Ana Sayfa Güncel Hayat ve Siyaset Yaşar Kemal: Vatan, Önce Sağlıklı Bir Topraktır

Yaşar Kemal: Vatan, Önce Sağlıklı Bir Topraktır

Gerçek vatanseverlik nedir?

Gerçek vatanseverliği tarif etmek o kadar kolay değil. Herkes kendine göre anlıyor. Dünya değiştikçe vatanseverlik anlayışları da değişiyor. Vatanseverlik hem çok zor, hem de çok kolay bir kavramdır.

Durup dururken bana vatanseverliği, ormanları konuşurken sormanızı anlıyorum. O benim gençliğimde ormanlar üstüne yazdıklarımdan, konuşmalarımdan ileri geliyor. Orman üstüne dilime pelesenk ettiğim sözleri okumuşsunuzdur: Vatan önce sağlıklı bir topraktır. Sağlıklı toprakta en önemli öğe yüz örtüsüdür. Yani vatan, ormanları, çayır çimenleri, çiçekleri, böcekleri, kuşları, yabanıl hayvanları, suları, daha binlerce öğesiyle bir bütündür.

Bütün saydıklarım arasında bir toprağın sağlıklı bir vatan toprağı olabilmesi için yüzeyinin en az yüzde yirmi beşinin bir orman olması gerek. Bu, dünyanın kabul ettiği bilimsel bir gerçektir. Ve biraz da tartışmalıdır. Kimi bilim adamları yüzde otuzdan, otuz beşten aşağı inmiyorlar.

1953’ten bu yana siz bu işlerin içindesiniz, “Yanan Ormanlarda Elli Gün” röportajınızdan sonra. Benim bildiğime göre doğayla uğraşmayı hiç unutmadınız, bu büyük röportajdan sonra “Denizler Kurudu” röportaj dizisini yaptınız. Sonra makaleler, romanlar… Gerçek vatanseverlik sizce…

Bizim ormanlarımız gittikçe tükeniyor. Ne yüzde otuzu, ne yüzde yirmi beşi, ne de yüzde on beşi. Bir gazeteyle yaptığım bir konuşmada, halkımızla devletimiz birleşmişler topraklarımızı bitiriyorlar demiştim. Bu topraklar, bizim olduğu kadar insanlığın da toprağıdır, demiştim. Birleşmiş Milletlere başvuracaktım, vazgeçtim. Birleşmiş Milletlerin elinden ne gelir demiştim. Vatanımızı biz koruyamadıktan sonra. Bir vatandaş çok kızmış buna, vay efendim bu adam bizi Birleşmiş Milletlere şikayet ediyor diye. İşte bizde böyle vatanseverler de var.

Bizim topraklarımız yüzde doksan erozyonda. O bir zamandı diyenler çıkacak. Yüzde yüz demeye dilim varmıyor. Vatanseverliğe gelince, bence başlıca vatanseverlik toprağımızı korumaya çalışmaktır. Vatanlar işgal edilebilir. Bizim vatanımız da işgal edildi, millet el ele verdi kurtulduk. Dünyamızdaki birçok vatan da işgal edildi, Çin, Hindistan, Rusya, Vietnam, kurtarıldılar. Ama yüz örtüsü bozkır, çöl haline getirilmiş, çürütülmüş, yüzde doksan erozyona uğramış vatan toprakları hiçbir zaman, hiçbir biçimde kurtarılamaz. Yüzde yüz erozyona uğramış bir vatan toprağı hiçbir koşulda kurtulamaz. Kolay kurtarılamaz diyecektim, vazgeçtim. Ölmüş bir toprak diriltilemez. Elimizde bir yeşil yaprak, bir yeşil çimen, bir tek ağaç kalmışsa bile, onu ne pahasına olursa olsun korumak… İşte gerçek vatanseverlik budur.

Coğrafi değerler yaşayan miras olarak kabul edilebilir mi?

O mirası çarçur etmemişsek, o mirasın can damarımız olduğunu bile bile inkar etmişsek. Üzülmeyelim bu gidişle elimizde miras diye bir şey kalmayacak.

Çukurova’nın kurutulduğu günlerden ve oraların değişiminden söz eder misiniz?

Çukurovanın durumu bütün dünyaya örnek olmalı. Çukurovada çok sinek vardı. Bu yüzden de çok ölüm oluyordu. Özellikle çocuklar ölüyordu. Bir de sıtma savaş müdürü Doktor Seyfi Bey vardı. O Adanaya geldikten sonra Çukurovada sıtma azalmaya başladı. Ölümler de azaldı.

Bu sıralar Çukurovadaki bataklıklar da kurutuluyordu. En kolay kurutulan bataklık Akçasaz oldu. Akçasaz bataklığı Anavarza kayalıklarının dibinden başlıyordu. Ceyhan ırmağı yakındı. Bataklıktan ırmağa bir kanal açıldı, bataklık bir on beş yirmi gün içinde boşalıverdi. Yavaş yavaş öteki bataklıklar da kurutuldu. Yalnız çeltik ekimi sürüyordu. Seyfi Beyi de bir yere atamışlardı. Ölümler, çocuk ölümleri daha sürüyordu. Bataklıklar yoğun bir çabayla kurutuldu. Çukurovada büyüklü küçüklü on beş kadar bataklık vardı. Her bataklık kuşlarıyla, bitkileriyle ayrı bir dünyaydı. Örneğin Akçasazda flamingolar uçtuklarında gökte kanat kanadaydılar. Anavarza bizim köye yakın olduğundan uçan flamingoları, kamış kesmeye gittiğimizde görüyorduk.

Bataklıklar kurutuldu, ne kuş kaldı, ne bir şey. Bataklıkların yeri tarla oldu. Tarlalar çok bereketliydi. Çukurova dünyanın en verimli toprakları derler, bataklıktan çıkmış topraklar daha da bereketliydi.

Çukurova kurutulmuş göllerden çıkartılmış çok toprak kazandı, kuşları, kelebekleri, bitkileriyle bir dünya yitirdi.

Çukurovada bataklık kalmamıştı ya ovanın yüz örtüsüne fazla dokunulmamıştı, ağaçlıklar, çalılıklar daha duruyordu. 1950’lerde Çukurova traktör doldu. Bundan sonra traktörlere kötenler takıldı, kötenler çalılıkların altını üstüne getirdi. Ova ağaçlıktı, ağaçlıklar köklerinden söküldü, yerlerine pamuk ekildi. Sonra tarım ilaçları… Ne böcek kaldı ovada ne kuş.

Anavarza kayalıklarında, ovaların yöresini çevirmiş dağların bu yüzlerinde kartal vardı. Kartallar o kadar çoktu ki kimi yerlerde uçtuklarında, gökyüzü gözükmez dedikleri gibi. Çukurovada yiyecek çok olduğu için, yamaçlarda kartallar çoğalmıştı. Toroslarda bir kol uzamış gelmiş Çukurovanın karnında durmuştu. Bizim köyün üst başındaki kayalıklarda çok kartal vardı. Kartallar uçtuğunda gökyüzü kapanırdı. Bir de bakır rengi kızıl kartal vardı, artık soyu tükenmiş.

Yıllar sonra köye gittiğimde hiçbir kartal görmedim. İkindi üstü bile gökte bir tek kartal yoktu. Oysa bundan önce ikindileri gökyüzü kartalla dolardı. Bizim köylülere sordum, ne oldu kartallara diye. At vebası çıktı dediler. At vebasından kartallara ne olurmuş? Atlar ölünce atları zehirledik. Köyde, bu yörelerde at kalmadı. Atların ölüleri yazılarda, tarlalarda kaldı. Kartallara gün doğdu, her leşin üstüne on beş yirmi kartal indi. Zehirli leşi yiyen kartal öldü, yazılar ovalar kartal ölüleriyle doldu. Her yer kartal ölüleriyle kapkara kıpkırmızı kesildi. Soyu tükenmekte olan kızıl kartalın böylelikle bizde de soyu bitti.

Bataklıklar kurutulunca yüzlerce kuş, böcek, bitki türü bitti. Kartallar da ağılandı. Şimdi Çukurovaya kırlangıçlar geliyor, onlar da gün geçtikçe azalıyor, leylekler bile az geliyor. Çukurova çok yoksullaştı. Narenciye de bitti, pamuk da ekilmiyor. Toprak eski verimini gün geçtikçe yitiriyor.

Oysa dünyanın birçok yerinde bataklıklara dokunulmuyor, çünkü bataklıkları kurutulunca toprağın dengesi bozuluyor.

Çukurova ormanlık, çayırlıktı. 1950’lerde ovaya traktörün girmesiyle ovanın yüz örtüsü toptan değişti. Toroslarda, Torosların özellikle Çukurovaya bakan yüzünde hemen hemen orman kalmadı. Çukurovadan başlayan bir sedir ormanı vardı, ona “pos ormanı” derlerdi. Türkiyedeki, belki de dünyadaki gür ormanlardan biriydi. Aldığım haberlere göre onun da yerinde yeller esiyormuş.

Bir de barajlar var. Çukurova barajlarla sulanıyor. Yüzeysel sulama olduğu için de bereketli toprağın ömrü azalıyor. Bir de tarlaların ovaya bakan yüzlerinde makilikler. Makilikler düpedüz ormandır. Daha doğrusu bir orman türüdür. O da tükenmekte. Yamaç ormanların, Akdenize uygun bir orman türü olan makiliklerin tükenmesinin de Çukurovaya çok kötü etkileri oluyor, yağmurundan sellerine, rüzgarlarına kadar. Yalnız Çukurovada değil, bütün topraklarımızda bir yitme var. Biz de bu yitirmenin önüne geçmek için değil, bitmesi için devletimizle halkımız el ele verdik bütün gücümüzle çalışıyoruz. Ha gayret!

1950’lerde orman köylüsünün ormanı yok etmesinin temel sebepleri nedir?

Tarla kazanmak. Bir de kaçakçılık. Kaçakçılık her şeye karşın şimdilerde biraz azalmışsa da sürüyor. “Yanan Ormanlarda Elli Gün” adlı röportajımda bunu enine boyuna yazmıştım. Cumhuriyet gazetesinde çıkan röportaj 1950’lerde Büyük Millet Meclisinde konuşulmuş, Ormancılar Cemiyeti röportajı benden istemiş, kitap yapmış, elli bin basmıştı. Orada yangınların sebeplerini anlatıyorum: Ormanları tarla çıkarmak için yakıyorlardı. Yanmış ormanın ağaçlarını kesmek daha kolay oluyordu. O kitapta ormanın başına ne bela gelmişse hepsini yazdım. Eski gazetecilik olsaydı, genç gazeteciler bu kitabı alırlar düşerlerdi yola. O gün ormanı niçin yakıyorlarmış, bugün niçin yakıyorlar. Görülüyor ki dün de bugün de durumlar beter. Bugünlerde sanırım önemlice bir değişiklik var, o da deniz kıyısındaki makilikler, ormanlar. Kıyı ormanları da turizmin kurbanı. Makiliklerini, ormanlarını yakıp çimento sarayları kuracaklar. Ve ormansız Türkiye çok zengin olacak. Yani şanlı bacasız fabrika. Dört yandan, günümüze nasılsa kalmış, birkaç ağacı da yakacaklar, el elde baş başta. Bizim devletimiz hükümetlerimiz halkımızla bir araya geldik Türkiyede yeşil bırakmayacağız, diye. Yazık ki insanlar bir hoş olmuşlar, kendi kuyularını kazıyorlar. Türkiyeyse erozyonda, yeşil ota bile düşmanlıkta birincilerden biri.

Sizce doğanın korunması, sizin dediğiniz gibi, bu kadar hayat memat meselesi mi?

Hayat memat sorunudur. İnsanoğlunun soyunun bitmesidir. Bilinen şu ki, böyle giderse insanoğlunun yaşamı son bulacaktır. Son bulmadan da insanlar değişecekler, üstlerinden her gün bir delilik yeli esecek, savaşlar çoğalacak, insanlar kırıma uğrayacaktır. İnsanların bugün de büyük bir kısmının açlarından ölmeye başladıkları görmediğimiz, bilmediğimiz bir şey değil. Aç it fırını yıkar, ya aç insan ne yapar? Türkiyenin toprakları artık Türkiyenin halkını besleyemez hale geldi. Revaçta endüstri. İnsanoğlu demir mi yiyecek? Doğanın yozlaşmasının sonu insanoğlunun yozlaşmasıdır. Yozlaşmış, zıvanadan çıkmış, çürümüş insanlığın ne yapıp ne yapmayacağını şimdiden kestirebilir miyiz? Çılgınlığının üstünden gelip, doğayı yeniden yaratıp, insanlık kendi yaratıcılığına yeniden dönebilir mi? Sonumuza şimdiden ağlamaya mı başlayalım? Yoksa başımızı iki elimiz arasına alıp doğayı kurtarmak için elbirliği ederek bu çılgınlığa dur mu diyelim?

Bütün bunlar teknoloji yüzünden mi? Suların, havaların kirlenmesi, ağaçların tepeden başlayarak kuruması hep bugünkü teknoloji yüzünden mi?

Teknoloji kimin elinde, önce bunu sorgulamalıyız. Teknoloji bir azınlığın elinde. Azınlık teknolojiyi kullanırken, kimsenin gözünün yaşına bakmıyor. Onların elindeki fabrikalar Tunayı mı kirletiyor, umurunda değil. Tuna kaç ülkeden geçiyor, her ülkenin sanayi atıkları, yerleşim yerlerinin atıkları doğru Tunaya dökülüyor. Bu kirlenmeyi önlemek mümkün ya, teknolojinin sahiplerinin umurunda değil, paralı bir iştir arıtma. Eskiden Allahın parmağı yok ki gözünü çıkarsın derlerdi. İşçilere yaşama hakkı verilmezse işçiler grev yapabiliyorlar. Grev hakkı olmayan diktatoryalarda bile işçiye biraz vermek zorunda çalıştırıcılar, yoksa açlıktan ölürler. Doğanın işçiler gibi böyle bir talihi yok. Ne grev yapabilir, ne bağırıp çağırabilir. Yatam ki ölemden başka bir çaresi yok. Akdeniz gibi bir deniz de kirlilik sınırda. Karadeniz bitti bitecek. Karadenizi denizlikten çıkarmak için bir tek Avrupanın Tunası yetecek. Teknolojiye düşman olamayız. Bugün dünyadaki her oluşum bizi teknolojiye düşmanlığa itiyor. Teknoloji insanoğlunun bugüne kadar yarattığı en büyük gelişimdir. Teknolojiye düşman olmak en büyük insanlık suçudur. Öyleyse dünyamızı, insanlığımızı, soyumuzu nasıl koruyabiliriz? Teknolojinin azınlıktan, büyük insanlığın eline geçmesiyle. Bu mümkün mü, mümkün. Elbette mümkün. İnsanlık için mümkün olmayan hiçbir şey yok. Mağaradan gelip bugünkü teknolojiye ulaşan bilinçlenmiş insan için ulaşamayacağı hiçbir yer yok.

Bugünkü yaralanmış, hastalanmış can çekişen dünyamızı, insanlığımızı yalnız be yalnız teknoloji, teknolojinin gücü kurtarabilir.

Bugünkü başı beladaki insan çoğunluğunu gene bugünkü teknoloji mutluluğa kavuşturabilir. Ne yaparsa yapsınlar, örneğin televizyonu nasıl kullanırsa kullansınlar, televizyonları istedikleri uyuşturucu haline soksunlar, gene de halkı bilinçlendirici bir tortu kalır. Dünyadaki yenilikler, az da olsa halkların bilinçlenmesine yardım ediyor. Bunun önüne geçmelerinin mümkünü yok. O teknolojiyi ellerinde tutanların tez günde akıllarını başlarına almaları gerek. Bir gün gelir ki onların kullandığı teknoloji geriye tepebilir, teknolojiyi her şeye karşın halklar da kullanabilir.

Makiliğin bir orman türü olmasına karşın orman olarak kabul edilmemesini neye bağlıyorsunuz?

Felakete uğrayan yalnız makilikler değil, kestanelikler, kızılağaçlar. Sebebi, bu ülkeyi koruyacak bilinçli kişilerin çok az olması. Kızılağaç niçin bir orman ağacı değilmiş? Kestaneler de öyle. Bu ağaçların öteki orman ağaçlarından ayrımı ne? Kestane değerli bir ağaçtır, özellikle tekne yapımcılığında kullanılır. Kızılağaca gelince, herhalde onun da bir marifeti vardır. Bu son yasayı çıkaranlara sorarsak belki söylerler.

1953-1954 yıllarında “Yanan Ormanlarda Elli Gün” adlı dizi röportajınız günlerinde kestane, kızılağaç gibi ağaçları orman dışına çıkaran böyle düşünce, böyle bir eylem var mıydı?

Benim bildiğime göre yoktu. Bildiğime göre birtakım adamlar, arkalarındaki hangi güçle bilmiyorum, Toros dağlarındaki ceviz ağaçlarını kesiyor, Ceyhanın Seyhanın üstünden Akdenize taşıyorlardı. Birkaç yıl içinde ilaç için ararsan Toroslarda ceviz ağacı kalmadı. Bu yasalardan sonra kızılağaç da kestane de kalmayacak. Ne mi yapacaklar? Belki tekneler, belki mobilyalar, ne bileyim, belki de yakacaklar.

Ben kendimi bildim bileli ormanların başı belada. Önceleri yoğun bir kaçakçılık vardı. Bir köylülerin kesmeleri, yangınlar, açmalar. 1953, 1954’te Maraştan Hopaya ormanları dolaşırken Karadeniz kıyılarını yazmadım. Karadeniz rutubetliydi, oralarda kolay kolay yangın çıkamazdı. Yalnız, o sıralarda açmalar başlamıştı. Ormanı hopur ediyorlar, yerine fındık dikiyorlardı. Ben o zamanlar açmaları yazmaya gerek görmedim ya oralarda açma başını almış gitmişti. O kadar çok tarla, bahçe açmışlardı ki Karadenizde, toprak kaymaları, ulu seller başladı. Fındık bahçeleri ormanın yerini tutmaz. Bundan sonra Karadeniz toprak kaymalarını yoğunlukla yaşayacak. Kestaneler gidecek, kızılağaçlar gidecek, bozuk ormanlar, güvendiğimiz Karadeniz ormanları da belki Akdeniz ormanlarına benzeyecek.

Hiçbir kurtuluşumuz yok mu? Bu tablo karanlık bir tablo değil mi?

Ne yapalım ki çok karanlık bir tablo. 1953’te Profesör Heske ve onun arkadaşları Türk profesörler diyorlardı ki, 25 yıl sonra Türkiyede ormanlar biter. Bir ülke topraklarının en azından yüzde yirmi beşinin orman olması gerekiyor. Ormanlarsa o gün bugündür yanıyor.

Bozuk ormanlar, makilikler için ne diyorsunuz?

Bozuk orman dedikleri toptan orman niteliğini yitirmiş orman değildir. Türlü sebeplerden, örneğin küçük yangınlardan, açmalardan, kaçakçılıklardan dolayı bir kısım ağaçlarını yitirmiş ormanlardır. Ormanı orman yapan bir niteliği içinde taşır, çalıları, otları, çiçekleri, birtakım canlıları içinde taşır, zamanla da ya kendiliğinden ya seyrelmiş yerlere ağaç dikilerek bozuk orman dedikleri yerler tam ormanlığa dönüştürülür. Bizde epeyce ağaç da dikildi bozuk orman dedikleri yerlere, bunlar tez bir zamanda tam orman niteliği kazandılar. Sonra gene çoğu yakıldı.

Demek ki ormanlarımızı böylelikle kurtarabileceğiz?

Kurtarabilirdik eğer dikilmiş, yeni orman olmaya yüz tutan ağaçları yakmasalardı. Dikilmiş ormanları da yaktılar gözümüzün yaşına bakmadan. Şu söylediklerim bozuk ormanlar içindir, bozkırlara dikilmiş, bozkıra dönüşmüş yerler için değildir. Bozkıra dönüşmüş yerlere dikilmiş ağaçların orman niteliği kazanması için uzun zamanlara gereksinim var. Dikilen genç ağacı sonuçta gene yakacaklar. Böyle orman adayı çok da orman yaktılar. Nedense kimi yerlerde de dikilmiş ormanları daha yakamadılar. Memleket kuruyor.

Sizce doğanın korunması neden önemlidir?

Doğa bütünüyle dengeler üstüne yapılanmıştır. Bugünkü teknoloji bu dengeyi bozuyor. Orman olmayınca gereğince yağmur yağmıyor, yağmur olmayınca sular azalıyor, sonunda da kesiliyor. Al sana verimli Anadolu topraklarından bir çöl. Dünyada bizim akarsularımız kadar akarsuyu çok ülke az. Göller kurutulmadan sularımızın durumu çok daha iyiydi. Doğa zenginliğimiz, doğa güzelliğimiz dillere destandı. Uygar ülkelerde gölleri kurutacaklarına, göllere gözleri gibi bakıyorlar, göllerin zararlarını gideriyorlar. Bizde neredeyse bir dünya incisi olan Manyas Gölü kurutuluyor. Manyas da kuruyunca yüzlerce kuş türü de bitecek. Öteki doğa zenginliklerimiz gibi.

Akarsularımız da kıyıda köşede kalmış birkaç ormana bakıyor. Sularımız yavaş yavaş azalacak, sonunda da erozyondan dolayı biten topraklarımız Arabistan çöllerine dönecek. Şimdiye kadar Anadolu topraklarında ne kadar çay, akarsu kurudu bilen var mı?

Dünyamızı dünya yapan uygarlıklar büyük verimli topraklarda doğmuştur: Eski Mısır, Mezopotamya, Ege, Urartu.

Bereketli Anadolu topraklarıysa çölleşiyor. Dünya uygarlığının odaklarından biri olan bizim Egeye şöyle bir bakalım, azalmış çayların kıyılarını kilometrelerce çakıltaşlarının aldığını görürüz. Çukurovayı sorarsanız o da bir alem. Çukurovanın doğasını değiştirip bir tarım çölü durumuna düşmesi ilginçtir. Türkiyenin verimli toprağının hikayesi yalnız bizi değil insanlığı da ilgilendirir. Sizin yerinizde olsam bunun üstünde de ciddiyetle dururum. Ben romanlarımda bu değişimi anlattım.

Son hükümet politikasının doğa üstüne etkileri konusunda neler düşünüyorsunuz?

1950’lerde Cumhuriyet gazetesinde çıkan röportajımı bir daha okudum, orada bir kişi diyordu ki, her orman yasası çıktıkça ormanlar biraz daha yakılıyor, daha batıyor. Bu hükümetler ne istiyorlar bu ülkeden? Biz ne kadar bağırıp çağırsak da onlar bildiklerini okuyorlar. Beterin beteri var, son hükümet de bozuk ormanları makilikleri satıp 25 milyar dolar alacakmış. Bir ormanın orman olduğunu kim saptayacak? Bilirkişi mi, bir orman mühendisi, bir değerli doğa kültürünü yemiş yutmuş bir politikacı mı? Kim olursa olsun, bu hükümet çok cesur, çok gözü kara. Bir ülkenin geleceğini kurutmak kolay bir iş değil. Bu hükümetin yaptığı, son darbeyi vurmaktır. Geleceğini korumaya kalkacak bilinçli halkımız yok. Aydınlarımıza gelince hepimiz derin uykulardayız, üstümüze ölü toprağı serpilmiş. Can çekişen topraklarımız ölüyor.

Köpeksiz köyde yaşayanlar eli değneksiz gezerler. Çırılçıplaklar bile gezebilirler.

Yeşil Atlas dergisi, 6 Kasım 2003
Yaşar Kemal – Binbir Çiçekli Bahçe

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version