“Aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği…”* İnsan Olmanın (ve Kalmanın) Etiği – Temel Demirer

temel-demirer“Olmamışa hüzün, olabileceğe umut…”[1]
Doğrudur; bu yabancılaşma dünyasında insan olmak (ve kalmak) hem çok zor, hem de bunun bir etiği ile “olmazsa olmaz”ları var.[2]

Kolay mı? Richard Wagner’in, “Maymundan geliyor olmanın pek de önemi yok aslında, önemli olan ona doğru gidiyor olmamak,” notunu düştüğü sürdürülemez kapitalizmin dünyasında; Woody Allen’in işaret ettiği üzere, “Cevap evet de, soru neydi?” trajedisi yaşanırken; “Kapitalizm bireyci olduğunu iddia etmesine rağmen bireyin kendisini ifade etmesine izin vermiyor,” Jean-Luc Marion’un belirttiği üzere…
Gerçek şu: İnsan doğulmuyor, insan olunuyor ve tekrar edelim: Bunun da etiği ile “olmazsa olmaz”ları var.

* * * * *

“Kabaca” hareketlerimizi yönlendiren kurallara etik denirken; kadim Yunan’da “İyi yaşam ve ruhun mükemmelliği”yle açıklanan etik, sınıfsal ve sosyal gerçeklerle ilintili olarak insanın tutunduğu yol göstericidir.

Evet etik (ethic); insan(lık)ın ahlâka (moralite) ilişkin davranışlarının doğurduğu soru(n)ları ele alan felsefe dalıdır.

Nihayetinde insanî bir duruştur; öz-denetimdir…

Düşünce ve davranışların yönlendirilmesinde, yol gösterendir…

İnsan olmak (ve kalmak) felsefesidir. “Vicdan”la doğrudan ilintilidir.

Ona geleceğin “insanî ahlâk”ı da denilebilir.

* * * * *

Geleceğin “insanî ahlâk”ı: O, estetiğin kendisi olacaktır.

Antik Yunan’da “aisthetikos” yani “duygusal algılama” sözcüğünden gelen estetik, sanatın felsefesi olarak sunulsa da; insanın insana kulluk etmediği geleceğin dünyasında insan(lık)ın ahlâkı da olacaktır.

Kolay mı?

Güzel(likler)in bütünüdür estetik.

“Ne güzeldir?” sorusunu “İnsana ne güzel görünür?” sorunsalına çevirir O…

Temeli, Platon’a uzanan güzellik felsefesi; Alexander G. Baumgarten’in “Aesthetica” başlıklı yapıtında işaret ettiği üzere estetik, bir çeşit mantıktır; -kendi deyimiyle- “Mantığın küçük kız kardeşi”dir.

Estetik ile mantık bitişik nizam dururlar…

Martin Wittgenstein’e göre de, güzel, estetik gibi geniş bir alanı kapsayan disiplinin tek başına konusunu oluşturamaz. Bu nedenle “Güzel” der Wittgenstein, “Bir sıfattır ve bunun belli bir niteliği vardır. Yani, güzel olma niteliği…”

“Estetik”, “güzel”le özdeş midir? Bu iki kavramın -belki tam olarak aynı olmasalar bile- yakın akraba oldukları kesin.

Önemli bir şey daha: “kitsch”in düşmanıdır estetik.

Hayatın ve sanatın birleşmesinden doğan disiplindir o.

Nihayetinde estetik, güzel olanı aramak ve duyumsamaktır; güzel üstüne düşünme sanatıdır.

İnsan(lık)ın sınırsız hayal/düşünce dünyası ve mücadelesinin ürünüdür.

O hâlde, insan olmanın (ve kalmanın) “olmazsa olmaz”larından biridir estetik; mücadele ve insan(lar)ı tarafından durmadan geliştirilmesi/zenginleştirilerek toplumsallaştırılması gerekendir.

* * * * *

Estetik algılarıyla zenginleşerek, toplumsal nitelikler kazanan etik(duruş), itiraz eder, boyun eğmez…

Evet, evet “itiraz etmek”, insanı insanlaştıran temel edimdir.

* * * * *

İnsanı insanlaştıran duruş, sadece itirazla yetinemez; o, protesto eder…

Martin Luther’in Vatikan’da yerleşik Katolik kilise uygulamalarına karşı çıkmak için kilise kapısına astığı metnin adı -ki Protestan mezhebi de adını bundan almıştır- olan protesto, dik duran bir tepkidir.

Hakkı(mızı) almanın yaratıcılığı…

Protesto, “boyun eğme”yi aşan “karşı çıkma”dır.

* * * * *

İtiraz ve protesto etmek “Hayır” demekle başlar!

“Hayır”, insan(lık)a ait bir ret kelimesidir.

“Evet”in karşıtı; herkesin her zaman telaffuz edemediği; insan(lık)ın, her duyduğunda beyninde şimşekler çakmasına yol açan, kısa ama çok etkili bir sözcüktür.

Bu bağlamda ezilenler ancak ve ancak “Hayır” diyebilmenin gücüyle var olabilirler…

Egemen(ler)e verilen yanıtların en güzeli olan “Hayır”; “basit” ama en temel ret ifadesidir.

“Olağan” denilen düzen(sizlik)te onarılması güç, derin yaralar açan “Hayır”, bazen gerçekleşendedir bazen de gerçekleşmeyende…

Bazen gösterilendedir bazen de gizlenende…

Bazen göremediğimizde bazen de görmek istemediğimizde…

İnsan(lık)ı kapitalizmin sürüklendiği karanlıktan kurtarabilecek tek sözcük olan “Hayır” demeyi bilmek yaşamsaldır.

* * * * *

“Hayır” diyen dik durur; “Hayır” denmeden dik durulmaz, durulamaz.

Çok da kolay olmayan insanî bir hâl olan dik durmak, insanı sürüden ayırır…

Hatırlayın: Maymundan insana geçişin en önemli adımıdır dik durmak.

Dik durmak, insan(lık)ın (homo erectus) büyük eylemlerinden biridir.

O, ‘Esaretin Bedeli’ filmi’ndeki replikte, “Umut iyi bir şeydir, belki de en iyisi. Ve iyi şeyler asla ölmez.” diye tanımlanan çarelerin tükenmesine müsaade etmemenin ilk adımıdır.

Dik duranın kendisinize güveni gelir.

Dik durmak, onur(un)u korumaktır.

Martin Luther King’in, “Eğer bir insan, onun için yaşamını feda edebileceği bir şey bulamamışsa yaşamaya hak kazanamamıştır.” uyarısındaki üzere, ancak ve ancak, dik durarak insan olmayı hak edersiniz.

* * * * *

Dik durmadan aykırı olmazsınız; aykırı olmak dik durmaya mündemiçtir.

Dayatılmış bir ölçüye, sınıra ve/veya kurala uymayan aykırı, “olağan” denilene ilişkin huzursuzluk yaratan, itiraz ve protesto edendir.

* * * * *

Direnişsiz ret olmaz.

Protesto(lar)dan yönelinilir direniş(ler)e…

Çünkü direnme hâli, ısrarla karşı koyan insanî bir duruştur.

* * * * *

Buraya dek sıraladıklarımız tümü başkaldırıya kapı açar…

Yaşar Kemal’in, ‘İnce Memed’inde, “…İnsanlar her şeye, her şeye başkaldırmalı…” diyordu. “…İnsanlar böyle uyudukça, insanlar böyle zulüm altında inlemeyi kabul ettikçe insanlığın bir sinekten ne farkı olur, insanlar, eğer en küçük bir haksızlığa, bir zulme başkaldırmayı akıl etmezlerse, insanlık bundan böyle daha da beter hâle düşecektir… İnsan soyu başkaldırmayı yemek, içmek, yaşamak, uyumak, çocuk yapmak gibi bir yaşama biçimi yapmazsa bugünden de bin beter olacak, içi boşalacak, duymayı, düşünmeyi, sevmeyi, sevişmeyi, dostluğu, arkadaşlığı, göğün, yerin, kurdun, kuşun, akarsuyun, tanyerindeki ışığın, yürekteki sıcaklığını unutacak…”[3] diye betimlenen başkaldırı, beton çatlağından fışkıran ota benzer.

Sabırsız ve yaratıcıdır!

“Edi bese”, “Ya basta”, “Yetti artık” kararlılığıyla meydan okuyarak, karşıdakinin gözlerinin içine bakabilme cüretidir.

Mazeretsiz yaşama/yaşatma mecburiyetidir.

“Ayaklanma” da denir, başkaldırıya.

Yani, ayakların baş olma hikâyesidir bir yerde.

Evet, insan(lık)ın kendi ayakları üzerinde durabilmesi için ayaklanmasıdır başkaldırı…

Yani konformizmin reddiyle, itaatkârlığa itirazla; bir başka deyişle başını kaldırmakla başlayan başkaldırı, isyanın eşiği, emaresidir.

* * * * *

Bir başkaldırma eylemidir isyan.

Boyun eğmeyen, itaatsizliktir.

“Bitirilen”le başlayandır.

Ezilenlerin, soyulanların, “köle” ilan edilenlerin, ötekileştirilenlerin en insanî hâlidir.

İnsan(lık)ın yaşadığına dair en büyük belirti, emaredir isyan; yaşama kattığı sonsuz değer(ler)le görmek, duymak, dokunmak, kavramak ve de değiştirmek için müdahale etmekte tezahür eder…

Ezilen(ler)in varoluş ahlâkı olarak o; bazen bir aşktır, bazen de bir barikat…

Bir harekettir, devrimci praksistir, “olağan”ı kabullenmemek, reddetmektir.

İsyan etmek, köle-efendi, ezen-ezilen diyalektiğinin bozulduğu andır.

İsyan(lar)ın ana kaynağı insanî bir zenginlik ve biriktirmedir.

“Je revolte donc nous sommes/ Başkaldırıyorum o hâlde varız,” haykırışıyla isyan, insan olmanın en güzel anıdır.

İsyan(lar)la tutuş(turul)an düştür.

Mikhail Bakunin’in, “İlk isyan, teolojinin, Tanrı’nın hayaletinin o muazzam zorbalığına karşı olmalı. Cennette bir efendimiz olduğu sürece, yeryüzünde köle olacağız.” notunu düştüğü isyan; Sünnî İslâmın, kabulle(ne)mediğidir;[4] yoksulların muktedirlere karşı koyuşudur…

Sürdürülemez kapitalizm koşullarında var olabilmenin tek yol ve yöntemidir; insan(lık)ı kurtaracak olandır!

Nisyana itirazdır; boyun eğmemektir; anlamlı olandır; insan(lık)ın aldığı nefestir; haykırmaktır…

Jean Baudrillard’ın, “Toplumsal düzen size susmayı öğretir, sessizliği değil.” diye betimlediği tabloda sesi kısılanların, susturulanların, duyulmayanların lisanıdır.

* * * * *

Geldik yabancılaşma dünyasında insan olmanın (ve kalmanın) aslî tek çözümü devrime…

Sunay Akın’ın ‘Devrim’ başlıklı şiirindeki, “kağıt bir gemidir devrim/ bütün gemiler/ hurdaya çıksa da sonunda/ taşıdığı özgürlük şiiriyle/ batmadan yüzer nicedir/ dünya sularında/

kim bilir kaç yunus görmüş/ kaç deniz gezmiş” dizelerine konu olan devrim, ODTÜ stadyumundaki hâlâ silinemeyendir…

Toplum düzeni alt üst eden köktenci değişiklik olarak; cüretkâr bir hayâl gücünün ürünüdür “devrim”; yenilikçi, köktenci, eleştirel, cüretkâr eylemdir.

Murat Uyurkulak’ın ‘Tol’undaki, “Devrim, vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi.” denilenin de ötesindeki devrim; kadim Yunanca’daki “epanastasi” sözcüğünün karşılığı olan “Diriliş, yeniden hayata dönüş”le ilgilidir…

W. Goethe, “Ben revolüsyonları sevmem, çünkü yıktığı değerler, yarattığından fazladır.” dese de; dalgalar hâlinde gelişen köktenci toplumsal değişimlerin (sürekli/ kesintisiz) toplamı olan devrim hakkında Ursula K. le Guin, “Devrimi satın alamazsınız. Devrimi yapamazsınız. Devrim olabilirsiniz ancak. Devrim ya ruhunuzdadır ya da hiçbir yerde değildir…”[5]

Karl Marx, “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukuki bir ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelir. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadî temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder…”[6]

V. İ. Lenin, “Devrim yolu Nevski Bulvarı gibi düz ve engebesiz değildir…”

F. Engels, “Bu baylar anti-otoriterler hiç devrim görmüşler midir yaşamlarında? Devrim, herhâlde olanaklı olan en otoriter şeydir. Devrim, nüfusun bir bölümünün, tüfek, süngü, top gibi, söz uygun düşerse, otoriter araçlar kullanarak, kendi iradesini nüfusun öteki bölümüne zorla kabul ettirdiği bir eylemdir…”

Mao Zedong, “Devrim, birini yemeğe davet etmek, tablo yapmak, üzerine deneme yazısı yazmak ya da cici yün işleri örmekle aynı şey değildir. Devrim, bir sınıfın diğerini alaşağı ettiği bir şiddet hareketidir…”

J. J. Rousseau, “Devrimin yönü yoktur, bu nedenle aynı noktanın üzerinden defalarca geçebilirsiniz…”

Thomas Jefferson, “Her neslin yeni bir devrime ihtiyacı vardır…”

Cornelius Castoriadis, “Devrim önce bir tahayyüldür…” notunu düşerler…

Hayali de, ideası da gerçeğiyle güzelleşen topyekûn değişim olarak aşkın öbür adı da olan devrim, bir kara sevdadır.

Anlamsızlık ve acı karşısında, olmayanı var etmedir.

Her daim yakın; “olması gereken” için yapılması zorunlu olandır; gelen/gelecek güzelliktir!

Ezilenlerin festivalidir; Prometheus’un soyundan gelenlerin asla vazgeçemediği eylemdir.

Aç çocukları gülümseten sıcacık ekmektir devrim

Kitlelerin eseridir.

Aşkla örmek kadar aşktan ölmektir de…

İnsan(lık)ın iktidara, bellek(ler)in unutuşa karşı savaşımıdır.

Rengi “kızıl” olandır.

Yaşama/yaşatma gücüdür.

Umudun, teslim alınamayan davasıdır…

Arkadaş Z. Özger’in, “çünkü elbette bir su/ kendi akacağı toprağın sertliğini bilir/ ve suyun gövdesiyle yırtılınca toprak/ artık ırmak mı ne denir/ işte devrim/ ona benzer bir akışın hızına denir…”

Cemal Süreyya’nın, “biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya/ sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya/ anamız çay demliyor ya güzel günlere/ sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa/ sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız/ bu, böyle gidecek demek değil bu işler/ biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz/ ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını/ işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz…”

Oktay Rifat’ın, “bütün yapraklarım açarsa, kork/ çünkü yalnızlığım ben/ çünkü yoksulluğum ben/ tepeden tırnağa,” dizeleriyle betimlenendir devrim…

Nihayet, Arapça’da “devirmek” anlamına gelen “inkılap” olarak da anılan devrim(ler)in “kesintisiz” olmaması durumunda, toplum bin yıllardır alışmış olduğu değer yargılarına ve iç dinamiklerine miskinlik geri döner. Devrimin getirdiği rejim eskisini aşamıyorsa, eski rejime benzer.

Sözün özü, devrim sona ermez, tamamlanamaz; tıpkı aşk gibi…

* * * * *

Ve devrimin, insan olmanın (ve kalmanın) vazgeçilemezi olarak aşk, en doğal insanî hâlimizdir…

Çünkü o, yakıp kavuran; kırıp döken yıkıcı bir yaratıcılıktır.

Gülümseten, ağlatan bir aşkınlık hâlidir.

Darbelere dayanıklı, sağlam bir dirençtir.

Güç verendir; korkmamaktır; kısıtlanamayan özgürlüktür.

Çünkü o; birini, bir davayı kendinizden çok düşünmektir ve bağlanmaktır.

Hayata mündemiç bütün tanımların toplamıdır…

Üst üste konmayan, yan yana dizilemeyendir.

Uğruna ölümlere gidip geldiğimizdir.

Kendini ateşe atabilmektir gerektiğinde; severek isteyerek; “Ama”sız, “Fakat”sızca; zaman-mekân aldırmadan…

“Aşk, hayal gücü üründür, ötesi yoktur.” derlerse de inanmayın; o hayal gücünün de ötesidir.

İnsan bünyesinin yaşam sinyali verme hâlidir; hayatı çoğaltan, genişleten, zenginleştirip çoğullaştırandır…

Hani Eugene Delacroix’nın, “Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden bambaşka bir dil kullanmak gerekir.” diye tarif ettiği…

Veya milyonlarca, milyarlarca hatta sınırsız ve sonsuz kelebeğin içinizdeki kanat çırpınışlarını hissetmektir…

Dünyanın üç harften ibaret en uzun kelimesidir; bazen koşmak, bazen de beklemektir…

‘Erkekler İçin Divan’ında Murathan Mungan’ın, “Aşk hakkında söylenmiş bütün sözler yaşanmadan yalandır.” diye betimlediğidir…

Bu nedenle, nelere kadir olduğu öngörülemeyip, yaşanarak öğrenilendir.

Hayatı ve sevdayı, durmadan yeniden keşfetmektir.

Her şeyden vazgeçmeyi göze alabilmektir.

İmkansız denileni imkân dahilinde kılmaktır.

Bağlanmaktır dünyaya, düşüncelere, geleceğe.

Tüm gerçekliğinle, yalansız dolansızlık hâlidir.

“Olağan”ın mahkûmiyetinden, prangalarından kurtulma cüretidir.

Uyuşukluktan, kuru kalabalıklardaki yalnızlıklardan, sıradanlıktan kurtulmaktır.

Yanılsamalardan, yalanlardan, kaybetmek korkularından arınmaktır.

Aşk, hayatla ve insan olmak hâliyle ilgilidir.

Her şeyin birinci dereceden failidir; hayatın sana, senin de hayata müdahalesidir.

Hiçbir şeyi önemsemeyip, her şeyi göze alarak bağlanmaktır.

Gözünüzü kapattığınızda aklınıza gelen, yanı başınızda olan ilk şeydir; karalıkların ortasında görünebilir olandır.

İnsan olmak hâliyle buluşmaktır; zamanın ve mekânın anlamıdır; fark etmek, fark edilmektir.

Özlemek, merak etmek, inanmak, hissetmektir cüretle.

“Uğrunda ölürüm” denilmeden, bunu göze almadan “aşk” olmayan şeydir…

Bildiğin(iz) ateşten de daha yakıcı şey…

Sürekli, kurtulunamayan ve hiç beklemedik anda ortaya çıkan ve de dağıtıp geçendir.

Kırılgan ve kuvvetlidir; hem var, hem de yok eden bir güçtür.

Zümrüdüanka’dır; “Kül oldu, gitti.” denilirken; küllerinden yeniden doğan.

Gökyüzünün renginin değiştiği andır; kopamamak, pişmanlık duymamaktır her şeye karşın…

Kanatlanmaktır; bencilliği yerle yeksan edendir.

Sınır tanımamaktır, sınırlanmamaktır; çocuksu bir cüretle “Hadi!” deyip başlayıvermektir; birikmektir bıkmadan usanmadan.

Bir hayali içinde her an yaşatmak ve hayalindeki gerçekle yaşamaktır; yenilgiyi kabullenmemektir.

“Bitti” denilse de, izleriyle yaşayan/kalandır.

Kolay mı? O, Anka Kuşu’nun kanatlarıdır; mucizeyle doludur, daha doğrusu, bizzat mucizedir.

Kişiyi özneleştirendir; korkmayan/korkutmayan bir güvendir; hayata sımsıkı sarılmaktır; tereddütlerin nihayetidir.

Bir telaş, bir heyecan, bir kalp sızısıdır; “Tahir ile Zühre” meselesidir; toprağa düşen cemredir; hayatın itici gücüdür; yaşama sebebidir; tebessümdür; ikamesi olmayandır.

Evcilleştirilemeyen güçtür; asla kontrol edilemeyendir; vermeden almaktır, almadan vermektir; kimi zaman her ikisi ya da hiçbiridir.

Harika bir şeydir; dünyanın en güzel melodisini dinlemektir.

“Kim”, “ne zaman”, “ne”, “neden”, “nerede”, “nasıl” sorularının yanıtıdır aşk.

En önemlisi isyanı meşrulaştıran insanî hâldir aşk…

Ve tüm bunlardan ötürü, köleliği nihayete erdirecek,[7] devrimci bir güç…

* * * * *

Sonlandırıyorum diyeceklerimi; insan olmanın (ve kalmanın) çok zor olduğu bir yabancılaşma dünyasında; insan olmanın (ve kalmanın) etiği, -Eduardo Galeano’nun aktardığı üzere,- Mayaları anlamak ve komünistçe güncellemekten geçiyor…

“Karl ve Gudrun Lenkersdorf, Almanya’da doğdular ve yaşadılar.

1973 yılında, bu ünlü profesörler Meksika’ya gittiler ve Maya dünyasına, bir Tojolabal kabilesine kendilerini takdim edip şöyle dediler:

– Öğrenmeye geldik.

Yerliler sustu.

Kısa bir süre sonra, içlerinden biri sessizliğin sebebini açıkladı:

– Biri bize bunu ilk kez söylüyor.

Ve Gudrun’la Karl yıllarca orada kalıp öğrendiler. Maya dilinde özneyle nesneyi ayıran bir hiyerarşi olmadığını öğrendiler çünkü ‘Ben; beni içen suyu içiyorum.’ ve ‘Ben baktığım her şey tarafından bakılıyorum.’; ve şöyle selamlaşmayı öğrendiler:

– Ben diğer bir senim.

– Sen diğer bir bensin…”[8]

Temel Demirer
İnsan Olmanın (ve Kalmanın) Etiği

Gündoğusu Dergisi Sayı 6 Şubat-Mart 2013


*A. Gramsci.
Notlar:
[1] Zeynep Perinçek, Cumhuriyet, 24 Kasım 2012, s.19.
[2] Ji bo ku kesek bibe însan, hebûna du lingan têr nake/ İnsan olmak için iki ayağın olması yetmez,” der bir Ermeni Atasözü…
[3] Yaşar Kemal, İnce Memed, Cilt:4, Yapı Kredi Yay., 2006, s.348-349.
[4] Onlar için “emre itaatsizlik etmek, inat edip emre muhalefet etmek, itaatten çıkmak, inatla imtina etmek, çekinmek ve azmak” anlamlarında olan itaatin zıddıdır isyan…
Araplar, köle, efendisinin emrine muhalefet ettiği, itaatten çıktığı zaman “asâ” (isyân etti, söz dinlemedi) fiilini kullanmışlardır. (İsyân kelimesinin; “zelle”, “hatîe”, “ma’siyet”, “seyyie”, “fısk”, “cürm” ve “zenb” kelimeleriyle eş anlam ilişkisi vardır.)
Dinî anlamda isyân; allah ve rasûlünün emirlerine uymamak, itaat etmemek demektir.
“Cin” sûresinin 23. âyetinde, “… kim allah’a ve rasûlüne isyân ederse ona, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır,”denir.
“Ahzab” sûresinin 36. âyetinde, “isyân edenin, haktan saptığı” söylenir.
İsyân kelimesi “Kur’ân”da:
i) Küfür, inkâr etme (nisa, 4/42); ii) Cühûd, bile bile hakkı kabul etmeme (hud, 11/59); iii) Ğavâ, azma (tâ-hâ, 20/121); iv) Fısk, itaatsizlik etme (hucûrât, 49/7); v) Kizb, allah’ın âyetlerini yalanlama (nâzi’ât, 79/21); vi) İsm ve udvan, günah işleme ve düşmanlık yapma (mücâdele, 58/8-9); vii) İ’tidâa, haddi aşma (âl-i imrân, 3/112) ve cebbâr, zorba (meryem, 19/14) kavramları ile birlikte kullanılmıştır.
Özetle İslâm’da isyân, Allah ve peygamberin emir ve yasaklarını, helâl ve haramlarını kabul etmemek şeklinde olursa küfür; bunları kabul ettiği ve îmân ettiği halde emir ve yasaklara uymamak, itaatsizlik etmekten ibaret olursa, fısk olur.
İster küfür, ister fısk anlamında olsun isyân, zulümdür. (Kaynak: Dini Kavramlar Sözlüğü, http://www.diyanet.gov.tr/turkish/diyanetyeni/Diyanet-Isleri-Baskanligi-AnaMenu-dini-kavramlar-sozlugu-92.aspx)
[5] Ursula K. le Guin, Mülksüzler, çev: Levent Mollamustafaoğlu, Metis Yay., 12. basım, 2012.
[6] Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Önsöz’den, çev: Sevim Belli, Sol Yay., 2011.
[7] “Köle alım satımı da biçimi açısından meta alım satımıdır. Ama para, kölelik var olmadan bu işlevi yerine getiremez.” (Karl Marx, Kapital C:II., “Para-Sermaye Devresi” bölümü, Çev: N. Satlıgan-E. Özalp-O. Türel, Yordam Kitap, 2012, s.42.)
[8] Eduardo Galeano, “Ve Günler Yürümeye Başladı”, Çev: Süleyman Doğru, Sel Yay., 2012.


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir