O sene yaz, her seneki gibi İstanbul’u birdenbire bastırdı. Millet denize döküldü. Vantilatörde serinlenenler, “Öldürücü sıcak dalgalarının Amerika’da cayır cayır insan döktüğünü düşünürsek İstanbul yazının sıcağına şükretmeliyiz” dediler. Hakları vardı!..
Öğleden sonraları aralık başlarından o “meltem” dedikleri güzel şey yine eksik olmuyor, deniz kenarında oturanlar saat ikiye doğru açıklardan bir mor rengin ağır ağır yaklaştığını, köpüklü, güzel meltemin hastaya şifa, ilaç misali geldiğini görüyorlardı.
Şu Marmara kıyılarında, o sene bol meyve yetişmişti. Karamürsel’den armut, erik, kiraz, vişneler, Bursa’dan bol bol şeftaliler, Tekirdağ’dan karpuz, bilmem! nereden iki aylık çocuk büyüklüğünde kavunlar geliyordu. Kayıklar, yelkenliler, iskelelerden boyuna meyve yüklüyor, hal dolup dolup boşalıyor, kara bıyıklı, güzel yüzlü yemişçiler, dükkânlarını meyvelerle süslüyorlar, üstleri dünyanın hiçbir yerinde bu çeşidi yetişmeyen lezzetli, kokulu yarı çiçek meyvelerle dolu sepetlerin altından kesekâğıtlarına dünyanın her tarafında atılan, yenmeyen meyveleri dolduruyorlardı.
Bu yıl marulların göbeği korkunçtu. Bu yıl domatesler al, büyük; patlıcanlar çekirdeksiz, şeftaliler daha tüylü, daha kokuluydu. Millet sevinç içindeydi. Fıkara çocukları, halin etrafında dört dönüyorlar, denizden kavun karpuz topluyorlar. Hale varmadan yolda çürümüş bin bir meyveyi çöplüklerden topluyor, midelerine indiriyorlardı. Yaz ortalarına doğru meltemler de bir aralık durmuş; İstanbul’u, çocuk, fakir, zengin ağızlarını bir şeftali kokusudur sarmıştı. Bu şeftali kokusu İstanbul’un hiç şeftali yüzü görmemiş denecek en sapa, semtsiz yerlerine kadar yayılmıştı. O sene şehir bakımsızdı. Kanalizasyon çukurları yer yer patlamıştı. Tamir görmek için hemen hemen bütün sokaklar açılmış, yaz da birdenbire bastırmıştı. O sene marullara bol bol lağım suyu verilmişti. Kimse elini yıkamaya, meyveyi yıkamaya lüzum görmüyor, üstüne başına bu bol, bereketli meyvelerden sürüyor; dünya şeftali, kavım kokuyordu. İstanbul o yaz, meyveye, cinlere karışır gibi karışıp gitmişti.
İlk tifoya yakalananın hal etrafında dolaşan, Yedikule taraflarında oturan Hızır isminde bir çocuk olduğu rivayet olunur. Hızır şimdi yine hal taraflarındadır. Bu mesele tahkik edilebilir. Hızır ölmedi. Fakat tifo evden eve, bacadan bacaya, maruldan şeftaliye, erikten vişneye, kulübeden eve, barakadan apartmana, Hamidiye’den Terkos’a atlayarak İstanbul’u sardı. Mühimce bir afet halindeydi. Sokaklarda kimsenin kimseden haberi yoktu. Sokaklarda sıhhatli adamlar vardı ya, mesele yoktu! İnsan kısmı, hastalık bulup bulup da beni mi bulacak? der. Avrupa’dan aşılar yetişti. Aşıya tahammül edemeyen zenginler, bin bir çeşit ağızdan alma haplar kullandılar. Bu haplar pek fayda etmedi. Fakir mahallelerde açılmış aşı istasyonlarına bazen muayenehanesiz baba doktorlar yetişti; bir sürü çocukla kadın kurtarıldı. Hastalığın ehemmiyeti azalıp çoğalmadan bütün yaz devam etti. Olan olmuştu artık. Kışı, yağmurlan, meyvelerin sonunu, suların çeşmelerden kesilmesini yahut donmasını beklemekten başka çare yoktu. Hınzır mikrop soğuklara da tahammül ederdi. Ama ümit edildi. -4 derecei hararette lapa lapa karın yağdığı İstanbul’un sevimli, mesut, aç, tok, kış akşamlan beklenilir bir hale gelindi. Kimi kurtuldu, kimi öldü; İstanbul, bununla beraber ta teşrinlerin sonuna kadar yine yemişlerini yiyip suyunu kaynatmadan içerek, hatta dans edip denize girerek bu afeti kayıtsız atlatmaya çalıştı. Ayyaşlar, alkol mikrop tutmaz diye bol bol buzlu, buzsuz rakı içtiler.
Terleyen hasta olmaz, diyebilenler dans edip plaj plaj dolaştılar. Âlem yine o âlemdi. Yalnız bir aralık halin etrafında yaz başlangıcındaki çocuk akını durdu. Sonra eksildi. Daha sonra da birkaç soluk benizli serseriye inhisar etti. Tifonun salgın olduğu sıralardaydı ki Fahri, memleketinde yakalandığı bir sıtmayı, ondan mütevellit bir zafiyeti önlemek için Ada’ya tepdili havaya gelmiş, bir küçük oda kiralamıştı. Akşamları ateşini muayeneye devam ediyor, 37.1, 37.2 olduğu zamanlar ne olursa olsun denize giriyor, kendini iyi hissettiği günler bir garip iştihayla bol bol yemek yiyor, denizi, meltemi göğsü açık seyre dalıyordu.
Garip bir saadet içindeydi. Yalnız bu saadet, rahat değildi. Yoksa her şeyi tamamdı. Fakat rahat değildi. İçinde bütün bu zahiri huzura, sükûna rağmen bir çağıldayış, bir rahatsızlık hissediyordu. Bu garip değildi. Hikâyemizin biraz ötesinde anlayacağımız veçhile Fahri tifoya tutulmak üzereydi.
Melek, hiç olmazsa, Ada’ya yazlığa gelen Türk gençlerini dükkâna çekmek için öteki genç Rum berberin taktiklerine mukabele ediyor, bin bir masum hile icat ediyordu. Bunlardan bir tanesi Fahri’yi de onun dükkânına çekmekte gecikmedi. Bu basit, masum hile şuydu:
Fahri, havluları elinde banyodan dönüyordu. Dalgındı. Birçok şeyler düşünüyordu. Tam berber dükkânının önünden geçerken Melek, genç adamın geldiğini görmüş, pencerenin önüne geleceği zamanı hesaplamıştı.
Dükkânın dışarıya, yani sokağa açılan camını tam o sırada açmış, pervaz, genç adamın başına çarpmıştı. Berber kız tatlı, mahcup edalarla özür diledi. Fahri bu pek samimi özür dileyişteki asıl maksadı derhal çakmış, genç kız gülümsemiş, içi birdenbire gelen bir saadet hissiyle dolmuş, ıslık çalarak uzaklaşmıştı. Onda i bu huy eskiden beri vardı. Bazen kendisine bir çocuğun gülümsemesiyle, bazen yeni yapılmış bir tanışın samimi selamıyla, bazen, bir yerde birtakım insanlarla birdenbire ahbap oluşun verdiği saadetle günlerce mesut, şen olurdu. Deminki dalgınlık yerini şimdi etrafını daha iyi görmeye terk etmiş; haletiruhiyesi geçenlerin muhaverelerini dinlemeye, sokakta oynayan çocukların başını okşamaya müsait bir hal almıştı. Bir aralık kendi kendine: “Yarın varıp şu karakıza bir tıraş olayım” demişti.
Fahri’nin burada bir tek arkadaşı yoktu. “Tuhaf, züppe bir muhit içine düştüm” diyordu. Çoğu zengin tacir mahdumu Rum gençleri, bir Avrupa plajının kozmopolit insanları gibi hareket ediyorlar; sinemayı taklit ediyorlardı. Danslar gırla gidiyor, genç kızlar, “Nişanlı plajlarda bulunur” diye düşünüyor; genç erkekler, “Kız plajlarda kandırılır” diyorlardı. Genç insanlar başka bir şey düşünmüyorlar, büyük, cali kahkahalar atıyorlar, dans ederken -kendileri için değil- başka biri, hatta seyircilerden başkaları için oynuyorlarmış gibi bin bir gösterişli vaziyet takınıyorlardı. Hatta bazı Yahudi gençleri, gösteriş için neşelendiklerini anlatan hallerle beyhude sözlere gülüyorlar, en adi, tebessüm bile edilmeyecek şeylere, etraflarına bakıp bakıp iki ellerini kalçalarına dayayarak gülüyorlardı. Hele bir kısım “Levanten” insanlar vardı ki aman yarabbi!.. Sanki birer kolonizatördüler. Kendilerinden başkası yerli ahaliydi. Fahri, “Beyhude yere kızıyorum” diyordu, “Ben de onlarla olsam bilmeyerek aynı şekilde hareket etmeyeceğim ne malum? Zorla, gösteriş için bile olsa gülmek, gülmektir. Hoşça vakit geçiriyoruz, dedi miydi insanlar, yarı yarıya hoşça vakit geçirilmiştir.” Ya bütün mesele bir gruba dahil olmamaktan bir meclise girememekten doğuyorsa… Onun için Fahri, “Yarabbi” diyordu, “kiminle bir satır konuşabilirim, kiminle?”
Bir müddet Rum gençleriyle ahbaplık etmek istedi. Bunlar ötekilerine nazaran daha tabii, bayağı gülüşleri daha bol olmakla beraber, daha az sinirlendirici, jestleri daha serbest, çoğu güzel sesli, güzel yüzlü insanlardı. Bir iki kelime Türkçe konuştuktan sonra, meclislerindeki adama artık hiç ehemmiyet vermeden, yine Rumcalarına dönüyorlardı. Birtakım Türkler de vardı ki çoktandır Ada’da oturmaktan doğan bir kendini beğenmişlikle, adeta onlara yanaşıldığı zaman bile çekingen, üstün vaziyeti takınıyorlardı. Bu vaziyetlerinin şuna buna selam vermek, iki üç güzel kız tanımaktan ileri geldiği pek belli oluyordu. Fahri yerini yadırgamıştı. Akşam olunca kendisini bir garipseme alıyordu. Bir dost çehresine neler anlatılmazdı. Güneş batarken dünyaya öyle güzel, rengârenk ışıklar bırakıyordu ki… Sonra çam altlarından gözüken denizin o kartpostal manzarasında…
Bütün bunlar Fahri’yi yalnızlığın kötü zevkine daldırıyor, canı sıkılıyordu. Dalgın, meyus dolaşıyordu. Yatağına girdiği vakit uzun müddet uyuyamıyordu. Hayaller kuruyordu. Bir bacakları ateş gibi kızın, kendisini seveceğini hayal ediyordu. Bir motor, bir sandal alıyor, içine kızları dolduruyor, denize açılıyordu. Sağa sola dönüyor, uyuyamıyordu. Kalkıyor, masasının başına geçip defterine bir şeyler yazıyordu:
“193. Haziran 19 -Geçenlerde rıhtım tamir edilmeye başlandığı zaman Ada’yı, bir rençber akını doldurmuştu. Birtakım meçhul, kirli eşya sırtlarında, bir akşamüstü, o kadar sessiz vapurdan çıkar, kaybolur giderlerdi ki bu insanlar…
Bir tek kişinin Ada’ya gelmesi, ehemmiyetli -fakat zahirde ehemmiyet verilmez gözükmek şart- bir hadise olduğu, yine bir tek insanın bir son vapuru kaçırdıktan sonra, bütün ada sakinlerinin vapuru kaçıranın etrafına dizildiği, dedikodusuz bir adım atmaya imkân olmayan bu küçük memlekette bu adamlar nereye kayboluyorlardı?
Bir tanesine bir son vapurun ikinci mevkiinin dışarı tarafındaki sıralarda rastlamıştım. Uzun boylu, yüzü ergenlik içinde, pek genç bir adamdı. Kayserili olduğunu söylüyordu. Galiba sarnıç kazmaya geliyordu. Vapurda ona:
— Nereye çıkacaksın? Hangi iskeleye? demiştim.
Adam, benim çıkacağım iskelenin ismini vermişti. Doğrusunu isterseniz, ben kendisini Ada’da aramasına aramadım ama, bir ikinci tesadüfe pekâlâ sevinebilir, bu boş adamla deniz kenarındaki bir kanepede, o yalnız kaldığım akşamlar, tatlı tatlı konuşabilirdim. Adam inmiş, kaybolmuş gitmişti. Belki de hâlâ Ada’da sarnıcını kazmakla meşguldü.
Yabancı bir yere ilk defa inip hiç lüzumsuz, manasız bir his duymadan, toprağa -varsa bir battaniye atıp yıldız seyretmeden, memleket, sevgili, ıvır zıvır düşünmeden uyumak…
Belki böyle şey, iyi insanlara nasip oluyor. Belki biz zayıf, karışık, kötü insanlar, yabancı bir yerde ağlamaklı oluyoruz.
İnsanların oturduğu, tarlanın yeşerdiği, çocukların oynadığı toprak, neden insanoğluna yabancı olsun? Olmasın. Yalnız anamızın babamızın, sevgilimizin, arkadaşımızın zincirlerine bağlıyız da ondan bir türlü karışık hislerden kurtulamıyor, bir türlü rahat edemiyoruz.
Bu zincirleri kırmalıyız. Doğduğumuz yerden beş kilometre uzak da bir, beş yüz, beş bin kilometre uzak da bir olmalıdır. Orada da, bulursak battaniyemizi, bulmazsak Allah’ın kuru otlarını toplayıp uzanmalıyız. Toprak kazmaya gelen rençberler uyuyor. İyi, basit, bağlarını koparmış insanlar her yerde uyuyabilirler. Kendimi o rençberlerle beraber görüyor, onların yerine koyuyorum:
Ekmek, tuz, domates, iki nefes cıgara, bir iki toprak kazıcı arkadaş, bir fincan kahve günümüzü hoşça ikmal eder. Kötü rüyaları bol yemek yiyen midesi bozuklara terk ederek yukarıda saydıklarımıza küçük, basit, zararsız ilaveler, tarhlar yaparak yaşamak, bin türlü yaşama tarzından bir tanesidir. Bu şekilde yaşamak başkaları hesabına yapılmış bir fedakârlıksa, insan bilmeliydi. Yook!.. Bu bizden daha kötü vaziyette olanlara karşı zaruri bir feragatsa, bu şekilde yaşamak insanoğullarına şu zaman içinde mukadderse, hiç ehemmiyeti yoktu. Bu insanın nasibiydi. Binaenaleyh kâfiydi. O zaman güzel uykuları hep beraber uyurduk.
Fakat tavukların yumurtladığı, yumurtaların üstünde yirmi bir gün yatan tavuğun gagasıyla kırdığı yumurtadan altın piliçler çıktığı, sonra çayırlarda koyunların parlak tüylü kuzular doğurduğu, ılık, kumsal, sığ sularda büyük kefalların, levreklerin yüzdüğü denizler düşünülsün. O zaman ekmek, domates, tuzun bahtiyarlığı değil; iyi, sağlam, doğru düşünen insan bahtiyarlığını kavrarız.
Bırakalım bu bayat düşünceyi: Şu adam ekmek, domates, tuz yediği için güzel değildir. İyi uykularının, bahtiyarlığının sebebi, yalnız, ekmek, domates, tuz olamaz. Ekmek, domates, tuzda bahtiyarlığın sırrı ile vitaminleri yoktur. İyi, basit insanlar da levrekleri yumurtayla kızartıp kuzu kaburgasının leziz etini francalayla yerken şarap içebilir. Bol, çeşitli salatalardan atıştırabilir. Bu güzel rüyalara mâni değildir. Bilakis levreklerde, şaraplarda, pirzolalarda güzel rüyaları süsleyecek malzeme bol boldur. Kime söylüyorsun?.. Yol amelelerinin, toprak kazıcıların alınlarını şahadet parmağıyla silip terlerini sildikleri anda bir çınar gölgesinde böylece düşünüp kalıyorum.
Bir dost bulsam, onunla düşündüklerimi münakaşa edebilsem, ne iyi olurdu! Yalanı, gerçeği, iyiliği, fenalığı… Mevzu dolu kardeşlik! -Burada Fahri hep Fahrettin Asım’ı arardı.-
Çalışan, terleyen insanlara bakan bir adam -kim olursa olsun, ne olursa olsun- gıpta, acı, kendi kendine bile itiraf edilmeyen utanmayla karışık bir hüzün duymaz mıydı? Kim bilir belki de bu, insanda bir çalışmak, bir güzelliğe, bir saadete beraber ulaşmak insiyakının duyulması yahut uyanmasıydı. Eskiden beri bu nevi çalışanların yemek yiyişini, uyuyuşunu görenler bu hakikati hissetmişler, için için bu saadete gıpta etmişler, şaşırmışlardır.
Yahut içlerinden, kendi rahatsızlıklarının sebebini bir dakika anlayıp unutmuşlardır.”
Başkaları hesabına düşünen Fahri, burada bir dakika durur, sonra yine düşünmeye başlar:
“Önce acaba bu rahat uyuyan rençberler mesut mu? Orasını geç, mesuttur kabul edelim: Mademki bu yaz sıcağında yorgun fakat tatlı bir tebessümle uyuyorlar…
Bu rençberlere bakar gözükenlere gelelim: Bunlar acaba, ‘Oh! Elhamdülillah! Hayatta muvaffak oldum. Zengin oldum. Toprak kazmıyorum. Şu zavallılara bak! Yarabbim, sana hamdolsun! Ya onlar gibi olsaydım, halim nice olurdu? Nasıl çalışırdım bu göbekle?’ demiyorlar mı? Mükemmel diyorlardı ama bunu hiçbir zaman açıkça söylemiyorlardı. Bu içlerinde yarı his, yarı sevinç, hayır -bir yarı hamd halinde şekilleniyordu. Zahirdeyse onların bu çalışmasına büyük kıymet verdiklerini yanlarındaki ufak çocuklara ya söylüyorlar ya resimli kitaplarda okutuyorlardı. Bunlar hiç olmazsa, düşünenlerdi. En fenası, en kötü cinsi, lakayt gelip geçenlerdi. Yani bu ekmek, domates, tuz için çalışanları görüp de kafalarında ne bir sual ne bir cevap ne bir çareihal, hülasa bir kelime çıkmayan insanlar… Bunlar yalılarına rahatça dönüyorlardı. İştahları kaçmadan yemek yiyorlar, balkonda ‘çeşit’ cıgaralardan tüttürüyorlar, vapurlara çoluk çocuk Fransızca nidalarla işaret ediyorlar, radyolarının düğmesini Paris’e getiriyorlardı. Bazıları da bol sofradan kalkarken:
— Allahım, olmayanlara da ver diyorlardı.
Eğer yukarıda Allah varsa muhakkak aczinden ter ter tepiniyordur. Ben de rençberlere bakarak çınar altında hafif bir uyku kestiriyorum…”
Defterini kapar, yatağına uzanır, gözlerini uzun zaman uyanık olarak kapardı.
Günlerden bir salı mıydı, çarşamba mıydı? Fahri, birdenbire, berber kızın onu dükkâna çekmek için yaptığı şakayı hatırlayıverdi. Vakit öğleden sonraydı. Yatağının üzerine şöyle bir uzanmış, mahalle içinin gürültüsünü dinliyordu. Bir türlü uyuyamıyordu. Gözlerini kapayınca, içine yığın yığın kadın hayali birikiyordu. Ta eski çocukluk zamanında sevdiği büyük kızları, ilk delikanlılığının bin korku, bin iç ezilmesiyle, bin pişmanlıkla yaklaştığı kötü evleri…
Hayır, bu öğle sıcağında, bu çeşit heyecanlandırıcı şeyler düşünmektense hiç istirahat etmemeli. Dağ bayır dolaşmalı, daha iyiydi!
Şimdi köyden biraz uzakta, yukarıda, çam kozalakları sıcaktan patır patır patlıyorlardır. Reçina kokuyordur. Nereden estiği meçhul bir rüzgâr, çamları söylendiriyordur… Fahri yataktan atladı. Soluğu sokakta aldı. Niyeti tepelere çıkmaktı. Uzaktan, denizi altında uzak, masmavi görmek, insana yaşamak, bağırmak, gülmek, şarkı söylemek, kuvvetlenmek arzusu veriyor. Artık ne bu yatağın sıcaklığından, yumuşaklığından doğma şehvet; ne bu her gün kendi keyfilerinden, zevklerinden başka bir şey düşünmeyen, para hırsıyla şehirden sararmış, yorgun dönen babalar; ne de bu bir kız kandırmak için, bütün güzel şeyleri, arkadaşları, güzel yerleri, hatta denizi -tepeden seyredilen bu iç açıcı, yaşadığını hissettirici maviliği- bir hasbıhali feda eden, kötü Amerikan şarkıları müptelası, küme küme ayrı ayrı olmayı seven gençler düşünülür yukarıda. Yukarıda, onlar düşünülse bile, “Ne yapsınlar? Herkesini dünyadan bir zevk alma tarzı vardır. Bırakalım onları! Bakalım kendi yalnızlığımızla hallihamur olmaya” denecek kadar insan sakinleşir. Deniz bir bromürdür.
Çarşıdan geçiyordu. Tam Melek’in dükkânı önünden geçerken birdenbire durdu. İçeriye baktı. Berber kız bir koltuğun içinde küçülmüştü. Başı önüne sarkıyordu. Uyuyor gibiydi. Fahri, dükkânın eşiğine ayağını daha koyar koymaz genç kız yerinden fırladı.
Uykudan uyanmış gibi yapan çocukların yalancıktan haliyle gözlerini ovuşturdu. Yavaşça gerindi. Esnedi. Siyah önlüğünü iten göğsü sıcak, sabun kokulu dükkânın havasını içine doldurdu; bir müddet boşaltmadı.
Fahri bir koltuğun içine yerleştiği zaman kalbinin hızlı hızlı attığının farkına vardı. Bir derin, içini çeker gibi nefes aldı. Yüzü yanıyordu. Elleri terlemeye başlamıştı.
Arkasında makas şıkırdıyor. Konuşmuyorlar… Tam iki buçuk saatte saçları kesilmişti. Sıra sakalına geldiği zaman başını kaldıran Fahri, aynada genç kızla göz göze geldi. Genç kız hafifçe güldü. Fahri de… Biraz sonra ikisi de kahkahayla gülüyorlardı.
Fahri:
— Galiba akşam oldu Melek Hanım! dedi.
Genç kız:
— Hiç duymadık ama, dedi.
Dostlukları böylece başlamış oldu.
Fahri sabahleyin uyandığı zaman, duyduğu şeyin bir iştahsızlıktan başka bir şey olmadığı zehabındaydı. Gece yatakta, her zamanki gibi iyi şeyler düşünmüştü: Sabahleyin güzel bir deniz banyosu yapacak. On bir kırk beş vapuruna dara dar yetişecek. Yelkovan kuşlarının bir deniz kırlangıcı haliyle sürü sürü geçtiklerini, kaybolduklarını seyredecek.
Öğle yemeğini nerede yemeli? Küllük’te mi? Belki orada, belki başka bir yerde. Deli Hafız’da yahut, bunun ehemmiyeti yok! Sonra eve uğrayacak, saat beşe doğru Beyoğlu’nda bir aşağı bir yukarı dolaşacak.
Kim bilir, belki canının çektiği gibi bir kız bulur da sinemaya giderler. Sinema karanlıktır…
Sonra bu anda uyku ile uyanıklığın temas noktasında, bir bulanıklık hissetmişti. Neredeyse uyuyacaktı. Yarınki projelerinin neresinde kaldığını çoktan unutmuştu. Ağır ağır zihnini toparlamaya çalışıyor ama imkân yok! Artık üçte iki uyuyor sanki!
Yeniden, işte bir birahaneye daldığını, bir iki bardak bira içtiğini, yine vapura dara dar yetiştiğini görüyor. Sarayburnu önünde Boğaz rüzgârını hisseder gibi olmuştu. Bu arada Melek’in dudaklarının çıtırdısını duydu. Ağzında bir esmer cildin, başkalarında kırmızı olması lazım gelen dudaklarının adeta siyah renginin, adeta çıtırtılı temasını, burnunda yine o cildin içten içe çocuk, tüy kokusunu duymuştu.
“Ah! Nasıl uyusam, nasıl uyuyacağım Allahım! Nasıl?” Derken horoz sesleri duymuş, sabahı uzun, yetişilmesi pek güç bulmuş, o zaman uyumuştu.
Uyandığı zaman, “İşte… dün akşam yatarken yaptığım basit hulyaların hakikat olmasına hiçbir mâni olmaması, bana bu isteksizliği veriyor” diye düşünmüştü. Yataktan kalkmak bir mesele halini almıştı. Her an yeniden dalıyor, uyuyor mu, rüya mı görüyor, yoksa hasta mıdır? Anlamıyordu.
Silkindi. Yataktan hızla kalktı. Başı birdenbire dönmüştü. Karyolanın topuzunu zor yakaladı. Aynaya koşup yüzüne baktı; san değildi. Dilini çıkarıp ona da baktı. Dili paslıydı. Gözlerinde sıtma geleceği günlerde olduğu gibi bir parlaklık vardı. Uyumadığı zamanki gibi bir üzüntü hissetti.
Kafasının içinden: “Bende bir gayri tabiilik var, anlayamıyorum nedir?” diye sorduğu halde dilinin ucunda bir Rumca şarkı vardı. Şarkıyla beraber adeta bir başka kafayla düşünmekte devam ediyordu: “Bu baş dönmeleri sıtmaların yadigârı, geçecek. Gözlerimin parlaklığı o dün geceki uzun zaman uyumamaktan muhakkak, o da geçecek. Giyinelim; şarkımıza devam edelim; zaten kesmedikti ya! Dışarıyı, güneşi, güzel insanları düşünelim.” Plajda soyunduğu zaman vücuduna dikkatle bakıyor: “Hafif kıllı, oldukça kalın bir vücut. Bu vücutta hastalık uzun zaman barınamaz. Hele böyle nihayet bir kansızlıktan ibaretse… İki günde bu kanı yenilerim. Sabahları yumurta içer… Öğleyin kanlı biftek yerim. Akşamları birkaç bardak bira içerim; şişmanlatır, iyidir. Bol salata yemeli, bol… Ama sıtma? Ha! Sahi be! Tifo da var ortalıkta…”
Denizden her zaman duyduğu hazzı bir türlü alamıyor. Nerede o, sahilden şöyle iki yüz metre açıldıktan sonra gittikçe genişleyen manzara? Nerede o, arkaüstü adaya karşı yatıp çamları seyrettiği zamanki nefis rahat haletiruhiye?
Tüyleri diken diken… Her zamanki huzur yerine, saadet hissi yerine bir isteksizlik, bir zevk almayış, bir ürperme, üşüme… Kendini birdenbire güneşin, güzel kızların, yanık, altın bacaklı balıkçı çocuklarının arasında müthiş bir hüzne kaptırdı. Neredeydi? Bu dünyanın nesinden zevk almalıydı? Sonra Melek hatırına geldi.
“Hiç olmazsa şu dünya yüzünde biri beni seviyor” diye düşündü. Melek’i, Melek’in yanında olduğu zaman seviyordu. Onun yanında küçülüyor, büyüyordu. -Fransızca şarkıdaki gibi: “Je me sens tout petit…”- Fakat ondan ayrılır ayrılmaz yine bu kendisini çok dinleme illetine yakalanıyordu.
Öğleye doğru bütün bu kriz geçmişti. Vapurun güvertesinde, yelkovan kuşlarını seyretmek için bakındı. Bütün o kuşlar, kaybolmuşlardı. Hiçbir şey göremedi. Sonra yunuslar çıktılar. Vapur boyunca koştular. Birdenbire hayatı sevmeye başlamıştı. Ona, bu denizden bir metre yukarıya canlı fışkıran mahluklar yaşadığını hissettirdi. O da kendini örten bir atmosferden bin metre yukarıya fırlamış gibiydi. Bugün ölü, Fahri’ye bugün manasız, sevimsiz gelen bukalemun deniz, şimdi ona içinde âlemler, yaşayanlar, birbirini yiyenler, yumurtlayanlar, çiftleşenler, ormanlar, dalgıç Ragıp Efendi’nin hazinelerle batmış gemilerini düşündürdü.
Akşama kadar yüz arkadaşına rastlamıştı. Kimi onu şişmanlamış, kimi zayıflamış, kimi gözlerini kanlı, kimi yüzünü kırmızı, kimi onu güneşten fazla yanmış, kimi güzelleşmiş, kimi çirkinleşmiş bulmuştu.
İnsanlar birbirlerinin sıhhatleri, hastalıklarıyla ne kadar yakından, lüzumsuz da olsa, bir alaka duyuyorlardı. Arkadaşlarından bir tanesi: “Yahu! Senin ellerin ateş gibi yanıyor; yüzün iyi maşallah ama… Senin ateşin var kardeşim… Hasta mısın?” deyince fena halde içerledi. Kanının beyniye çıktığım duydu. Bu fazla alakalardan canı sıkıldığını ihsas edercesine, “Bir şeyim yok arkadaş” demişti, “turp gibiyim!”
Hiç de turp gibi değildi. Vapura bindiği zaman kendini çok yorgun hissetmiş, kendini alt kamaraya dar atmıştı. Orada gözlerini kapamasıyla uyuması bir oldu. Kınalıada’da vapurun gürültüsü durunca uyandı. Titriyordu. İneceği yere müthiş bir nöbetle indi. Dişleri birbirine vuruyordu. Kalabalık iskeleden nasıl geçtiğini bilmedi. Melek’in dükkânından geçerken hafifçe bir selam verdi. Perişan bir halde yürüdü. Yatağa kendisini atar atmaz uzun müddet ısınamadı. Sonra ateş içinde kaldı. Yorganı atmak istiyor, her tarafı yeniden ürperiyordu. Canı soğuk bir limonata istiyor. Bir tarhana çorbası olsa… Bir kocaman biftek, bir büyük bira bardağı, bir roka salatası…
Melek, Fahri’nin selamından kuşkulanmıştı. Tıraş ettiği müşterinin lakırdılarından hiçbir şey anlamıyor. Neredeyse usturayla adamın burnunu kesecek. Her zamanki itinayı göstermeden bu sert sakallı adamı çabuk atlatmak için çareler düşünüyordu. Ne lüzumu vardı? Atlatamayacaktı. Birdenbire işi bırakıp, “Allah belanı versin herif! Bu sert sakalını kesemeyeceğim senin. Git, öteki berbere tıraş ol!” deyiverecekti. Adamın gözleri kapalıydı. Bir kadın elinin yüzüne değmesinden haz duyduğu pek belliydi. Melek usturayı adamın yüzünü kabartacak şekilde, hızlı hızlı gezdirdi. Adam, gözlerini açmıştı. Gülümsedi. Memnundu. Bir dakika sonra, müşterinin saçlarım kolonyalarken bütün hırsıyla parmaklarını saçlarının arasına soktu, ovaladı. Adam memnun memnun sırıttı.
Müşterinin arkasından sokağa fırladı. Koştu. Fahri’nin odası zemin katındaydı. Pencerenin camına vurdu. Gözlerine ellerini siper edip içeriye baktı. Camın dışından güldü. Sonra evin açık kapısından içeriye daldı. Fahri kapısını kilitlemişti; kapıyı ona nasıl açtığını, nasıl açabildiğim hatırlamıyor.
Melek, genç adamın başına elini koyar koymaz, içi yanmış gibi oldu. Bu ne ateşti yarabbi!..
Fahri hemen hemen kendini kaybetmişti.
“Anne” diyordu, “başıma sirke koy…” Bir çocuk, bir on iki yaşında çocuk küçüklüğüyle mızmızlanıyor hatta güzelleşiyordu.
O gece dükkânı Rıza kapadı. Melek, sabaha kadar bu perdeleri sımsıkı inik odada, Fahri’nin alnındaki sirke bezlerini değiştirdi. Bir doktor getirmek aklına neden sonra gelmiş, sokağa fırlamıştı. Kimseler yoktu. Yarı yolda bu fikrinden vazgeçti.
— Beyhude, dedi.
Kendi vaziyetini bir an düşündü. Bu fazla ileri gitmek olacaktı.
— Yarın… Yarın olsun da hayrı beri gelsin, dedi.
Tekrar hastanın başucuna geldi. Fahri uyuyor, sayıklıyordu. Kız yarı uyanık, yarı uyur vaziyette, bir sandalyenin üstünde sabahı buldu. Hasta deli gibi uyuyordu.
Melek eve gün doğarken döndü. Babası kapının önündeydi. Kızını görünce, geceden beri hazırladıklarını, birer birer, fakat yarısını unutarak boşalttı. Bunlardan bir tanesi, en hafifi olmakla beraber en yürek paralayıcı, her şeyi aydınlatanı “Rezil olduk”tu. Rezil olmak… Doğru. Rezil olduk. Ancak bu sözle Melek vaziyetin vehametini kavramıştı. Dışarda bütün gözler kendisine bakacaktı. Bir genç adamın evinde sabahlamak ne demekti? Hastaymış… Ne olursa olsun! Burada çamların altında, her türlü kepazelik yapılabilir; bunlar olağan şeylerdir: Kimse rezil olmaz, dedikodu yapılır gerçi ama kimse kimsenin yüzüne karşı, “Çamlarda şununla şöyle yaptın, böyle ettin” diyemez. İma edilirse buna pek ehemmiyet verilmez. Fakat bir delikanlının odasında, alnına bezler koymak… Kim bilir ev sahibi matmazel, anahtar deliğinden kendisini nasıl seyretmiştir. Yarın durup dinlenmeden dolaşacak, için için gülerek, istavroz çıkararak, ağzından zevkten sular akarak önüne gelene anlatacaktı…
Zaten hemen bütün çarşı, Melek’in dükkânı açık bırakıp deli gibi, o siyah bıyıklı delikanlının evine koştuğunu öğrenmişti, öteki genç berberin etekleri zil çalıyordu. “Artık hiç kendini bilen bir kimse ona tıraş olmaz” diyordu. Birdenbire Melek uyanmış gibi oldu. O zaman babasının bağırdığını duydu. Babası haykırıyordu:
— … Yarın hesap soracağım o heriften. Görecek gününü o! Elâlemin kızını ayartmak ne demekmiş…
O zamana kadar başı önüne eğik, her söze, her şeye, her bakışa, her imaya katlanmaya karar vermiş olan Melek haykırdı:
— Sakın ha! dedi. Bunu yaparsan beni yok bil. Kaçar giderim. Bir daha yüzümü göremezsin. Hem bilirsin beni… Yapar mıyım yaparım. Ne söyleyeceksen, söyle! Boşalt içini! Ama o adama bir tek söz söyleme! İçini boşaltmak istediğin zaman, gel yanıma. Söv, say, döv, zararı yok! Ama dikkat! Ona laf yok! İşte şu iki gözüm önüme aksın, çıkar giderim.
Rıza yelkenleri suya indirmek lazım geldiğini hissetmişti.
— Ama canım… dedi.
Bir müddet ikisi de sustular. Rıza birdenbire gene ateşlendi:
— Ne aması be! dedi. Ben burada eşek başı mıyım? Bütün kuvvetiyle genç kıza bir tokat indirdi. Melek bir sandalyenin üstüne çökmüş ağlıyordu. O da boşanmıştı:
— Dayanamadım, seviyorum baba. Sen dayanabilir misin? Belki kırk derece ateşi vardı. Sayıklıyordu. Ana, diyordu, başıma sirke koy! Ana gibi baktım ona.
— Alsın seni öyleyse.
— Belki alacak baba, ne biliyorsun? Belki alır, mecbur değil ki… Aramızda bir şey geçmedi ki… Sanki öteki kızlar bir delikanlıyla konuşmuyor mu? Bir değil on tanesiyle konuşuyorlar. O elini elime sürmemiştir benim.
— Sus, yalancı!
Melek sustu. İçi rahat, huzur içindeydi. Şimdi yarın sokağa bir kahraman gibi çıkmayı, etrafına lakayt, mağrur bakmayı düşünüyordu.
Babasının, “Bu işi üç güne kadar temizlersen temizlersin, yoksa ben yapacağımı bilirim!” demesini yarı işitti. Sandalyenin üstünde uyuyakaldı. Rıza ayakta bir müddet kızım seyretti. Sonra yavaş yavaş yaklaşarak genç kızın saçını okşadı. Elini Melek’in önlüğünün cebine doğru uzattı. Bir kâğıt paranın ucu gözüküyordu. Onu çekti aldı. Fakat bir türlü yürüyemedi. Tekrar döndü. Kızının omuzlarından sarstı:
— Melek, dedi, ben dükkânı açmaya gidiyorum. Bir şey lazımsa alayım. Sende para var mı?
Melek gözlerini açmadan elini cebine vurdu. Gene uyudu. Bu hareket, al parayı, demekti.
Bu sefer Rıza birkaç ufaklık daha bulunan cebi kâmilen boşaltarak sokağa fırladı.
Ada’da insanları üç dört türlüye ayırırsak, birincileri balıkçılar teşkil eder. Bunlar da üç kısımdır.
Birinci kısım gösterişsiz, sakin, sessiz, mağrur gibi gözükürler. Çoğunun saçı sakalı ya erken ağarmıştır yahut yaşlıdırlar da hâlâ genç fakat saçları vaktinden çok evvel ağarmış gözükür. Bunlar kimseyle konuşmaz. Artık onlar sandallarla dost, küreklerle sıkı fıkı, ağlar, oltalar, flok, bocurumla içli dışlı olmuşlardır. Onların bazen yüksek sesle, bu eşyayla konuştuğunu görürseniz şaşarsınız.
Mağrur gözükmeleri, ekseriya balığa yalnız çıkmaları lazım geldiği için, vakitlerinin çoğu ağ tamir etmekle, balıksız, yardımsız günler görmekle, kendi kendilerine sövmekle, düşünmekle geçtiği için sakin, az konuşur adamlar olduklarındandır. Bu birinci kısım balıkçıların öteki, daha tecrübesiz balıkçılar nezdinde ayrı birer şöhreti vardır. Bu şöhreti fazla gevezelik alır götürür. Belki de bunu bildiklerinden çok söylememeye mahkûmdurlar. Mağrur değildirler.
Kendilerine bir laf atılmaya bakar. İlk sevgiyi daima başkalarından görmek isterler.
Kendilerine laf atıldı mı o zaman, o insan yüzüne hiç bakmayan, lafa hiç karışmayan adamın birdenbire çocuk gözleri aldığı görülür. Balıklar hakkında, fırtına hakkında, istediğiniz kadar dedelerden dedelere artmış yarı masal, yarı hakikat, yarı şiir malumatı alabilirsiniz. Ondan sonra artık dostsunuz. O zaman anlarsınız ki o mağrur zannettiğiniz adam, sadece ciddi bir adamdır.
Balıkçılar üç kısma ayrılır demiştik. Birinci kısmı yukarıda anlattık.
İkinci kısma gelince: Bunlar çok geveze, orta yaşlı adamlardır. O, saçı sakalı erken ağarmışlardan sabah erkenden malı alırlar. Sokakta satmaya çıkarlar. Ellerinde leğenlerle dolaşırlar. Malı ucuza kapmışlardır.
Kapı önlerinde pazarlık ederken her yalan uydurulabilir. İstanbul’da barbunya balığının kilosu dört yüz kuruştur. Burada biz üç yüze veriyorsak canımız İstanbul’a inmek istemediği içindir.
Üç yüz kuruşa barbunya balığı alan çorbacıya, ayaküstü anlatılan hikâyeler köyün hadiseleridir. Yine barbunya ucuza gelmiştir. Bu havadis iki yüz elli değer.
Üçüncü kısma gelince: Bunlar öteki ihtiyar balıkçılara ciddiyetlerinden, ötekilerine gençliklerinden ötürü benzerler. Sandallarını alır, giderler. Haftalarca gözükmezler. Hayırsızlar’da her türlü balık vardır. Orası, zengin bir balık memleketidir. Sonra Hayırsızlar’da gece bir rüya kadar tatlı, kısa; gündüzler, eski zaman çocuk oyunları kadar şiirli, eğlencelidir. Kolyoz orada sürülerle gezer. Orada “iskorpit” balıklarının en büyükleri olan kızıl dikenli “lipsos”lar bulunur. Büyük dragonyalar insanı bir vurdu muydu…
Oraya balık almaya İstanbul’un Kumkapı, Yenikapı semtlerinden sandalcılar gelir. Adaya günlerce dönülmeyebilinir. Bir başka sandal onların ekmeklerini dört beş günde bir getirir. Bütün bir ayı Hayırsızlar’da geçirmiş balıkçıların adaya döndükleri zamanki hali müthiş bir şeydir…
Cepleri az çok para görmüştür. Hayırsızlar’da ne yenir? Balık, ıstakoz, böcek, bazen Sivriada’nın tavşanı… Bunlar parayla mıdır beyim? Günde bir ekmek lazımdır ama… Başka hiçbir masraf yoktur. Cıgaraysa Kumkapı’dan gelenlerden otlanır. Daha olmazsa içmeyiverilir. Cep dolu dönüldüğü zaman yapılacak şey, sarhoş olmaktır. Marika bir zamandır çamlarda başka erkeklerle şarkı söylediği için dertlenir insan: Çeker kafayı, basar kalayı… Bu arada, Hayırsızlar’dan özlenmiş, her yeri gözde büyümüş, her hatırası tatlılaşmış insan dolu adada, üç gün perişan, serseri, sersem, afallamış dolaşılır. Bu muydu, oradan gece yarısı küçük ışıklarını gördükleri insanlar kaynaşan güzel adalar?..
O tatlı, şarkılı geceler, o şık, temiz insanlar, o yalnız gülen kızlar bu muydu? Bir gün tekrar, bıkkın demir alınır, palamar çözülür, flok açılıp kürek çekilir. Varılır tekrar Hayırsızlar’a. Oh!.. Cennete varılmıştır! Ne içki, ne karı… Şimdi balık; başka bir şey düşünmeye vakit yok… Cepte geçen seferden artma iki banknota yenilerini ilave etmeye bakalım. Balık curum halinde.
En küçük balıkçının sesi pürüzsüzdür. En yeni Yunanistan plakları söyler. Arada bir, bir kadeh duziko çekilir… Günler geçer. Tekrardan o ara sıra yalnız Heybeli ile Büyükada taraflarının ışıkları değil de ışıklarının alevi gözüken memleket içten içe, ağır ağır aranılmaya başlar. Bir gün gelir ki, yine orası, ışıkların yandığı, kadınların sahilde gülüşerek dolaştığı, kumları çıtırdayan rıhtım ölesiye özlenmiştir. Adamın burnunda tüter.
İşte bu balıkçılar da ihtiyarlayacaklar. Onlar da ötekiler, o beyaz bıyıklılar gibi mağrur susacaklar. Hepsinin hayatında birer macera, birer masal bulunacak. En güzel olta kullanan şu sarışın, en güzel serpme atan şu esmer, en güzel ağ tamir eden, en çok taş bilen şu bacak kadar çocuk olacaktır. Çok konuşmayacaklar. Eski günleri hatırlamayacaklar. Gençliklerinde, dünya onlar için Hayırsızlar’dan öteye varmamıştır, ihtiyarlıklarındaysa bir türlü okutamadıkları, içi deniz içi gibi zehirli, derin mahluklar olan torunlarla uğraşmaktan, ağ örmeye vakit yoktur.
Torunlar balıkçı olmasınlar diye her şey yapılır. Balıkçı bir gün sandal dolusu, ertesi gün, daha ertesi gün, olta kıpırdamaz. Onun için çocukların balıkçı olmamasına gayret edilir; beyhude gayret!
★
Hikmet’in “Barba Todori”nin torunu Aleko’yla Hayırsızlar’da balığa gittiği günden bugüne kadar, tam yirmi beş gün geçmişti. Aleko’nun dedesi meşhur barbunyacı Todori torununu zaman zaman merak ediyordu artık. Fakat “Barba Todori”nin merakı, Matmazel Fotika’nın göçü Gebecioğlu Rafael Bey’in mahdumu balığa çıktığı zamanki -adayı, karakolu, yani milleti, hükümeti telaşa verdiği- merak cinsinden değildir.
Bunu böylece söyleyen meşhur Berber Dimitro’dur. Şimdi çok ihtiyarladı. Ali Rıza’nın o kış günü bir haftalık sakalını tıraş etmeye geldiği günden bugüne, tam beş kocaman sene geçti; laf değil! Dimitro berber ihtiyarlamıştır ama yine lafı gediğine koymasını bilir: Kendisine tıraş olmaya ömrü ceddince gelmeyeceğini sezen, uzak memleketinde olduğu gibi bin cakayla bir iyilik etme dalaveresiyle bu eşrafsız adanın eşrafı olmaya yeltenen, ötekine berikine evvela güya iyilikler yapan, sonra da emirler vermeye kalkan Gebecioğlu’nun arkasından işte Dimitro berber böylece söylemekle intikam alır. Bu Dimitro berberin hınç alma tarzıdır. Dimitro rahatlıyor ya, mesele yok!.. Yetmiş iki yaşındaki Barba Todori kahvede her zamankinden daha mı az kalıyor, daha mı sakin oturuyor, ara sıra oynadığı prafayı oynuyor mu, erkenden kahveden çıkıp gidiyor mu?
Hemen Barba Todori’nin torunu Aleko’yu merak ettiğini, fakat bu merakın Gebecioğlu’nun merakı gibi olmadığını, Dimitro berber çatlasa söyleyecektir. Kahvedeki mektep hocası bu lakırdıya için için sırıtacaktır, Venizelos’un Girit’te isyanı günleri müthiş faal siyasi günler geçiren Dimitro berber, meşhur adamın ölümünden sonra, artık eski merakı gene bıraktı.
Dünyada ne oluyordu? İngiliz, Fransız, Alman, Rus… Bu dünya olup bitenini ancak daskalos, fevkalade cins usturuplu, ağzı burnu yerinde Rumcasıyla, Dimitro’ya izah edebiliyordu. Daskalos ciddi, sağlam görüşlüydü. Muallim Bey’in fikri böyle miydi? Bu iş böyledir. Dimitro’nun da fikri budur.
Onun için daskalosu güldürecek her lakırdı, mühim lakırdıdır. İşte o gün de kahvede önce köy ahvalinden bahsedilmiş, sonra Barba Todori’nin Aleko’yu merakı meselesine geçilmişti. Yirmi sekiz gündür Yassı’dalar. Çocuğun daha ilk çıkışı. Dört gün için gitmişlerdi. Todori’nin merak etmeye yerden göğe kadar hakkı vardı. Tam bu sırada da Barba Todori dükkânın sütçüye açılan kapısından çıkıp gitmişti ki kahvenin önündeki rıhtıma bir sandal yanaştı. Sandalın içinden Hikmet’le beraber çok iri yapılı, kara kaşlı, kara gözlü kocaman bir çocuk rıhtıma çıkmıştı.
Ancak kahveden içeriye adımlarını attıkları zaman onları herkes tanıdı:
— O Aleko, diye haykırdı daskalos.
— Vire Hikmet, dedi zayıf kahveci.
Müthiş bir bora atlatmışlardı. Sırsıklamdılar. Kahveciye:
— Bize iki adaçayı yap, dediler.
Üstleri başları balık kokuyordu. Hikmet’in sakalı uzamıştı. Aleko’nun yüzü simsiyahtı. Sakalında çok seyrek iki kıl uzanmıştı. Adaçayı bardağını iki avuçlarıyla tutarak içiyorlardı. Kahvede yalnız daskalosla Dimitro, bir de yeni kahveci kalmıştı. Lafı Muallim Bey açtı. Ortaya:
— Yirmi sekiz gündür oradasınız değil mi? Sonra Aleko’ya dönerek:
— Deden merakta… dedi
Aleko yetişen bir erkek haliyle, lakaytlığıyla güldü, omuz silkti:
— Denbirazi, dedi.
Dimitro:
— Balıkçı merakı, çorbacı merakına benzemez. Çok doğru söyledin Aleko, zararı yok!
Daskalos:
— Hikmet… Seni de merak eden birisi vardır elbet.
Dimitro:
— Elbette… muhakkak… muhakkak, diye söylendi.
Hikmet kızarmıştı. Dimitro’ya sert sert baktı.
Dimitro:
— Seninkinin dükkânı kum gibi işliyordu. Şu birkaç güne kadar başını kaşımaya vakti yoktu… dedi. Manalı manalı sırıttı.
— Peki ne oldu? dedi Hikmet. Şu birkaç günde ne oldu ki?
Daskalos’la Dimitro birbirlerine gülümseyerek baktılar. Sonra Aleko’yu gösterir gibi bir hal aldılar. Aleko çayını bitirmişti. Bir cıgara yakmıştı. Duvardaki “Kinalaroş” ilanının siyah saçlı, kırmızı yanaklı, yakası kırmızı güllü kadınına bakıp düşünüyordu. Hikmet:
— Aleko, dedi, sen eve git koca herif sevinsin.
— Sahi be, dedi Aleko, ben onu unutmuştum.
Bir koşu gitti. O zaman söze kimin başlayacağı bir mesele olmadan birinin ağzından öteki kaparak olanı biteni Hikmet’e anlattılar.
Matmazelin Dimitro’ya sabah sabah anlattıklarını Dimitro aynen ezberlemişti. Hikmet sararmış, ses çıkarmıyordu. Cıgaranın birini söndürüyor, ötekini yakıyordu. İki adamın yakasından tutmak, bir dut silker gibi silkmek, ağızlarında, içlerinde kalan daha ne varsa biraz daha çabuk düşürmek istiyordu. Fakat onlar buna hacet bırakmadan her şeyi anlattılar. Dimitro’ya bir müşteri geldi, kalktı. Daskalos’la yalnız kalan Hikmet’in hiç sesi çıkmıyordu. Muallim gözlerini ona çevirmişti. Hikmet’in masaya dikilmiş gözleri bu sefer Daskolas’a dikildi. Sabit, kindar baktı.
Daskalos bir:
— Söylememeliydik sana bunu, dedi. Ama nasıl olsa öğrenecektin.
— Ziyanı yok hoca mersi, dedi Hikmet, sokağa fırladı.
Melek bir müşteriyi tıraş ediyordu. Hikmet’i görünce sevinçle güldü.
Sonra Hikmet’in yüzündeki karışıklığı fark edince her şeyi anladı. Demek yememişler içmemişler, daha çocuk toprağa ayak basar basmaz olanı biteni yalan olarak anlatmışlardı.
Melek biraz sarardı. Elleri hafifçe titredi.
Müşteri gittikten sonra:
— E… Anlat bakalım Hikmet Ağabey? dedi. Nasıl balık var mıydı?
Hikmet cevap vermiyordu.
— Otur, dedi Melek berber koltuğunu göstererek, otur, seni bir tıraş edeyim. Sakalın bir karış.
Hikmet, ihtiyatsız bir yürüyüşle koltuğa yanaştı. Kararsız vaziyetlerle oturdu. Bütün tıraş müddetince Melek, konuşulması lazım gelmeyen şeyler konuştu. Hikmet yine cevap vermiyordu. Burun kanatları oynuyordu. Sıra saçlarına gelince -Melek’in bir kolonya şişesine elini attığım görerek:
— İstemez, dedi, kuru kuru tara!
Koltuktan kalktı. Melek’in elinde fırça vardı. Koltuklarından kızı yakaladı.
— Nerede oturuyor, söyle? dedi. Kahvede söylediler ama unuttum. Söyle!
Gidip öğreneceğim nasıl olsa… Söyle, hadi!
— Şeyde… dedi Melek, Fotika’nın evinde…
Hikmet dışarıya, berber dükkânına kindar bir göz attıktan sonra, fırladı. Soluğu Fotika’nın evinde aldı. Fahri yataktaydı. Sakin gazete okuyordu. Ateşine bakmıştı: 37,3. “Birkaç gün daha yatak” demişti doktor. Bu bir paratifoydu. İtina lazımdı. Tifoya çevirebilirdi. Bilhassa yiyeceğe çok dikkat etmeli. Suyu kaynatmadan içmemeli… ilah.
Fahri, Hikmet’in lakırdısını çok işitmişti. Fahri adaya geldikten hemen bir buçuk ay sonra Melek’le ahbap olduğu o günlerde de Hikmet Hayırsız’a gittiği için kendisini görmemişti. Fakat Melek, Hikmet ağabeysinden çok bahsetmişti. Kapıdan içeri giren bu zayıf yapılı, heyecanlı, sarı yüzlü, seyrek saçlı gencin Hikmet’ten başka birisi olmadığını derhal anlamıştı.
— Fahri Bey, siz misiniz? dedi Hikmet. Sonra kızgın:
— Bana bak! diye başladı. Sen…
Fahri birdenbire sözünü kesti:
— Durun, dedi, işi ben anlatayım. Önce şunu bilmiş olun ki, Melek’le bugünlerde nişanlanacağım. İlk yataktan kalktığım gün şehre ineceğim, yüzüklerle döneceğim. Kim bilir size nasıl anlattılar? İstanbul’dan kırk derece ateşle döndüğüm gün, kendimi kaybetmişim, Melek gelip kurtardı. Sabaha kadar başucumda bekledi. Başıma soğuk sular, sirkeler koydu. Bir ana gibi baktı. Bütün köy aleyhimize işte bu sebepten döndü. Dedikodular bu yüzden. Aramızda en küçük rabıta olmasa dahi sizce bir arkadaşlık, insaniyet vazifesi değil midir?
Bunu, belki iki erkek arkadaş olursak, birbirimize yapmaya vicdanen mecbur olduğumuz halde, aynı şeyi bir kadının bir erkeğe yapmasını, kendini vicdanen, merhameten mecbur addetmesini neden bu kadar huşunetle karşılıyoruz? Böyle olması, böyle yapılması, Melek’in bana yaptığı şekilde hareket edilmesi lazım gelmez mi? İnsanların bunu anlamamalarına imkân görmüyorum. Nitekim dedikodulara dikkat ederseniz hep aynı şekilde. Benim hastalığımdan hiç bahseden yok. Melek geceyi benim odamda geçirmiş, bu kadar! Neden geçirmiş acaba? diye kimse sormuyor. Böyle bir sual hatırlarına geliyor ama sormuyorlar. Çoğu pekâlâ benim müthiş bir sıtma nöbeti içinde sayıkladığımı, hâlâ yataktan kalkamadığımı biliyor da yine söylemiyor. Onlar da biliyor ki Melek geceyi benim odamda geçirmesinin mâkul bir sebebi vardır. Vardır ama onlara da dedikodu lazımdır. Belki size de hastalığımdan bahis bile etmediler, öyle değil mi?
— Evet, dedi Hikmet.
Düşünüyordu. İçi bu delikanlıya, gözleri içeri çökmüş, elmacık kemikleri fırlamış, sakalı hafif uzamış adama karşı hem muhabbet, hem hasetle doldu. Kıskanıyordu. Başına Melek’in sirke koyduğu zamanki hali gözünün önüne getiriyor. Kim bilir nasıl, ne dostça, ne sevgilice bir başa ıslak bezler koyuştu bu!
— İyi, güzel söylüyorsunuz ama insanlar…
Sözünü ikmal etmedi. Mahcup bir yüz aldı. “Kötü yüreklidir” diyecekti. Diyemedi.
Fahri, Hikmet’in bu andaki bütün hislerini anlamıştı. Birdenbire çok samimi oluvermek kafasından geçmişti.
— Beni de bir gün, dedi, Hayırsızlar’a götürür müsünüz? Hiç gitmedim. Nasıl yerdir?
— Güzeldir beyim, dedi Hikmet, sonra ayağa kalktı. Geçmiş olsun! İnşallah nişanda bulunurum! Bir akşam hep beraber eğleniriz. Allahaısmarladık!
Elini cebinden çıkardı. Ufak paraların üstüne sert bir cismin düştüğünün sesi işitildi. Bu bir balıkçı çakışıydı. Fahri bu şıngırtıyı duydu. Elini uzattı. Hikmet’in elini sıktı.
Hikmet kapıdan çıkınca bütün dünyanın rengini değiştirdiğini fark etti. Birkaç bardak bira bile içmek istemedi.
— Keşke, dedi, adam ters ters konuşsaydı. Ne yapalım deseydi kız bana vurgun!..
O zaman ona gösterecekti hanyayı konyayı! Ümitsiz bir haldeydi. Bir yokuş tırmanıyordu. Biraz sonra bir evin önünde durdu. Parmaklarıyla bir birinci katın, ışık sızan camını vurdu.
Bir ihtiyar adam pencereyi açarak baktı. Geleni tanımaya çalıştı. Hikmet:
— Aleko evde mi? diye sordu.
— Evde, dedi ihtiyar. Rumca:
— Aleko seni çağırıyorlar, diye bağırdı..
Kapıdan Aleko iki büklüm eğilerek gözüktü. Gelene baktı:
— Sen misin Hikmet? dedi. Ne var?
— Ben gidiyorum, dedi Hikmet, birkaç gün sonra Yuvakim’le gelirsin. Allahaısmarladık.
Aleko:
— Deli misin yahu, dedi.
Fakat işittiremedi. Hikmet yokuşu koşarak iniyordu. Dışarıda bir eylül sonu rüzgârı esip duruyordu.
Hikmet, Ada’nın lodos tarafındaki büyük kayaların önünde yıldırım süratiyle kayan sandalın dümenine nasıl hâkim olabildiğine hâlâ şaşmaktadır. Tam iki saat dalgalarla çarpıştı. Bir aralık civadıra flokla beraber uçup gitmiş, orta yelkeni zor indirebilmişti. Fakat rüzgâr şimdi Hikmet’i yelken haline sokmuştu. Sandalın sürati hâlâ müthişti. Bu gidişle tam üzerine doğru gittiği Yassıada’nın kayalarına düşecekti. San-dalın dibine çöktü. Yalnız iki eli dışarıdaydı. Dümeni kullanıyordu. Dümenin her an kırılmak ihtimali vardı.
O zaman Bozburun açıklarında soluğu alırdı. Belki de sandal devrilirdi. Hikmet korkmuyordu. Hatta itiraf edilmez bir garip temennide de bulunmuyor değildi: Fırtına daha şiddetlensin!.. Sandalın içine yatmak, sandalı dalgaların keyfine büsbütün bırakmak…
Üstü başı sırsıklam. Dişleri birbirine vuruyor. Melek’in genç adamın başına sirke koyduğu geceyi, kendine mahsus teferruatıyla süslüyor.
İşte bütün adada ışıklar sönmüştür. Melek mumu yakıyor. Ne tuhaf bu ada! Hasta sayıklıyor… Melek’in küçük, ince seslerle ağladığını bile tahayyül etti. Bir aralık kafasını kaldırıp baktı. Dalgaların arasında belli belirsiz bir ışık gördü. O ışığa doğru dümeni kırdı.