Ana Sayfa Edebiyat Karantina Günlerinde “Evcil Kelimeler” – Aykut Emre

Karantina Günlerinde “Evcil Kelimeler” – Aykut Emre

Ev tekstilinin bilimum ögelerinden; çarşaftan, yorgandan, battaniyenin ve yastığın, havlunun yumuşaklığı ve sıcaklığından sıkıntı ve ıkıntı geldi artık. İnsanlar, adeta asfaltın sertliğini, betonun pisliğini, otobüs duraklarının pütürüklü ve soğuk metallerini özler oldular.

Tencere yemeklerinden de bıkıntı bastı milleti. Bandırmalık yemekleri yemekten rüyalarımızı ısırmalık yemekler süslemeye başladı. Şöyle köşe başında, yarısı saf kanserojenden müteşekkil yarım ekmek bir “tavuk” dönerin hayalleri süsleyebileceği kimin aklına gelirdi? Kokoreçi, tantuniyi, pide ve hayatımızı kurtaran yiyeceğimiz layfmacunu saymıyorum bile.

Evin duvarlarının, kanepeler, halı ve perdeler gibi yumuşak yüzeylerin emip iyice boğuk hale getirdiği seslerden de kulak sıvılarımız katılaşmaya yüz tuttu. Sert bir şekilde titreşemez, tiz tiz dalganamaz oldu. Asfalttaki teker sesini, bir kamyonun motor gürlemesini ya da basur muayenesi olur gibi oturulup kullanılan motosikletlerin egzoz bumlamasını bu kadar özleyeceğimizi kim bilebilirdi? Şöyle tiz bir metalin metale vurma sesi de hiç fena gitmezdi. Ya da elektrikli testereyle demir kesildiğinde çıkan o acı ses, kompresörle delinen bir yol inşaatının gürültüsü..

Sıcak bir yumuşaklığın, bandırmalık sulu yemeklerin ve boğuk seslerin üstümüze altımıza geldiği mekân olan evlerde, bu günlerde ne gibi yeni kelimeler, neleri anlatan yeni kavramlar türemiş olabilir? Dil yaşayan bir şeyse mâdem, evle bu kadar haşır neşir olmaya bazı kelime ve kavramların doğması gerekmez mi? Ya da bazı kelimelerin değişmesi?

Mesela işe “cep telefonu”ndan başlayabiliriz. Bilinen diller içerisinde muhtemelen sadece Türkçede bu baş belası alet için “cep telefonu” deniyor. Ve şimdilerde bu kelime artık değişmek ve “el telefonu” olmak zorunda gibi görünüyor. Yerine göre “ortalık telefonu” ya da “nerde bu ya” da diyebiliriz gibi bir eğilim oluşuyor.

Ev, kapalıdır ya; perdeler de kapalıysa ve hele hele virüs ondan ona zıplayacak diye kimse de kimselere gitmiyorken, evde rahatlığın ve dolayısıyla bakımsızlığın dibine vurulur. Bu bakımsızlık, özensizlik ve “ne de olsa kimse görmüyor”culuk, evde yalnız kalanlarda aşkın boyutlara ulaşmış olabilir ama herkes için geçerlidir. Bakımsızlığın ilk göze çarptığı yer söz konusu insanların başlarının arka taraflarıdır. Neden mi? Çünkü yataktan kalkılır ve tarak şöyle dursun birkaç el hareketiyle bile o yastığa gömülmüş ve o özgün şeklini almış olan saç, düzeltilmez. Saç, tam kafanın arka tarafında sağ ya da sol üst tarafta merkezi bir noktadan etrafa doğru yayılmış ve kafa derisinin beyazlığı ortaya çıkmıştır. Saçın genel gidişatına tezat bir krater görüntüsü hakimdir. Bu manzara, kısa saçlı insanlarda daha bir belirgin, daha bir sanatsaldır. İşte buna “ev başı” denir. Normal zamanlarda da bu “ev başı”yla dolaşanlar vardır. Toplu ulaşımda janti giyinmiş, elinde “cep telefonu”, takılan bir açık hava insanının başında böyle bir şekil varsa bu çok derin mevzulara işaret olabilir.

Kapalı ortam ve misafirsizliğin sağladığı o konforlu rahatlığın, bakımsızlık ve özensizliğine bir diğer örnek de eşofmanlardır. Ama özellikle alt eşofmanlar. Bu eşofmanlar, arada bir belli işler için yarıya kadar sıyrılıyor olsalar bile hiç komple çıkartılmadan günlerce kalça loblarına lastik vasıtasıyla tutunmuş olabilirler. Bu eşofmanlarla oturulmuş, kalkılmış, yatılmış, uzanılmış, yürünmüştür. Evet, gariban eşofman, kapsamış olduğu sahibinin yarısı tarafından şekilden şekle sokulmuş olabilir ama her zaman en büyük iz dizlerde kalır. Çilekeş alt eşofmanımızın dizleri belirgin bir şekilde esnemiş ve dışarıya doğru yarım bir daire şeklinde genişlemiştir. İşte buna “yelken diz” denir. Sahip, ayaktayken çok belirgin hale gelirler ve bir rüzgar esse adeta çiğköftecilerin önünde duran uzun reklam bayrakları gibi dalgalanırlar.

Malûm artık berberiler de kapalı olduğundan durmaksızın uzayan kıllarından kurtulmak isteyen çoğunlukla erkek home sapiensler, kendi traşlarını kendileri olmaya başladılar. Online görüşme ekranlarında pek net görülmese de bu kılları kesilmiş başlarda, yer yer unutulmuş kıl öbekleri, yer yer Iğdır Ovası gibi etrafına göre oldukça alçak mikroklimatik alanlar göze çarpar. Bazıları nadasa bırakılmış tarlalara benzerken büyük çoğunluğunun üstünden Kadıköy’deki fordist biçimde işleyen endüstriyel berbercilik geçmiş gibidir. Hele selfi-traşa maruz kalan bölge, ağzın etrafındaki kıllar yani bıyık ve sakalsa işler daha bir hassaslaşır ve denge hastaları kafayı yiyebilir. Sakallar nispeten daha kolay olabilir ama tamamen kesilmeyip bırakılmış bir bıyıkta hassas ayarlar yapılamadığı için bazı “sanatsal” manzaralar ortaya çıkabilir. Bıyığın bir tarafı gülümser görünürken diğer tarafı daha bir durgun hatta ağlamaklıdır. Bu şekilde istemeden kendini Mona Lisa’nın yoğun testosteronlu biçimine çevirmiş olanlar vardır. Yine başka birileri bıyığı ayarlayamayıp bir tarafı orak kıvrımına getirmeyi başarıp diğer tarafı hilâlin sivri ucuna çevirmiş olabilir. Hangi ayarsızlık olursa olsun bunların topuna birden “traşı komik”ler denir. Bu bıyıkları görünce acı bir gülümseme doğar yüzlere. Bereket ki kimse elinin ayarını kaçırıp bıyıkları sağından solundan uçurduktan sonra ortasını kare bir kıl topu şeklinde bırakıp da insan karşısına çıkmaz. İşin en güzel tarafı belki de budur.

Bu da haftanın son kelime yumurtlaması olsun.

Evde çok oturmaktan, hele bir de hep aynı şekilde oturulup hareket de edilmiyorsa kalçaları oluşturan parçalardan biri, bacağı da etkileyecek şekilde uyuşur. Öyle bir uyuşmadır ki Penisilin iğnenin tozu solüsyon sıvısında  daha tam erimemişken saplayıp ilacı zerk etseler hiç acımaz. Ayağa kalkınca da bir karıncalanma başlar ama bir lob adeta oturduğunuz yere yapışmış, orda kalmıştır. İşte bu acı olaya “lobal anestezi” denir. Tedavisi basittir, korkulmamalı, paniğe kapılınmamalıdır. Elle fiziki varlığı kontrol edilip iç rahatlatıldıktan sonra yavaş hareketlerle yürünmeli ve lob hayata döndürülmelidir.

Lobları, traşı, eşofmanları ve başın arka tarafının karizmasını kurtaracağımız günlere kadar dil yaşamaya, kelimeler kendilerini dayatmaya ve laf ebesi olarak birilerinin de bunları sıkışıp kaldıkları yerden çekip almasına şahit olacağız gibi görünüyor. Neolitikten sonra yerleşik hayata geçişimizin ikinci evresi her keşe kutlu olsun!

Aykut Emre

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version