gibidir. Mustafa İnan, romanda sevecenlikle anlatılır. J. London’ın ya da Dickens’ın sevimli, sıcak roman kahramanlarından biriyle karşı karşıya buluruz kendimizi. Atay bu kitabında okuru, Kafka’nın sis arkasındaki dünyasının çaresizlik labirentleri içinde dolaştırmaz. Çırpına çırpına bir şeyler yaratmanın peşinde yaşamını noktalayan hocasına yapılan haksızlıkları saptamasına rağmen, henüz toplum ve sisteme öfkeli değildir o kadar. Umutlarını sürdürmektedir. Bu anlatıdaki başarıyı, anlatıcı ile anlatılan arasındaki yaşam ve düşünce benzerliğinde aramak yerinde olur.

Atay, sonraki kitaplarında bu umudunu da yitirmiş olarak çıkar karşımıza. Anlatılarında iki yol izler. Birincisinde kendini toplumdan geriye çeker, yarattığı yalnızlık içinde bunalım ve buhranlarını yaşar. Bunca uğraşa ve geçen zamana rağmen, yanlış yoldan dönmemek için hiçbir çaba sarfetmeyen topluma sunmaz yaşadığı bunalımları. Bu durum daha çok öykülerinde takındığı tavırdır. ‘Beyaz Mantolu Adam’da, olayın kahramanı sözcükler olmadan çıkar toplumun karşısına. Sözcükler ile bile ulaşılamayan insanlardan, sözcüklerden de yoksun olay kahramanını anlamaya yönelik bir çaba göstermesi beklenilemez. Beyaz mantolu adam, denizde yitip gittiğinde, o koca kalabalıktan yalnızca bir kişinin ince sesiyle uğurlanır. Burada az olmasına rağmen, Atay’ın aradığı insanların yine de var olduğu, ancak seslerini çıkarıp birbirlerinin yanında olmadıkları, birbirlerinden haberdar olmalarının da olanaksızlığı duyumsatılır. Atay’ın, ‘Demiryolu Hikâyecileri’ öyküsünün de simgeleri yerlerine yerleştirerek okunmasında yarar bulunmaktadır. Anlatının kahramanı öykü yazarının, kendisini ıssız bir istasyona kapatarak yolu oradan geçen yolculara yazdığı öyküler ile ulaşmaya çabalamasının, çevresinden umudu iyice kesen birinin çaresizliğine denk düştüğünü düşünmek olasıdır. Kendisi gibi öykü yazan diğer iki kişinin de anlatı kahramanını anlamadığı ortadadır. Zaten bunlardan birisi bu çaresizliğe dayanamayarak hastalık içinde ölür. Diğeri de bir süre sonra bu duruma dayanamayarak çekip gider. İstasyonda bulunan diğer seyyar satıcılarsa, yakın çevrede olup gösterilen çabayı değersiz ve gereksiz bulan ve hiç dikkate almayan eş-dost, akrabaya denk düşer. İstasyon görevlisi ise bütün iyi şeylerin önünde engel oluşturan devlet aygıtının bir uzantısı gibidir. Rüşvetsiz (bedava öykü verilmeden, ya da öykü örnekleri tutanağa geçirilmeden öykü yazmalarına ve dağıtmalarına dahi izin verilmemektedir) iş çevirmenin olanağı bulunmamaktadır. Sistem dışına çıkılmaya da izin verilmemektedir. Öykünün sonunda trenlerin güzergâhı değiştirilir, yalnızca yük katarları geçmeye başlar istasyondan. Kendini döke saça yaşayan anlatı kahramanının elinden son iletişim olanağı da alınır. Adını ve adresini yitiren, bilmediği bir dünyaya gitmeye gücü ve cesareti olmayan anlatının kahramanı, bilmediği adreslere doğru postalamaya başlar öykülerini. Çevresinden tamamen umudunu yitiren Atay’ın okurlarına yönelik son bir umut çığlığıdır aslında öykünün sonunda var olan.

Atay’ın önemli bir öyküsü de ‘Korkuyu Beklerken’dir. Burada da bir yalıtılmışlık, dışsal bir tehdit bulunmaktadır. Dışsal tehlikelerin kaynağı belirgin değildir. Toplum içinde yer alan etmenlerin tamamı tehlikeye dönüşebilecektir; tıpkı anlatının tehdit edilen kahramanının da öykünün sonunda tehdit mektupları yazan ve tehdit edilirken tehdit eden ve tehlikeli durumuna dönüşmesi gibi.

Atay’ın öykülerinin -öykü alanında daha az ürün vermiş olmakla birlikte-, romanlarından da önemli olduğu düşüncesindeyim. Öykülerin tamamında izlenen sistematik simgeler dizini oldukça başarılıdır. Simgelerin yerine yerleştirilmesinde ve anlatılmak istenilenin çözümlenmesinde hiçbir çelişkiye düşülmez. Yazınımızda böylesi yapıtlarla karşılaşmak ne yazık ki sıklıkla rastlanılan bir durum değildir. Atay’ın siyasal düşünce yapısı ile alabildiğine yoğun yaşadığı yalnızlıklarını, kendisi ve dünya ile hesaplaşmasına ayırmasının yazılarına çok şey kattığı söylenebilir.

Tutunamayanlar’da izlenilen yol ise, ard arda sıralanan saçmalıkların ‘hangi birinin düzeltilebileceği’ sorusunun ortaya atılmasını barındırmaktadır döküle saçıla: Hangi birini, hangi birini…

Atay, yük katarlarının geçtiği bir ıssız istasyonda bizleri bekliyor.

Selçuk Yamen

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz