“Dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım” Zaman ve Yolculuk – Tomris Uyar

Saat’in “zaman”ı ölçtüğünü, dahası dillerde “zaman” yerine kullanıldığını bilsek bile bu bilgi, iki kavram arasındaki ayrımı aydınlatmaya yetmiyor;

Tam tersine, kuraldışılar kurallarına baskın çıkan bir dili öğrenmeye ya da öğretmeye çalışırken karşımıza dikilen güçlüklerin tıpkısını çekmeye zorluyor bizi; açıklamalarımız sığ ve yetersiz kalıyor.


[Chad Lawson- The Piano]

Konuyu iyice dağıtmamak için “zaman” üstüne yazılmış denemeleri, felsefe yapıtlarını sayıp dökmeyeceğim burada, ürünlerine ne yapıp edip bir zaman tartışması katan -başta Jorge Luis Borges ve Edgar Allan Poe olmak üzere- yetkin yazarlardan örnekler vermeyeceğim ama Antoine de Saint-Exupery’yi anmadan geçemeyeceğim. Küçük Prens, günümüzdeki “zaman” anlayışını, yazarının kehaneti sayılabilecek soyut yolculuğu sırasında karşılaştığı bir satıcı, susuzluk giderici haplar satan bir adam aracılığıyla öğrenir. Bu hapları neden sattığı sorusuna satıcı şöyle yanıt verir:
“— Zamanın boş yere harcanmasını önlemek için. Uzmanların hesabına göre, bu haplar alınınca haftada elli üç dakika kazanılıyor.
— Peki bu elli üç dakikada ne yapacağız?
— Canın ne isterse.
— Keyfimce harcayacak elli üç dakikam olsaydı, ağır ağır bir çeşmeye doğru yürürdüm” der Küçük Prens.
“Saat’in öneminiyse dostu tilki öğretir ona: “— Hep aynı saatte gelsen daha iyi olur, dedi tilki, sözgelimi öğleden sonra saat dörtte gelecek olsan, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Her geçen dakika mutluluğum artar. Saat dört dedi mi, meraktan yerimde duramaz olurum. Mutluluğumun armağanını veririm sana. Ama gelişigüzel gelirsen, içimi sana hangi saatte hazırlayacağımı bilemem. Ayinsiz olmuyor.”
Bu konunun kafamı uzun zamandır kurcaladığını göstermek adına bir örnek de kendi eski bir öykümden veriyorum:
Öykünün, hapisten yeni çıkmış ikinci başkişisi şöyle diyor:
“— İçerdeyken bambaşka bir saate göre yaşıyordum, her an bir saatti, bir adı, bir tanımı vardı. Kitapların, mektupların, defterlerin gelme saati, söküklerin dikildiği saatler; görüş günleri. Bütün bunlar birleşince bitimsiz büyük gün bölünüyordu, geçiyordu. Şimdiyse uzayan bir boşluktayım.
Bak, demin durup dururken tıraş oldum. Boşluktan.”
Zamanı somutlayan nesnel saate gelince:
Evlerimizin önemli köşelerini tutan ağırbaşlı dede-saatlerle oynak teyze-saatlerin dünümüzün olduğu kadar bugünümüzün de nasıl şaşmaz bir aynası olduğunu düşündünüz mü? Her önemli kentin merkezinde yükselen -bazen bulunduğu alana adını bağışlayan- görkemli saat kulelerinin, o kentin geçmişini, mimari tarihini, kısaca kültürünü yansıtışı gibi…
Gelgelelim “saat’in kimi zaman insafsız bir yargıç işlevini de yüklendiğini unutmamalıyız. Belleğimizi tazelemek için yetkin polisiye ürünleri anımsamamız yeterli, görsel yanları ağır bastığından olacak, gözlerimizin önünde bir anda canlanabilen polisiye filmleri özellikle. Kusursuz bir suç işlemeye kalkışan, bu amaçla en ince ayrıntıları hesap etmiş, tasarısında hiçbir boşluk bırakmamaya özen göstermiş bir katilin ya da hırsızın, zamanlamasındaki basit bir yanılgı -belki birkaç dakikalık bir yanılgı- yüzünden köşeye nasıl kıstırıldığını sözgelimi. Bazen bu aksamanın doğrudan suçluya bağlı olmaması, olaya nerdeyse yazgı denebilecek öğelerin karışması, içimizi öyle bir isyanla doldurur ki kendimizi onun yerine koyup hayıflanırız.
Sanatta yoğunluğun şart olduğunu, gereksiz uzatmaların yaratılan havayı silip süpüreceğini kanıtlayan örneklerin bir bölüğüne de polisiye-western dünyasında rastlarız: Issız bir kasabada, trenden inen bir yabancının istasyon saatine bakmasıyla başlayan öykü, bir gerilimin çatacağının ilk belirtilerini vermiştir ve olay verili bir süreyle kısıtlıdır, biliriz. Tırmanışın nasıl bir dorukta son bulacağını belli belirsiz kestirebilsek de araya serpiştirilmiş ipuçlarını kendimizce değerlendiririz. Demek istediğim: Zaman ya da saat öğesi, bir filmin ya da romanın akışını derinden etkilediği gibi okuru ya da seyirciyi, tavsamayan hızı, ilgiyi hep diri tutma becerisiyle etkiliyor.
Günümüzde, saydığım örneklerin yerini saatli bombaların patlayacağı ana dayalı kıyamet filmleri aldı, ama zamanın sınırlılığı ilkesi değişmedi. Edebiyat dendiğinde de durum aynı. Yalnız, artık dört yüz sayfaya sığdırılan bir yüzyıl değil, bazen bir güne, bir geceye sığdırılan bütün bir yaşam söz konusu.
İyi bir öykünün bir oturuşta akıtılması görüşünü savunan Edgar Allan Poe, bir oturuşla ne kastediyordu sizce? Öykünün sayfa sayısını mı, yayıldığı sürenin yoğun kesintisizliğini mi?
Sanat ürünleri, bir oturuşta bile bize başka çağların, hatta evrenlerin kapılarını açabiliyor, ama kişioğlunda yalnızca ayağına getirilen dünyalarla yetinmemek, kendi gerçeklerini, düşlerini kendi keşfetmek gibi vazgeçilmez bir eğilim var. Bir bakıma dar sınırları aşma tutkusu diyebiliriz.
Yolculuk, işte bu gereksinimi karşılayan bulunmaz bir olanak. İş yaşamının zorunlu koşulları dışında kalan yolculuklarda çağdaş teknolojiden fazla bir beklentisi yok çağdaş insanın. Kendi geçmişinin ya da bir ülkenin tarihinin peşinde koştuğu kişisel dönüş yolculuklarında, uçak yerine bir dönemin ağır akışlı, görkemli trenlerini seçmesi, yabancı bir kentin özünü kavramak için taksi yerine yürümeyi yeğlemesi, bunun en büyük belirtileri. Kavuşmalara olduğu kadar ayrılıklara, yeni mutluluklarla yeni kırgınlıklara eşit ölçüde açık, bu belirsiz serüven sırasında başka bir zamanın işleyişine alışması da şart. Belki onu yeni ortamlarda güvenli kılan, biraz da yanında taşıdığı bildik yolculuk saatinin sıcaklığıdır.
Poe’nun görüşüne bütünüyle katılmayabilirsiniz, ama burada gördüğünüz yolculuk saatlerinin çağrıştırdığı yüzler, bir oturuşta okunmuyor mu?

1998

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz