Amin Maalouf : Bu çağda herkes kendini biraz azınlık, biraz sürgünmüş gibi görüyor

Ne çok insan kendini boşluğa kaptırıp ne olup bittiğini anlamaktan vazgeçmiştir. Ne çok insan etraflarındaki dünyanın nüfuz edilmez, düşman, insan yiyici, aklını kaybetmiş, şeytani olduğuna bir kere karar verdiği için evrensel kültüre yapacağı katkılarından vazgeçmiştir.

Panteri evcilleştirmek

Bu deneme, ne önceki sayfalarda ne de bundan sonrakilerde, dünyalılaşma kavramının kapsadığı durumların -ekonomik, teknolojik, jeopolitik… – bütününü kucaklamaya çalışmıyor: tıpkı ilk bölümlerde geniş kimlik kavramını didik didik incelemeye çalışmadığı gibi. Burada da hedef çok daha alçakgönüllü, çok daha belirgin: şu dünyalılaşma denen şeyin kimliğe ilişkin davranışları nasıl azdırdığını ve günün birinde bunları nasıl daha az ölümcül hale getirebileceğini anlamayı denemek.

Düşüncelerim bir saptamadan yola çıkıyor: bir toplum modernlikte “yabancı eli” görüyorsa, onu reddetmeye ve ondan korunmaya eğilimli oluyor. Müslüman-Arap dünyası ve ona Batı’dan gelen her şeyle olan karmaşık ilişkileri hakkında konuşurken bundan uzun uzun söz etmiştim. Dünyalılaşma konusunda da yeryüzünün farklı köşelerinde benzer bir olgu gözlemlenebilir. Eğer bunun milyonlarca ve milyonlarca hemcinsimizde, nefret ve kin dolu, kendi kendini yok edici, sistemli bir red tepkisi yaratmasının önüne geçilmek isteniyorsa, kurulmakta olan küresel uygarlığın sadece ve sadece Amerikalı gibi görünmemesi çok önemlidir; herkesin kendini bu uygarlığın içinde biraz görebilmesi, herkesin kendini bir parça onunla özdeşleştirebilmesi, hiç kimsenin onu kendine iflah olmaz biçimde yabancı, dolayısıyla da düşman görmeye itilmemesi gerekir.

Burada da anahtar-ilke olan “karşılıklılık” ilkesine göndermede bulunmak bana yararlı görünüyor: bugün her birimiz en güçlü kültürlerden gelen sayılmayacak kadar çok unsuru zorunlu olarak benimsemek durumundayız; ama aslolan hepimizin kendi öz kültürünün bazı unsurlarının da -insanlar, modalar, sanat eserleri, kullanım eşyaları, müzikler, yemekler, sözcükler…- Kuzey Amerika da dahil, bütün kıtalarda benimsendiğinden ve artık bütün insanlığın ortak evrensel mirasına dahil olduğundan emin olmasıdır.

Kimlik önce simgeler, hatta görünüşler işidir. Bir topluluğun arasında benimkiyle aynı tınılara sahip isimleri olan, aynı ten rengine ya da aynı benzerliklere, hatta aynı kusurlara sahip insanlar gördüğümde, kendimin böyle bir topluluk tarafından temsil edildiğini hissedebilirim. Bir “aidiyet” zinciri beni onlara bağlar, bu zincir ince ya da kalın olabilir, ama kimliği dış görünüşte olanlar tarafından hemen fark edilir.

Bir topluluk için gerçek olan, sosyal bir grup için, ulusal bir toplum ya da küresel bir toplum için de gerçektir. Nerede olunursa olunsun, insanların bu kimlik işaretlerine, bu ötekine doğru köprülere -bu hâlâ kimlik ihtiyacını doyurmanın en “uygar” tarzıdır- ihtiyacı vardır.

İç gerilimlerini azaltmak söz konusu olduğunda bu tür dış görünüşlere dikkat eden bazı toplumlar, dünya planında farklı kültürlerle ilişkiler söz konusu olduğunda daha az dikkatlidirler. Elbette Birleşik Devletleri düşünüyorum. Orada ister Polonya, İrlanda, İtalya, Afrika, ister İspanya kökenli olsun, insan ne zaman televizyonun başına geçse kaçınılmaz olarak Polonyalı, İrlandalı, İtalyan, Afrikalı ya da İspanyol isim ve yüzlerin resmi geçidini seyreder. Bu kimi zaman o kadar sistemlidir, o kadar “yapma”, o kadar “anlaşmalı”dır ki, insan sinirlenir. Azınlıkları olumsuz tarafından gösteriyor izlenimi vermemek için polisiye dizilerin onda dokuzunda tecavüzcü sarışın mavi gözlüdür; suçlu siyah, onu kovalayan detektif beyaz olursa, polis şefinin siyah olmasına dikkat edilir. Sinir bozucu mu? Belki. Ama Kızılderililerin veletlerin çılgınca alkışları altında kitleler halinde biçildiği eski kovboy ve kızılderili filmleri hatırlandığında, bugünkü tutumun ehven-i şer olduğu söylenebilir.

Gene de bu dengeleyici uygulamalara hak ettiklerinden fazla değer vermek istemem. Çünkü bunlar bazen ırkçı, etnik ya da başka türlü önyargıların gerilemesine yardımcı olmakla birlikte, çoğu zaman sürüp gitmesine de katkıda bulunuyor. Aynı ilke adına -“hiçbir Amerikalı gördüğü ya da duyduğu bir şey karşısında kendini hakarete uğramış hissetmemelidir”- ekranda beyaz bir adamla siyah bir kadın ya da beyaz bir kadınla siyah bir adam arasındaki her türlü birleşme hemen hemen yok sayılmıştır, çünkü kamuoyunun bu tür karma ilişkiler karşısında rahat olmadığı söylenir. Yani işler öyle ayarlanır ki herkes kendi “kabilesiyle” “görüşür”. Burada da her şey o kadar sistemli, o kadar önceden kestirilebilirdir ki, insan çileden çıkar, hatta onuru kırılır.

Bunlar çocuksulaştıran tektipliliğin sapmaları… Ama benim gözümde, bunlar bugün ABD’de geçerli olan ve her yurttaşın, özellikle de her “azınlık mensubunun” televizyon seyrederken orada geçen isim ve yüzlerde kendini bulabilmesi ve kendini ulusal toplumdan dışlanmış hissetmemesi için olumlu olarak temsil edildiğini görmesi gerektiğine dayanan bu basit düşüncenin doğruluğunu ortadan kaldırmıyor.

Daha geniş bir çerçeveye aktarılması gereken bir düşünce: madem ki bugün bütün bir gezegen aynı görüntülere, aynı seslere, aynı ürünlere ulaşabiliyor, bu görüntülerin, bu seslerin, bu ürünlerin bütün kültürleri temsil etmesi, herkesin bunlarda kendini bulması normal olmaz mıydı? Her toplumun içinde olduğu gibi, küresel düzlemde de, ötekilerin arasında yaşayabilmek için hiç kimsenin, utançla dinini ya da rengini ya da dilini ya da ismini ya da kimliğini oluşturan herhangi bir öğeyi saklamak zorunda kalacak derecede kendini hakarete uğramış, alaya alınmış, değer verilmemiş, “umacı gibi gösterilmiş” hissetmemesi gerekirdi. Herkesin başı yukarda, korkusuzca ve hınç duymadan aidiyetlerinin her birini içine sindirmesi gerekirdi.

Halihazırdaki dünyalılaşmanın tek yönlü işlemesi felaket olurdu, bir yanda “evrensel vericiler”, öte yanda “alıcılar”; bir yanda “norm”, öte yanda “istisnalar”; bir yanda dünyanın geri kalanının onlara bir şey öğretemeyeceğini sananlar, öte yanda dünyanın asla kendilerini dinlemek istemeyeceğine inananlar.

Bunları yazarken sadece hegemonya eğilimini düşünmüyorum, ama gezegenin faklı köşelerinde kendini gösteren, bir bakıma birincinin tersi ya da negatifi olan ve bana aynı derecede kötü gelen başka bir eğilimi de düşünüyorum: küsme eğilimi.

Ne çok insan kendini boşluğa kaptırıp ne olup bittiğini anlamaktan vazgeçmiştir. Ne çok insan etraflarındaki dünyanın nüfuz edilmez, düşman, insan yiyici, aklını kaybetmiş, şeytani olduğuna bir kere karar verdiği için evrensel kültüre yapacağı katkılarından vazgeçmiştir. Ne çok insan kurban rolüne sığınmaya istek duymuştur – Amerika’nın kurbanı, Batı’nın kurbanı, yeni teknolojilerin kurbanı, medyanın kurbanı, değişimin kurbanı… Bu insanların kendilerini gerçekten de haksızlığa uğramış hissettiklerini ve bu yüzden acı çektiklerini hiç kimse inkar edemez; bana talihsiz gelen onların tepkileri. Saldırıya uğramışlık zihniyeti içine kapanıp kalmak, kurban için saldırının kendisinden de yıkıcıdır. Üstelik bu, bireyler için olduğu kadar toplumlar için de geçerlidir. İçine kapanır, etrafına barikatlar yığar, kendini her şeyden korur, içine atar, aramaktan vazgeçer, keşfetmekten vazgeçer, ilerlemekten vazgeçer, gelecekten, şimdiki zamandan ve ötekilerden korkar.

Böyle tepki gösterenlere hep şöyle demek gelir içimden: bugünün dünyası sizin hayalinizdeki dünyaya benzemez! Her şeye kadir karanlık güçler tarafından yönetildiği doğru değil! “Ötekiler”e ait olduğu doğru değil! Kuşkusuz değişimdeki baş döndürücü hız gibi dünyalılaşmanın boyutları da hepimize olan bitenler tarafından bir istila edilmişlik ve olanların seyrini değiştirmede yetersiz olduğu duygusu veriyor. Ama bunun, merdivenin en tepesinde görmeye alıştığımız kişiler de dahil, son derece paylaşılan bir duygu olduğunu sürekli hatırlamak çok önemli.

Daha önceki bir bölümde çağımızda herkesin kendini biraz azınlık, biraz sürgün gibi hissettiğini söylemiştim. Çünkü bütün topluluklar, bütün kültürler kendilerinden daha kuvvetliyle boy ölçüştükleri ve miraslarını bozulmadan koruyamadıkları izlenimindeler. Güney’den ve Doğu’dan bakıldığında, egemen olan Batı’dır; Paris’ten bakıldığında egemen olan Amerika olur; oysa ABD’ye doğru yol alırsanız, ne görürsünüz? Dünyanın bütün çeşitliliğini yansıtan ve hepsi de kökenlerindeki aidiyetlerini vurgulama ihtiyacını duyan azınlıklar. Siz bu azınlıkların arasında dolaşırken, iktidarın beyaz adamın elinde olduğunu, Protestan Anglo-saksonlar’ın elinde olduğunu binlerce kez işitirken, birden Oklahoma City’de korkunç bir patlama olur. Sorumlular kimlerdir? Tam da, kendilerinin azınlıklar arasında en ihmal edilen ve aşağılanan gruba dahil olduklarına ve dünyalılaşmanın “onların” Amerikası’nın çanına ot tıkadığına inanan Anglo-sakson ve Protestan beyaz adamlar. Dünyanın geri kalanının gözünde Timothy McVeigh ve yardakçıları, gezegene hakim olacakları ve geleceğimizi ellerinde tutacakları düşünülenlerin etnik profiline sahiptir; kendi gözlerindeyse, onlar ellerinde en ölümcül silahtan, yani terörizmden başka bir şeyleri kalmayan, soyu tükenmeye yüz tutmuş bir türden başka bir şey değildir.

O halde dünya kime ait? Hiçbir özel ırka, hiçbir özel ulusa değil. Tarihin öteki anlarından çok daha fazla olarak orada kendine bir yer açmayı isteyen herkese ait. Kendi yararına kullanmak için oyunun yeni kurallarını -ne kadar şaşırtıcı olsalar da-kavramaya çalışan herkese ait.

Doğru anlaşılsın, içinde yaşadığımız dünyanın çirkinliklerini bir tesettür peçesiyle örtmeye çalışmıyorum, bu kitabın başından beri yaptığım, sadece onda yolunda gitmeyen şeyleri, aşırılıkları, eşitsizlikleri, ölümcül kontrolden çıkışları kınamak; benim bir parça hararetle karşı çıktığım şey, umutsuzluk eğilimi, “dış” kültürlerin sahiplerinde son derece yaygın olan, buruklaşıp, boynunu bükerek, edilgenliğe sığınarak ve bu durumdan ancak başarısızlığa mahkûm şiddet yoluyla çıkmaktan ibaret o tavır.

Dünyalılaşmanın kültürdeki çeşitliliği, özellikle de dillerin ve yaşam biçimlerinin çeşitliliğini tehdit ettiğinden kuşku duymuyorum; hatta, sonraki sayfalarda yeniden söz etme olanağını bulacağım gibi, bu tehdidin geçmişte olduğundan son derece daha vahim olduğuna inanıyorum; ne var ki bugünün dünyası tehdit altındaki kültürleri korumak isteyenlere kendilerini koruma fırsatlarını da sağlıyor. Yüzyıllardır olageldiği gibi ilgisizlik içinde çöküp yok olmak yerine, artık bu kültürler ayakta kalabilmek için mücadele etme olanaklarına sahipler; bunları kullanmamak saçma olmaz mıydı?

Çevremizde gelişen teknolojik ve sosyal altüst oluşlar, herkesin yarar sağlayabileceği ve hiç kimsenin -Amerika’nın bile!-dizginleyemeyeceği bir karmaşıklık ve genişlikte tarihi bir olgu oluşturuyor. Dünyalılaşma, “kimilerinin” dünya üzerinde hükmettirmeye çalışacakları “yeni bir düzen”in aracı değil, ben bunu daha çok, içinde aynı anda binlerce cirit oyununun, binlerce güreşin yapılacağı ve herkesin zapt edilmez bir kakafoniyle kendi şarkıları, kendi silahlarıyla girebildiği, her yanı açık, uçsuz bucaksız bir arenaya benzetirdim.

Mesela internet, dışardan ve peşin bir güvensizlikle bakıldığında, bu dünyadaki güçlülerin, sayesinde ahtapot kollarını bütün dünyaya uzattıkları sanal bir gezegen canavarı; içerden bakıldığındaysa İnternet, herkesin keyfince kullanabildiği yeterince eşitlikçi bir alan ve içinde dört hınzır öğrencinin bir devlet başkanı ya da bir petrol şirketi kadar etkili olabileceği müthiş bir özgürlük aracı. İngilizcenin üstünlüğü ezici olmakla birlikte, güncel çeviri alanında bazı buluşlarla -henüz emekleme döneminde, henüz çok yetersiz ve kimi zaman gülünç bir etki yapan, ama gelecek için umut vermekten de uzak olmayan buluşlar- desteklenen dil çeşitliliği her gün biraz daha gelişiyor.

Daha genel olarak, yeni iletişim araçları çağdaşlarımızın çok büyük bir kısmına, bütün ülkelerde yaşayan ve her türlü kültür geleneğinin taşıyıcısı olan insanlara, yarın ortak kültürümüz olacak şeyin oluşturulmasına katkıda bulunma olanağını sunuyor.

Dilinizin ölmesini önlemek istiyorsanız, bağrında büyüdüğünüz kültürü dünyaya tanıtmak, saygı duyulmasını sağlamak ve sevdirmek, ait olduğunuz topluluğun özgürlüğü, demokrasiyi, onuru ve refahı tanımasını istiyorsanız, savaş önceden kaybedilmemiş demektir. Her kıtadan gelen örnekler zorbalığa karşı, karanlıkçılığa karşı, ayrımcılığa karşı, küçümsemeye karşı, unutuluşa karşı ustaca mücadele edenlerin, çoğu zaman davalarını kazandıklarını gösteriyor. Açlıkla, cehaletle ya da salgın hastalıklarla mücadele edenlerin de. Dahice, sapıkça ya da gereksiz de olsa bir fikri olan herkesin, bunu hemen o gün onlarca milyon hemcinsine ulaştırabileceği şaşırtıcı bir dönem yaşıyoruz.

Bir şeylere inanıyorsanız, içinizde yeterince enerji, yeterince tutku, yeterince yaşama iştahı taşıyorsanız, bugünün dünyasının sunduğu kaynaklarda düşlerinizden birkaçını gerçekleştirme olanağını bulabilirsiniz.

Amin Maalouf  
Ölümcül Kimlikler

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz