Andrei Tarkovski Filmlerinin Felsefi Dayanakları – Ben Wilson

Andrei Tarkovski Filmlerinin Felsefi Dayanakları

Ivan’s Childhood (1962)

blank

Tarkovski’nin ilk uzun metrajlı filmi Ivan’s Childhood, yönetmenin kariyerinin devamında çekeceği filmlere kıyasla, daha net bir olay örgüsüne sahip ve alışılageldik sinema geleneklerine daha yakın bir noktada duruyor. Filmin ana karakteri olan Ivan, İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet ordusu için çalışan 12 yaşındaki bir yetim. Ivan’ın ordudaki görevi, sınırın diğer tarafına geçerek Alman ordusu hakkında bilgi toplamak; yani bir nevi casusluk. Kimi rütbelilerle iyi ilişkiler kurmasına rağmen, Ivan’ın kendisine hiç dikkat etmediğini, sürekli ciddi tehlikelerle karşı karşıya gelişini izleriz film boyunca. Aile fertlerinin hayatlarına mal olan savaşın yarattığı dehşete şahit oldukça Ivan’ın da kendini sakınma duygusu körelmiş gibidir.

Ivan’ın film boyunca karşımıza çıkan en dikkat çekici özelliklerinden biri karmaşık bir insan doğası temsili sunmasıdır. Onun stabil bir duygu durumu yoktur, karşılaştıkları karşısında hissettikleri sürekli değişir. Lakin Ivan’s Childhood, ana karakterinin doğasından çok, onun eylemlerini tetikleyen sebeplerle ilgilidir. Bu noktada Jean-Paul Sartre’ın “Savaş hayatta kalanları dahi öldürür” sözünü hatırlamakta fayda var. Zira insan doğası ve insan hayatı çok kırılgan bir yapıdadır, karşılaşılan kötülüklerden kolaylıkla etkilenir.

Andrei Rublev (1966)

blank

Andrei Tarkovski’nin sıradaki çalışması Andrei Rublev’i, yönetmenin sinema anlayışının şekillendiği film olarak tanımlayabiliriz. Film, sanatçı Elim’in öfkeli bir güruhtan bir sıcak hava balonu vasıtasıyla kaçma girişimini izlediğimiz sekansla açılır. Bu sahne Tarkovski’nin Sovyet rejimiyle yaşadığı sürtüşmeler sonrasında bu ideolojiden uzaklaşmasının bir yansıması olarak okunabilir. Hatta o dönem benzer durumlarda olan sanatçıların ruh hâlinin bir alegorisi olduğunu da söyleyebiliriz.

Andrei Rublev, filme adını veren sanatçının felsefi ve ruhani mücadelelerine eğilen dokuz bölümden oluşur. Fakat film genel anlamıyla inançla ilgilidir; özellikle de Tarkovsky’nin bir sanatçı, bir yaratıcı olarak deneyimlediği inançla. Zira, Rublev film boyunca sanat eserleri ortaya koyar, fakat bunların tamamına yakını yok edilir. Yaşadıkları karşısında sanatçı susar ve sanatı üzerinden konuşmaya devam eder. Bu durumla Tarkovsky’nin üzerinde çalıştığı bir filmi, devletle girdiği tartışma sebebiyle yok etmesi arasında da bir bağlantı kurulabilir.

Rublev, birçok modern sanatçının yüzleştiği zorluklarla karşılaşır ve onlara karşı inancını canlı tutmaya çalışarak mücadele eder. Filmin epilogunda da bunun karşılığını alır ve unutulmaz bir sanat eseri yaratır.

Solaris (1971)

blank

Tüm zamanların en başarılı ve felsefi bilimkurgu filmlerinden biri olan Solaris, geniş okyanuslarla kaplı bir gezegeninin çevresinde bulunan Solaris isimli uzay istasyonunda görevlendirilen Kris Kelvin isimli bilim insanını takip eder. Lakin buradaki okyanusların duygusal özellikleri vardır, manipülatifler ve psikolojik olarak güçlüdürler. Ve film bu özellikleri başarılı bir şekilde seyirciye yansıtır.

Solaris daha çok aşk ve kimlik kavramı üzerine bir filmdir. Filmde, ölmüş eşi Khari’nin okyanus tarafından yeniden yaratıldığını ve bunun Kris üzerinde yarattığı etkileri izleriz. Fakat bunlar gerçek midir, yoksa bölgenin yarattığı bir yanılsama mıdır sorusu, filmin anlatısının da temelini teşkil eder. Khari’nin yeniden yaratılmış hâli, onun hatırladığı şeyleri hatırlar, tıpkı onun gibi davranır ve eşi Kris’i onun sevdiği gibi sever. Kris onun farklı biri mi, yoksa gerçekten Khari mi olduğunu sorguladıkça filmin anlam derinliği artar. Tarkovski’nin ise bu soruya biraz üzücü ama bir o kadar da pratik bir cevabı vardır.

The Mirror (1975)

blank

The Mirror, aslında bir rüyadır; 40’larındaki ve ölmekte olan bir adamın geçmişinden hatırladığı kesitlerden oluşan bir rüya. Bu geçmiş kesitleri, aynı zamanda Tarkovski’nin de yaşamından izler taşır. Annesi, çocukluğu ve savaş büyük yer kaplar bu anılarda. Ve tabii ki bu bir Tarkovski filmi olduğu için, her zaman görünenden daha derin anlamlar taşır ve bu anılar güzel göründükleri gibi alegorik yönlere de sahiplerdir.

The Mirror, Tarkovski’nin en politik filmidir belki de. İmajların ve anıların gelişimi, masumiyetin kaybını ve bir tür çürümenin yükselişini takip eder. Bu durum sadece kişisel anılarla sınırlı kalmaz elbet; Rus devletinin içinde bulunduğu dönemin de bir yansıması olarak filmde yer alır. Buradan da yönetmenin Sovyetler Birliği hakkındaki fikirlerine ve hayal kırıklıklarına dair çıkarımlar yapılabilir.

Filmin rüyavari tonu, o dönem çok popüler olan psikanaliz yöntemiyle izlediklerimizin analiz edilebilmesi olanağını açık bırakır. Acaba bu rüyalar Rus devleti tarafından analiz edildi mi, edildiyse film neden sansüre takılmadı; burası ciddi bir merak konusu.

Stalker (1979)

blank

Tarkovski’nin imza attığı bir diğer bilimkurgu filmi olan Stalker, Bölge olarak adlandırılan bir alana doğru yapılan bir yolculuğu konu alır. Bölge’nin özelliği, içine girenlerin en derin arzularını gerçekleştirdiğine inanılan bir oda içermesidir. Buradaki en derin arzu vurgusu önemli, çünkü bu zaman zaman kişinin bilinçli olarak tuttuğu bir dilek olmayabilir. Bu noktadan kaynağını alan film, doğaüstü olanın gerçekliği nasıl etkilediği üzerine kafa yorar.

Stalker, Tarkovski’nin diğer filmlerinin de önemli temalarından biri olan inanç üzerinedir. Buradaki inanç kavramı, orada aradıklarını bulacaklarına inanarak odaya doğru yolculuğa çıkan kişilerin inancıdır aslında. Aynı zamanda Stalker’ın temelinde bilgi ve kişilik kavramlarının sorgulaması da yatar. Kişiler, Bölge’nin etkileriyle değişirler ve odaya girdiklerinde neyle karşılaşacaklarına dair en ufak bir bilgileri yoktur.

Tarkovski, Bölge’nin ve doğaüstü güçlerinin kontrol ediliş biçimi üzerinden Sovyetler Birliği’ne dair eleştirilerde de bulunur. Bölge’de tekrar tekrar gördüğümüz, suların altında kalmış, çürümekte olan sanat eserleri üzerinden de sanata ve sanata verilen değere dair fikir yürütür yönetmen.

Stalker, bir yanda da Tarkovski’nin Ivan’s Childhood’da sorduğu soruya geri döner ve hayatın anlamına ve bireylerin hayatlarını uğruna devam ettirecekleri bir varlığa yönelik bir arayışa varır. Ve filmde bu anlam, Bölge’nin sunduğu umut ve bozulmuş insan doğasının umutsuzca ihtiyaç duyduğu “öteki dünya” arayışıdır.

Nostalghia (1983)

blank

Andrei Tarkovski’nin Sovyetler Birliği dışında çektiği ilk film olma özelliğini taşıyan Nostalghia; Andrei Gorchakov isimli, bir 18. yüzyıl bestecisini araştırmak için İtalya’da olan ve Rusya’ya döndükten sonra intihar eden bir Rus yazarı takip eder. Gorchakov araştırmasını sürdürürken, Domenico isimli biriyle tanışır. Herkesin deli olduğunu düşündüğü Domenico, yanan bir mumla bir havuzu geçmeye çalışır ve bunu başarırsa dünyanın kurtulacağına inanır.

Nostalghia da yönetmenin diğer filmlerinde eğildiği felsefi konuları içerir. Örneğin Stalker’da olduğu gibi bireylerin inandığı bir şeyin doğaüstü sonuçlar doğurması konusuna bu filmde de rastlarız. Lakin, burada inanılan şey bir alan ya da yer değil, eylemdir. Nostalghia’nın diğer Tarkovski filmlerinden ayrıştığı nokta ise inanç kavramına yaptığı varoluşçu katkıdır.

Domenico’nun deli olarak tanımlanmasına rağmen, dünyayı günah ve lanetlenmeden kurtarabileceğine inanıyor oluşu; Kierkegaard’ın İbrahim’in, Tanrı’yla olan doğrudan iletişimine güvenerek hayatını bu doğrultuda riske atması hakkındaki düşünceleriyle paralellik taşır.

The Sacrifice (1986)

blank

Yönetmenin son filmi The Sacrifice, Alexander isimli bir adamı, onun oğlunu ve bu ikilinin inançla ilişkilerini merkezine alır. Alexander gazetecilik yapmakta olan eski bir aktördür, toplumdan izole bir yaşam sürer ve bir yandan da tek oğlunu yetiştirmekle meşguldür. Yakınlarda yaşayan Maria’nın ise doğaüstü güçlere sahip, bir tür cadı olduğu düşünülür. Tarkovski buradan, dünyada yaşanan nükleer savaş gerginliği ve soykırıma dair bir anlatı çıkarır.

The Sacrifice, bir ya da birkaç kavramla ilgilendiği söylenemeyecek kadar geniş bir anlam dünyasına sahiptir. Metafizikten estetiğe, nihilizmden paganlığa kadar birçok kavramı filminin içine yedirmiştir Tarkovski. Fakat filmin ana damarı, özellikle Heidegger ve Nietzsche üzerinden varoluşçulukla inanç kavramının girdiği çatışmadır. Bu iki yazarın eserleri daha çok insana ve insanın dünyadaki varlığına dair fikirler içerir. Kierkegaard’a göre ise insanın özü ve varlığı Tanrı ve inanç kavramlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Tarkovski de The Sacrifice’da bu fikre tabiri caizse kucak açar. Özellikle Kierkegaard’ın “Korku ve Titreme” kitabındaki İbrahim temsiliyle, bu filmdeki Alexander karakteri büyük bir benzerlik taşır.

Bu filmiyle birlikte Tarkovski, hayat felsefesine dair çok net doneler sunar. Ona göre insan doğası çok zayıftır; Alexander ölümden kurtulabilmek adına akla gelebilecek her şeyi dener. İnanç, sevdiklerimizi korumak noktasında son derece etkili ve güçlüdür. Ve son olarak, İbrahim’in Tanrı inancını diğer her şeyin üzerine koyar; onu hayatın kaynağı olarak gösterir.

Çeviri: filmloverss
Kaynak: Taste of Cinema

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz