Yaşamda anlam ve amaç arayışının gerekliliği nedir? Anlam İstemi – Viktor E. Frankl

Viktor Emil Franklİnsan sürekli bir anlam arayışı içindedir; başka bir deyişle “anlam istemi (iradesi)”! dediğim şey, Abraham Maslovv’un makalelerimden biri konusunda yaptığı yorumdan bir alıntı yapacak olursam, “insanın temel düşüncesi” olarak da değerlendirilebilir. Bugünün toplumunda doyumsuz kalan ve günümüz psikolojisi tarafından gözardı edilen şey, işte bu anlam istemidir (iradesidir). Mevcut güdülenme (motivasyon) teorileri insanı ya uyarımlara tepki veren (reacting), ya da dürtülerini boşaltan (abreacting) bir yaratıktır. Bu teorüer, insanın gerçekte tepki ver-mekten veya boşaltmaktan çok, yaşamın ona sorduğu sorulara cevap veren ve bu yolla yaşamın sunduğu anlamlan gerçekleştiren bir yaratık olduğunu dikkate almaz.

Bunun bir gerçek (olgu) değil, inanç olduğu söylenebilir. Gerçekten de, 1938 yılında, “derinlik psikolojisi” denen şeyin (yani, psikodinamik yönelimli psikolojinin) eksiklerini gidermek için (yerini almak için değil) “yükseklik psikolojisi” terimini kullanmaya başladıktan bu yana, insanı gözümde büyüttüğüm, onu çok yüksek bir düzeye çıkardığım yolunda sürekli eleştiriler aldım. Birçok durumda didaktik açıdan yararlı olduğunu bildiğim bir ömeği burada tekrarlamama izin verin. Havacılıkta “yengeçleme” diye bir terim vardır. Diyelim ki inmek istediğim havaalanına doğudan ve kuzeyden rüzgar esiyor. Bu durumda eğer doğuya doğru uçarsam hedefimden saparım, çünkü rüzgar beni güney doğuya sürükler. Havaalanına ulaşmak için yengeçleyerek bu sürüklenmeyi dengelemem, yani uçağımın burnunu inmek istediğim havaalanının kuzeyine çevirmem gerekir. İnsanda da böyledir: o da özlemlerini daha yüksek bir düzeyde çıkarmadığı sürece, ulaşabileceğinden daha aşağıda bir noktaya varır.
İnsan potansiyelini en yüksek noktaya çıkarmak istiyorsak, ilk önce bunun varlığına inanmamız gerekir. Aksi taktirde insan “sürüklenecek,” yozlaşacaktır, çünkü insanın en kötüsüne yönelik bir potansiyeli de vardır. Potansiyel insanlığa olan inancımızın, bizi insancıl insanların bir azınlık olduğu ve belki de hep azınlık olarak kalacağı gerçeğine karşı köreltmesine göz yummamalıyız. Yine de her birimizi bu azınlığa katılmaya özendiren şey de işte bu gerçektir: işler kötü, ama iyileştirmek için elimizden geleni yapmadığımız sürece, her şey daha da kötüye gidecek.
Dolayısıyla anlam istemi (iradesi) düşüncesini, arzu giderici bir düşünme olarak bir yana bırakmak yerine, bunu bir tür kendini gerçekleştiren kehanet (self-fulfilling prophecy) olarak düşünmek çok daha akıla olabilir. Anatole Broyard’ın şu sözlerinde gerçek payı var: “Eğer Freudçu analiz için kullanılan argo deyim ‘büzüşme’ ise, logoterapinin ‘gerdirme’ [çekip uzatma] olarak adlandınlması gerekir.”! Aslında logoterapi, yüksek özlemlerini de dikkate alarak insan düşüncesini genişletmekle kalmaz, kendi anlam istemini besleme potansiyelleri konusunda hastanın görüş alanını da genişletir. Aynı şekilde logoterapi insansızlaşmaya, onca “büzüşmenin” sarıldığı mekanik insan kavramına karşı hastaya bağışıklık kazandım; kısaca hastayı “büzüşmeye karşı dirençli” kılar.
insanı çok yüksek değerlendirmemek gerektiği görüşü, insanı gözde büyütmenin tehlikeli olduğunu varsayar. Ama Goethe’nin de dikkati çektiği gibi insanı küçümsemek çok daha tehlikeli değil mi? insan, özellikle de genç kuşak, küçümsenmesi nedeniyle yozlaşabilir. Tersine, insandaki daha yüce özlemlerin (anlam istemi gibi) bilincinde olursam, bu özlemleri canlandırıp harakete geçirmeyi de başarabilirim demektir.
Anlam istemi sadece bir inanç sorunu değildir, bir olgudur. 1949 yılında ortaya attığımdan beri bu hipotez, çeşitli otoriteler tarafından test ve istatistiksel araştırmalar yoluyla gözlemsel (ampirik) olarak desteklenmiş ve doğrulanmıştır. James C. Crumbaugh ve Leonard T. Maholik tarafından geliştirilen Yaşamdaki Amaç (PİL) Testil ve Elisabeth S. Lukas’m Logo-Tesfi, binlerce deneğe uygulanmış ve bilgisayara aktarılan veriler, anlam isteminin gerçek bir şey olduğunu kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde göstermiştir.
Aynı şekilde, Çekoslovakya Brno Üniversitesi Psikoloji Bölümünden S. Kratochvil ve I. Planova, “anlam isteminin gerçekten de diğer ihtiyaçlara indirgenemeyecek özgün bir ihtiyaç olduğunu ve şu veya bu ölçüde bütün insanlarda bulunduğunu” gösteren veriler toplamıştır. Yazarlar şöyle devam ediyor: “Nevrotik ve depresiv hastalara ilişkin durum tarihçeleri de bu ihtiyacın engellenmesinin önemini ortaya koymuştur. Bazı olaylarda anlam isteminin engellenmesi, nevrozun veya intihar girişi-minin kökeninde nedensel bir etken olarak önemli bir rol oynamıştır.”
Amerikan Eğitim Konseyi tarafından yayınlanan bir anket sonucu da ele alınabilir: ankete katılan 171,509 öğrenci arasında, belirlenen en yüksek hedefin (yüzde 68.1’i tarafından), “anlamlı bir yaşam felsefesi geliştirmek” olduğu ortaya çıkmıştır. Kırk sekiz kolejden 7948 öğrenci üzerinde yapılan ve Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü adına Johns Hopkins Üniversitesi tarafından yürütülen bir başka anket çalışmasında, ankete katılanlardan sadece yüzde 16’sı ilk hedeflerinin “çok para kazanmak” olduğunu söylerken, yüzde 78’i “yaşamımda bir amaç ve anlam bulmak” seçeneğini işaretlemiştir.2 Michigan Üniversitesi de paralel bulgular toplamıştır: 1533 çalışandan, işin çeşitli yanlannı önem sırasına göre sıralamaları istenmiş ve “iyi maaş” beşinci sırada yer almıştır. New Yok Devlet Üniversitesinden Josehp Katz’ın, son anketleri değerlendirerek, “endüstriye girecek olan bir son-raki personel dalgası, paralı değil, anlamlı kariyerlere yönelecek’ demesi şaşırtıcı değildir.
Biran için, Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü tarafından başlatılan araştırmaya dönelim. Ankete katılan öğrencilerin yüzde yetmiş sekizi, ilk hedeflerinin yaşamda bir anlam bulmak olduğunu söylemiştir; rastlantı eseri bu yüzde yetmiş sekiz oranı, yaşamdaki en büyük amaçlarının tamamen farklı bir şey, yani “yaşam standardlarmı iyileştirmek” olduğunu söyleyen Polonyalı gençlerin yüzdesidir (Kurier, 8 Ağustos 1973). Maslow’un ihtiyaçlar hiyeraşisi burada geçerli gibi gözüküyor: insanın, Amerikalı öğrencilerin ortaya koyduğu gibi yaşamda bir amaç ve anlam bulma işine yönelmeden önce, doyurucu bir yaşam standardına ulaşması gerekiyor. Sorun, iyi bir yaşam kurmak için, sadece sosyoekonomik durumunu iyileştirmenin (böylece psikodina-mik durumu iyileştirmek için bir psikanalize gidecek mali güce ulaşmasının) yeterli olup olmadığıdır. Buna inanmıyorum. Hasta olan bir insanın sağlıklı olmayı arzuladığını, bu nedenle sağlığın yaşamdaki en büyük hedef gibi gözüktüğü açık bir gerçektir. Ama aslında sağlık, bir amaca yönelik bir araçtan, belli bir durumda gerçek anlam olarak değerlendirilebilecek şeye ulaşmaya yönelik bir önkoşul olmaktan başka bir şey değildir. Bu durumda ilk önce aracın arkasındaki amacı sorgulamak zorunludur. Bu tür bir sorgulama için, bir tür Sokratik diyalog uygun bir yöntem olabilir.
Maslovv’un güdü teorisi burada yeterli değildir, çünkü ihtiyaç duyulan şey yüksek ve alçak ihtiyaçlar arasında ayrım yapmaktan çok, tek tek her bir hedefin sadece araç mı yoksa birer amaç mı olduğu sorusuna cevap vermektir. Gündelik yaşamda bu farkın tam anlamıyla bilincinde oluruz. Eğer farkında olmasaydık, çizgi film kahramanı Snoopy’nin anlamsızlık ve boşluk duygusundan yakındığını, Charlie Brovvn bir çanak yemekle içeri girince de “işte Anlam!!” diye bağırdığını duyunca kahkaha atmazdık. Bizi güldüren şey, araçla (means) amacın (meaning) karıştırılmasıdır: yiyecek, yaşamak için mutlaka gerekli bir koşul olmasına karşın, yaşama anlam vermek ve kişiyi anlamsızlık ve boşluk duygusundan kurtarmak için yeterli bir koşul değildir.
Maslovv’un yüksek ve alçak ihtiyaçlar arasındaki ayrımı, alt basamaktaki ihtiyaçlar duyurulmadığı zaman, anlam istemi gibi daha yüksek bir ihtiyacın aciliyet kazanabileceğini dikkate almaz. Ölüm kamplarında, ya da ölüm yatağında gözlenen durumlan düşünmeniz yeterlidir: bu tür koşullarda anlam, hatta nihai anlam açlığının, karşı konulmaz bir şekilde su yüzüne çıktığını kim inkar edebilir?
Ölüm yatağında bu açıktır. Theresienstadt gettosunda olanlarsa daha az açık olabilir: 1000 genç insandan oluşan bir kafile ertesi gün hareket edecektir. Sabah olunca, getto kütüphanesinin yağmalandığı anlaşılmış. Auschvvitz toplama kampında ölüme mahkum olan bu gençlerden her birisi, sevdiği bir şairin, romancının veya bilimcinin kitaplanndan birkaçını alıp çantasına saklamıştır. Şimdi kim gelip de beni Dreigroschenoper’mde “Yi-yecekönce gelir, ahlak ondan sonra” (Erst komml das Presim, dam komml die Moral) diyen Bertold Brecht’in haklı olduğuna ikna edebilir?
Ama daha önce de gördüğümüz gibi, sadece uç durumlar değil, bolluk da anlam arayışını tetikleyebilir, ya da anlam istemini engelleyebilir. Bu, genelde bolluk, özelde de boş zaman bolluğu için geçerlidir. Ait basamaktaki ihtiyaçların hem doyurulması hem de engellenmesi insanda anlam arayışını kamçıladığı için, bundan, anlam arayışının diğer ihtiyaçlardan bağımsız olduğu sonucu çıkar. Dolayısıyla ne bu ihtiyaçlara indirgenebilir, ne de onlardan çıkarsanabilir.
Anlam istemi, insanın insanlığının gerçek bir dışavurumu olmasının yaraşıra, Theodore A. Kotchen’in de bulgularla ortaya koyduğu gibi, ruh sağlığının da güvenilir bir ölçütüdür. Anlam istemini ölçen ve en yüksek puanlan güdülenimi (motivasyonu) yüksek, başanlı profesyonellerde ve işadamlannda elde eden James C. Crumbaugh, Sister Mary Raphael ve Raymond R. Shrader’in bulguları bu hipotezi desteklemiştir. Tersine, Elisabeth S. Lukas tarafından gözlemsel bulgularla da ortaya konuğu gibi, anlam ve amaç yokluğu, duygusal uyumsuzluğun bir göstergesidir. Albert Einstein’dan bir alıntı yapmak gerekirse: “Yaşamını anlamsız gören kişi hem mutsuzdur, hem de yaşama uygun değildir.” Bu sadece bir başarı ve mutluluk değil, bir yaşama sorunudur. Çağdaş psikolojinin terimleriyle ifade edersek, anlam istemi bir “yaşama (yaşamı sürdürme) değerine” sahiptir. Auschwitz ve Dachau toplama kamplannda geçirdiğim üç yılda aldığım ders şudur: diğer şeyleri eşit kabul edersek, kamplarda yaşama (ayakta kalma) şansı en yüksek olanlar, geleceğe (onlan gelecekte bekleyen bir göreve, bir insana, gelecekte onlar tarafından gerçekleştirilecek bir anlama) yönelik olanlardı.

O günden bu yana, toplama kampları konusunda kitap yazan diğer yazarlar ve Japon, Kuzey Kore ve Kuzey Vietnam esir kampları üzerine yapılan psikiyatrik incelemeler de aynı sonuca varmıştır. Kuzey Vietnam esir kamplarında yedi yıl kadar kalan ve benden ders alan üç Amerikalı subay da esirler arasında yaşama şansı en yüksek esirlerin, kendilerini bekleyen birisi veya birşeyler olduğuna inananlar olduğunu gözlemiştir. Bunlardan çıkan ders, ayakta kalmanın, bir “ne için” veya “kimin için” yönelimine bağlı olduğudur. Tek kelimeyle, varoluş, ta 1949’larda kullandığım bir logoterapi terimini kullanacak olursam, “kendini aşkınhğa” bağlıdır. Bundan, insan olmanın her zaman için kendinden başka bir şeye, ya da bir insana -gerçekleştirilecek bir anlama, karşılaşılacak bir insana, hizmet edilecek bir davaya, ya da sevilecek bir insana- yönelmek olduğu yolundaki antik antropolojik gerçeğini anlıyorum. İnsan, sadece varoluşundaki bu kendini aşıtıayı gerçekleştirdiği zaman gerçekten insan, ya da gerçek benliği olmaktadır. Bunu, kendini, kendi benliğini güncelleştirmeyi düşünerek değil, kendini unutarak, kendini vererek, kendini görmeyerek ve dışarıya odaklaşarak gerçekleştirir. Benzetme olarak vermekten çok hoşlandığım gözü ele alın. Aynaya baktığı anların dışında göz kendinden bir şey görür mü? Kataraktlı bir göz, bulutlanma gibi bir şey görür, bu kendi kataraktıdır; glokomah bir göz kendi glokomasını ışıkların çevresini saran bir gökkuşağı haresi gibi görür. Sağlıklı bir göz ise kendinden hiç bir şey görmez, öz-aşkmdır (kendini aşmıştır).
Kendini gerçekleştirme denen şey, kendini aşmanın niyetlenmeyen bir sonucudur; bunu, niyetin hedefi kılmak yıkın, kendi amacını baltalayıcıdır. Kendini gerçekleştirme için geçerli olan, kimlik ve mutluluk için de geçerlidir. Mutluluğa engel olan şey, “mutluluk arayışı”nın kendisidir. Bunu ne kadar çok hedefimiz yaparsak, bu hedeften de o kadar çok şaşarız. Bu en açık haliyle cinsel mutlulukta, cinsel “haz arayışında” görülür. Bunun sonucu ise cinsel nevrozlardır. Bir erkek gücünü göstermeyi ne kadar çok arzularsa, başarısızlığa mahkum olması o kadar kesinleşecektir. Bir kadın orgazm olabileceğini kendine kanıtlamayı ne kadar arzularsa, soğuk olma ihtimali o kadar artacaktır. Bu noktada okura, konunun uygun durum tarihçeleriyle ele alındığı logoterapinin klinik uygulamaları ve teknikleri konulu bölüme (“Paradoksik Niyet ve Düşünce Odağım Değiştirme” başlıklı bölüme) başvurmasını öneriyorum.
Carolyn Wood Sherif tarafından rapor edilen ünlü deneyde bir grup genç insanda saldırganlık yaratılır. Ama çocuklar çamura saplanan bir arabayı kurtarmak gibi ortak bir görevle bir araya gelince saldırganlıklarını “unuturlar.” Anlam istemlerinin ağır bastığını söyleyebiliriz! Ve banş araştırmalarının, muhtemel saldırganlar vb. konusundaki klişelerin tekrarından kurtularak, anlam istemine yönelmesi ve birey için geçerli olan şeyin aynı ölçüde insanlık için de geçerli olduğunu dikkate alması gerektiğine inanıyorum. İnsanlığın devamı da insanların, ortak bir anlam bölenine ulaşıp ulaşmayacağına bağlı değil midir? Bu, halkın ve halkların, ortak bir anlam bulmasına, ortak bir anlama yönelik ortak bir istemde [iradede] birleşmesine bağlı değil mi?
Cevabı bilmiyorum. Doğru soruyu sorduğumu bilseydim, bu benim için yeterli olurdu. Yine de son çözümlemede, gezegenimizin tek kurtuluş ümidi, devletlerin bir araya gelip ortak bir işe yönelebilmelerinde yatıyor gibi geliyor bana.
Bu noktaya kadar, sadece ilerleme kaydettiğimiz söylenebilir. Ama insanın anlam arayışının, kuşağımızın tanıklık ettiği dünya çapında bir olgu olduğu açıktır; dolayısıyla bu ortak anlam arayışı ortak bir hedefe ve amaca neden yol açmasın?

Duyulmayan Anlam Çığlığı
Psikoterapi Ve Hümanizm

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz