Ana Sayfa Felsefe Yaşam Biçimi ve Toplumsal Yapı – David Chaney

Yaşam Biçimi ve Toplumsal Yapı – David Chaney

Sosyal yaşamın belirleyici kalıpları genellikle kültür terimi ile özetlenir (kuşkusuz kültürün daha sanatsal anlamları da vardır, ama şimdi bu konuya girmek istemiyorum). Bu yüzden, kültür şöyle tanımlana gelmiştir: “Bir halkın yaşam biçiminin tamamı o halkın adetleri, tutumları ve değerleri, onları bir toplum olarak bir arada tutan ortak anlayış” (Kephart 1982, s. 93). Bununla birlikte ben bu tanımın yaşam biçimi kavramının yanlış bir kullanımı olduğuna inanıyorum. Yaşam biçimleri kültürel yapılara bağlı olmakla birlikte, her biri bir biçim, bir tavır ve bir gruba ait bazı eşyaları, yerleri ve zamanları kullanış şeklidir. Ama o grubun toplumsal deneyimlerinin bütünü değildir. Yaşam biçimleri, özel bağlamlarda anlam kazanan uygulama ve davranış dizileridir. Bu biçimlerden, bir şeyler üretmekten çok, bir şeyleri kullanma yolları olarak söz etmeye dikkat ediyor olmama rağmen bu ayrımı tersine çevirmek isteyeceğim. Bununla birlikte, bu ayrım en azından başlangıç olarak, konunun başlığını açıklığa kavuşturmakta yardımcı olmaktadır.

Modern toplumsal düzen, yüksek bir bireysel disiplinin varlığını öngören modern bir vatandaşlık anlayışı kadar, incelikle işlenmiş farklılık ve yaptırımlara sahip olan karmaşık mekanizmalara da gereksinir. Bu özelliklerin her ikisi de yapılanmış düzen anlamına gelir ve bunu iki şekilde yorumlamak olasıdır. Birincisi, kurallar ve bürokratik işlemler dışarda kişisel olmayan bir ilişkiler ağı oluştururlar; varlıklarını, kişisel koşullardan büyük ölçüde bağımsız işleyen bir çerçeve içinde sürdürürler. Bu yapının ikinci yönü, bürokratik yönetim dünyasının hem yönetenlerin, hem bizim dünyamız olmasıdır. Düzenlemeye yönelik hedef ve uygulamaları etkileyen kararlar alabilecek yetide olan kişiler (veya olan biteni izleyebilir görünenler) ya da başkalarının sahip olduğu gücün denetimi altında olduklarını hissedenler vardır.1 Kuşkusuz, karmaşık toplumlarda toplumsal katmanlaşmayı ölçmek ve ayrıcalık kaynaklarını tanımlamak için çok çeşitli yollar varsa da, üst sınıf ya da elit sınıf kavramları sahip oldukları ayrıcalıkları zaman ve mekan içinde sürdürebilme yetisi olan kişileri anlatmak için kullanılmışlardır (örneğin bkz. Crompton 1993).

Sosyologlar sınıfı, daha çok, çelişki aracılığıyla olağandışı çözümler açısından kuramsal bir olasılık sunmasının yanında, onu yapısal düzenin mantığını oluşturan bir unsur olarak da gördükleri için vurgulama eğiliminde olmuşlar, ama ulusların kendilerine has koşulları içinde başka yapısal kimlikler üzerinde de durmuşlardır. Bunun en tipik örneği, modem toplumsal düzen içinde oluşmuş ayrıcalıkları sürdürmek ve açıklamak için çeşitli dini ya da etnik kimlik modellerinin kullanılmış olmasıdır. Evrensel olarak ele alındığında ise, cinsiyete dayanan ve ataerkil ilişkiler olarak bilinen ayrımcılık yapıları (structures of discrimination) diğer baskı biçimleriyle birleşmekte ve onları güçlendirmektedir.2 Bununla birlikte, ben burada daha çok, statünün tip ve biçimlerinin dilini belirleme biçemleriyle ilgilenmekteyim. Bunun büyük ölçüde nedeni, Weber’in (1966) ardından, sınıf ve ona karşı gelişen statü kavramları arasında, kaynakları üretme yollarından ziyade, kullanma yollarından kaynaklanan bir farklılık oluşmuş olmasıdır (bkz. Tumer 1988). Statü diliyle anlatmak istediğim, modem toplumlarda yaşayan bireylerin, yapısal modele sahip sosyal ilgi gruplarının yaşam dünyalarıyla (lifeworlds) ilgili özelliklerden söz eder ve bu özellikleri tanımlarken kullandıktan konuşma şekilleri ile bu söylemlerin grupların toplumsal düzen sağduyusu konusundaki anlayışlarını nasıl bilgilendirdiği, şekillendirdiği ve güdülendirdiğidir.

Toplumsal yapının dili her toplum biçiminde dönüşlü (refleksif) olarak oluşsa da, bu özellik modernizmin toplumsal değişimleri sırasında özellikle önem kazanır. Bunun sebebi, fiziksel ve toplumsal hareketliliğin hızlı olduğu dönemlerde, yerleşmiş farklılıkların yarattığı katılıklar giderek dayanılmaz hale gelirken, durmaksızın yeni farklılık biçimlerinin geliştirilmesi, bu yüzden başkalarının uygarlıklarına ait çeşitli modellere ilgimizi ve saygımızı (ya da tiksintimizi) belirten tavrımızın, yapılaşmış farkın (structured difference) hiyerarşik standardını oluşturmakta çok önemli hale gelmesidir. Toplumsal yapının dili üzerinde durmam, daha genel bir konu olan modernizmin toplumsal kimlik, fark (difference) ve ayrılıklarla (distinctions) ilgili yaygınlaşabilir nitelikteki ilgisinin dönüşlü özelliğine dikkat çekmektedir. Bayley, kendini beğenmişlik ve zevkin, “doğal” farklılıkların başarısızlığı karşısında tepki olarak oluşan, modernizmin birbirleriyle yakından ilişkili gelişmeleri olduğunu öne sürer: “Beğeni, törenleri çok katlı alışveriş merkezlerinde ve müzelerde kutlanan yeni bir dindir. Her iki kurumun da kökeni tam da popüler tüketimin patlamasına tanık olan tarihsel dönemde yatar” (1991, s. 209).

Burada dönüşlü kelimesi, bu toplumsal süreçlerin tanımlandıkları, yasallaştıkları ve karşılık buldukları aynı yollardan oluştukları anlamına gelmektedir. Bayley kendini beğenmişlik konusunda Furbank’tan alıntıyla şöyle der: “İnsan bir başkasını toplumsal olarak sınıflandırırken, aynı zamanda kendisini de sınıflandırmaktadır”. Aynı kolaylıkla “insan bir başkasının beğenilerini eleştirirken, aynı zamanda kendisini de eleştirmektedir” (1991, s. 6) demiş olabilirdi. Bayley şöyle devam eder: “Kendini beğenmişlik… en azından hapis sistemi kadar ürkütücü ve muhakkak ki onu yaratan dönem kadar da tipiktir. Ortaya çıktığı yılı… oldukça kesin olarak, tüketim kültürü kanunlarının yerleşmekte olduğu yıllar olarak kabul edebiliriz” (1991, s. 70). Bu, artık oldukça eskimiş olan panopticon benzetmesine (19. yüzyılın ortasında Jeremy Bentham tarafından tasarlanan ideal hapishane planı), modernizmin simgesel imajı olarak züppe (dandy) yaklaşımının da eklenmesi gerektiği şeklinde daha ileri spekülasyonları akla getiren bir öneridir.

Şimdi, modern dünyanın toplumsal sınıflan (tüm ulusal bağlamlarda) ayrıntılı biçimde tanımlanıp, kurumsallaştırılırlarken bile, sınıfları yaratan farklılıkların dışhatlarının bulanıklaştırıldığı ve abartıldığını ileri sürmek istiyorum (yaşam biçimini oluşturan tutumlar arasındaki farklılıkların altında hala ne ölçüde toplumsal sınıf farklılıklarının yattığını anlatan çalışmalarla ilgili bir özet için bkz. DiMaggio 1994). İlgi alanları kesişen bu gruplar diğer “özdeksel” unsurlar kadar,kendileri ve diğerleri tarafindan kültürel biçimlerinin özellikleri ve duyarlıklarıyla da tanımlanıyorlardı: “Birer sanat eseriymişçesine bilinçli olarak yaratılan yapay yaşam biçimlerinin varlığı, sınıfların benimsedikleri yaşam kalıplarında bir kaçınılmazlık kavramının eksikliğine işaret eder” (Bensman ve Vidich 1995, s. 239).3

Burada anlatmak istediğim şeyi, erken modernizm dönemindeki İngiliz toplumu ile modem İngiliz toplumu arasındaki değişiklikler hakkında yapılan iki araştırmayı anlatarak göstereceğim. Bunlardan birincisi, Thomas’ın, insanların kendilerini birlikte yaşadıkları hayvanlar ve bitkilerle olan ilişkilerinde nasıl gördükleri konusunda yaptığı bir çalışmadan alınmıştır. (1983). Bu ilişkiler 1500 yılından 1800 yılma kadar geçen üç yüzyıl boyunca bir değişim süreci içindeydiler. Değişimler, doğal dünyanın insanın kullanımı için var olan farklı bir yaratılış düzeni olduğu şeklindeki çarpıcı uzlaşma ile başlamıştı. İnsanın hayvanları kullanırken zalimce davrandığını düşünmek saçma ve modası geçmiş bir düşünce olarak kabul ediliyordu, çünkü insan, devamlı savaşmak, fethetmek ve denetlemek zorunda olduğu ve özünde saldırgan bir dünyada yaşamaktaydı. Dönemin sonlarına doğru önemli değişim eğilimleri görülmüştü. Yeni yaklaşımların tüm İngiliz toplumu içinde ne dereceye kadar yayıldığını tahmin etmek güçtü ama, etkin azınlıklar (influential minorities) arasında yeni bir yaklaşım sistemi yaygın olarak yerleşmişti. Bu sistem modernizmin politik olarak kurumsallaşması sırasında, giderek daha da güçlenmiş ve yayılmıştı.

Thomas bu değişimlerin özelliklerini dört başlık altında toplamaktadır. Birincisi köylü nüfustan şehirli nüfusa doğru bir yer değiştirmedir ve ciddi olarak gerçekleşmeye onsekizinci yüzyılda başlamış, geriye dönülmez şekilde kurumlaşması ise ondokuzuncu yüzyılı bulmuştur. Kısmen, şehirlere yığılmanın yarattığı yeni nüfus yoğunluğu ve kısmen de buna ilişkin olarak ortaya çıkan toplumsal sorunlar yüzünden, kırsal bölgelerle ilgili abartılı bir duygusallık gelişmişti: “Yazınsal moda ile toplumsal etkenlerin birleşmesi sonucunda, acımasızca büyüyen şehirleşme olgusu ve giderek daha fazla insanın kırsal yaşama özlem duyuyor olması, gerçek bir gerilim yaratmıştı” (1983, s. 253). Konuyla yakından ilgili ikinci değişim süreci, açık arazilerle, ziraat yapılan araziler arasındaki farklılık’lara karşı gösterilen tavırlarda göze çarpıyordu. Ekili araziler, klasik bir uygarlık gösterisi, insan toplumunun bütünlükten yoksun doğa üzerinde kurmayı başardığı düzenin simgesidir.

Onsekizinci yüzyılın sonlarında bu varsayımlar pitoresk estetik anlayışı ve daha genel olarak da romantizmin değerleri karşısında önemli ölçüde değişime uğramış ve doğal yaşam temel doğrulara ulaşabilmenin bir aracı haline gelmiştir. Bu durum daha sonra, hayvanlardan onların yok olmasına neden olacak biçimde yararlanılması ve doğanın yanlış kullanımı sonucunda alınan zevklerden, doğayı koruma sorumluluğuna doğru kayan davranışlar şeklindeki üçüncü tipik değişime yol açmıştır. İdeal anlamda bir doğa korumacılığına duyulan ilgi, yüzyılımızda “özel düzenlenmiş bahçelere, yeşil kuşaklara ve hayvanlar için doğal parklara kadar uzanmıştır.” (1983, s. 287).

O halde, doğal dünyanın korunması yönünde değişen bu tutumların temeli, ilişkilerin etiği konusunda artan bir özbilince dayanır. Ufak bir azınlık dışında kalanlar için bu değişim, barbarlıktan aydınlanmaya basit bir geçiş değil, daha çok insan toplumsallığının sınırlarını yeniden gözden geçirmeyi gerektiren karmaşık bir süreçti. Dördüncü ve son özellikle bu durum açıkça ortaya koyulmaktadır. Bu özellik hayvanları yeme düşüncesini itici bulanların, ve daha genel şekliyle hayvanların insanları eğlendirmek için sömürülmelerini kabul etmeyenlerin sayısındaki artıştı. Özellikle, et yemekten duyulan rahatsızlık duygusu, etik ve estetik değerleri üstün tutan bir kültürel kimlik kavramının, bazıları için çekici hatta “doğal” bir seçenek haline geldiği yeni bir duyarlık anlayışının oluştuğunu gösteriyordu. Bu duyarlık anlayışının tartışmalı gücü bir anlık sosyal değişimle sınırlı kalmamış, “yeni duyarlık anlayışları ile insan toplumunun özdeksel temelleri arasında büyüyen bir çelişki” halinde ve Thomas’ın sözlerini bağladığı gibi: “modem uygarlık üzerine kurulduğu söylenebilecek anlaşmazlıklardan biri” olarak politik gücünü korumuştur (1983, s. 303).

Değişen yaklaşımlarla ilgili olarak özellikle bu çalışmadan alıntı yapmış olmamın nedeni, belirli gruplar arasında çevrelerindeki kültürel düzenle ilişkiye girmenin bir yolunun önem kazanmış olmasıdır. Bu, benim bir duyarlık (sensibility) olarak söz ettiğim ilişki kurma yoludur. Duyarlık terimiyle kısmen, belirli oranda birleştirici bir modele sahip olan olaylara, hareketlere ve görüngülere tepki verebilme biçiminden söz ediyorum. Öyle ki, bir duyarlığı tanımlamak, yeni durumlara verilecek tepkileri önceden bilebilmek ya da açıklayabilmek olanağını sağlayacaktır. Aynı zamanda, bu karşılıkların ve seçeneklerin etik ve estetik anlamı olan şeylerle bir kimlik duygusu için gerekli yaşam biçimleriyle ilgilenenler tarafından özümsendiğini de anlatmak istiyorum. Bu duyarlık anlayışının günümüzdeki temsilcileri, tipik olarak, doğaya karşı daha geleneksel tutumları olanların barbarlıklarına karşılık kendi davranışlarından uygarlığa önem vermek şeklinde söz etmektedirler.

İtici bulunmaya başlanan geleneksel davranışlara verilen diğer örnekler arasında, özellikle, hayvanların insanları eğlendirmek için kavgaya tutuşturulduktan ve yenilikçiler tarafından son verilmeye çalışılan kanlı sporlarda bulunmaktaydı. (Malcolmson 1973). Bu gelenekleri itici bulan insanlar Spierenburg’un “ızdırap izlencesi” olarak adlandırdığı (1984, ayrıca bkz. Foucault 1977) uygulamalara da karşı çıkıyorlardı. Avrupa ülkelerinde vücut üzerinde uygulanan cezalar ve özellikle ölüm cezalarından ya uygarlık dışı bulunarak vazgeçildi ya da uygulamalar en azından konuyla ilgili kuruluşların duvarları ardına çekildi. Uygarlığın bu yeni duyarlığı diğer toplumsal farklılıklarla el ele gelişti. Onsekizinci yüzyılın ortası ile ondokuzuncu yüzyılın ortası arasında geçen yüz yıl, dış dünyanın zalimlikleri ile özel yaşam atmosferinin kısıtlanmış yumuşaklığı ve cinsiyetlere göre düzenlenmiş mekanı arasındaki ideal karşıtlık üzerinde giderek artan bir önemle durulduğu bir dönem oldu. (Davidoff ve Hail 1987). Bu evcil ideoloji içinde, yaşam biçiminin dış hatlarını ayrıntılı olarak tanımlayan bir duyarlılığın doğuşunu daha açık şekilde görmeye başlayabiliriz.

Daha önce, toplumsal değişimle ilgili iki çalışmadan bahsedeceğimi söylemiştim. İşte bu çalışmalardan İkincisi de, birincisinden biraz daha sonraki bir dönemle ilgilidir ve İngiliz orta sınıfından daha geniş bir kitleyi ele alır (Weber 1975). Yinede, William-Weber’in modernleşmekte olan orta sınıf toplumları arasında gelişmeye başlayan beğeni gruplarıyla ilgili bu çalışması, benim sunmaya çalıştığım toplumsal yapı kavramlarının genişlemesini daha da geliştirecektir. Kitlesel eğlence endüstrilerinin kurulmasından önceki dönemde müzik konserleri ince ve karmaşık zevkleri olan bir Avrupa kültürü oluşturmuştu. Weber, konser ortamının Napolyon devrinin sonu ile, 1848 devrimleri arasındaki dönemde bütün şehirlerde sayısını ve önemini hızla artırdığını anlatır. Bu tarihten sonra konser ortamı seçkin bir toplumsal katmanın en önemli eğlence kaynaklarından biri olarak, yirminci yüzyılın sonuna kadar sürecek bir kültürel biçim oluşturdu: “1830 ve 1848 yılları arasındaki çalkantılı olaylar, Batı’nın müzik tarihinde o zamana kadar hiç yaşanmamış özgür bir müzik ortamı getirdi” (1975, s. 7).

Bu dönemde, müzik konserlerinin sürdürülebilmesi için kamusal kurumlar oluşturulmuş olmakla birlikte, konser tipleri de çok çeşitli idi ve konumuzu ilgilendiren en az üç temel müzik stili vardı. Bunlar seçme parçalan öne çıkaran opera türü müzikler ile ihtiras ve heyecan verici duyguların gücünü dinleyiciye aktarmak için kullanılan ve virtüözlerin yeteneklerini ön plana çıkararak, uygun bir enstrümantal stille birleştirilmeye yatkın müzik türleriydi. Bunların karşısında, Haydn, Mozart, Beethoven ve Schubert’in eserleri üzerine kurulmuş, daha küçük çaptaki (konser sayısı ve katılan izleyici kitlesi açısından) Alman klasik biçemi vardı: “Alman klasik biçemi ile onun iki rakibi arasındaki çelişki yüzyılın birinci yarısında tüm müzik yaşamına yayılmıştı… bu durum yüksek kültür biçemleri ile popüler kültür biçemleri arasında alışılmamış şiddette bir tartışmaya yol açmıştı” (Weber 1975, s. 19).

Bu yüzden, müzik konserlerinin izlenebilmesi için kurulan halka açık yeni kurumlar ve bunlarla ilgili toplumsal biçim ve ritüeller, yeni orta sınıfın ulusal kültür üzerindeki egemenliğini ve üstünlüğünü sergilese bile, Weber, toplumsal yaşamdaki müzik beğenisinin homojen bir olgu olmadığını öne sürüyordu. Üstelik, burjuvazi içindeki geleneksel meslekler ile daha yeni ve daha ticari kaynaklı olan zenginlikler arasında da çok büyük farklılıklar olduğunu savunmaktaydı. Toplumsal ilgi grupları müzik beğenileri aracılığıyla dışa vuruluyordu: “Belli başlı konser türlerine giden insanlar birbirinden ayrı beğenilere sahip topluluklar oluşturdular. Bu toplulukların aralarındaki fark… beğenilerde ve yaşam biçimlerinde karşılaşılan büyük farklılıklardan kaynaklanmaktaydı” (1975, s. 22, kültürel toplumlardaki değişimin toplumsal organizasyonu konusunda ilginç ve tamamlayıcı bir çalışma için, ayrıca bkz. DiMaggio 1982a ve b).

Doğa ve hayvanlarla ilgili yeni değerler üretmekle uğraşanlar ve özel müzik biçemlerine olan “doğal” yakınlıktan ile ilgili duygularını anlatabilmek için yeni konser kurumlarından yararlananlar, yaptıkları seçimlerden söz ederken bunları yaşam biçimi seçimleri olarak adlandırmıyorlardı. Bu deyim çok daha sonraları kullanılmaya başlanacaktır. Bununla birlikte, bu seçimlerin modem toplumsal koşulların yeni özelliklerine toplumun kentlileşmesi ve yeni kültürel biçimlerin ortaya çıkması gibi göre yapıldığını ve şehirli-endüstriyel toplumdaki sınıf yapılarıyla kesişerek, onu güçlendirip karmaşıklaştıran kültürel ilgi gruplarına dikkat çektiklerini görebilmek yararlı olacaktır. Kullandığım örneklerde tanımlanabilecek ve sonradan yaşam biçimine özgü olduğunu görebileceğimiz özellikler aracılığıyla yeni toplumsal kimlik biçimleri oluşturulmaya çalışılıyordu.

Yukarıdaki örneklerde yeni toplumsal kimlik biçimlerinin özellikleri olarak sözünü ettiğim noktaları bu aşamada kısaca tanımlayabiliriz: Birinci özellik, seçim kelimesini kullanmamla iletilmektedir. Belirtmiş olduğum gibi, yeni toplumsal grup üyelerinin bu tipik davranış biçimleri, değer yargıları ve beğenileri, kendileri tarafından önemli olarak nitelendiriliyordu. Gazete makalelerinin halka seslenen çağdaş söylemlerinde, dini söylemlerde, şiirlerde ve ahlak öğretileri sunan propaganda broşürlerinde yazarlar ahlaki ciddiyetin kültürel beğeniler içine nasıl işlemiş olduğuna dikkat çekmekteydiler. Kişisel beğenilerin, kişinin diğer kişiler tarafından yargılanabileceği sorumluluklar olduğu kabul ediliyordu. O halde beğeniler bir kimlik duygusunun bütünleyici öğeleriydi.

İkinci özellik, daha önce de söylediğim gibi, bu seçimlerin kültürel seçimler olmasıydı. Daha doğrusu, bu seçimler ya boş vakit uğraşları ya da tüketim etkinlikleri gibi yaşam alanları üzerinde odaklanıyorlardı. Bu noktanın doğurduğu sonuçlar daha ayrıntılı olarak gelecek bölümde tartışılacaktır. Şimdilik önemli olan, bu alanların kendilerinin de modernizmin belirgin nitelikleri olmalarıdır. Bunlar, eskiden yalnızca son derece ayrıcalıklı azınlıklara özgü oldukları kabul edilen özgürlüklerin önemli özelliklerini temsil etmektedirler. Üçüncü özellik, dışa vurulan değer yargılan ve beğenilerin, bunlar ne kadar kişisel olursa olsun, diğer sosyokültürel özelliklerle ilişkili özel kalıplara uymak zorunda olmasıydı. Ben ilgi gruplarının paylaştığı bu kalıplardan duyarlıklar olarak söz etmekteyim. Bunlara seçilmiş ilgi alanları demek de olanaklıdır. Bu kalıplar, kullanıcıları açısından, onların yaşam dünyaları ile uyumlu gibi gözükürler ve bu dünyanın diğer özelliklerinin bir anlam oluşturmasına yardımcı olurlar. Yaşam biçimlerine sorunsuz bir düzen duygusu veren şey, işte bu tanımlanması zor “doğal” işbirliğidir.

Yaşam biçimlerinin çeşitliliğini özetleyebilmek için Sobel’den çok farklı bir yol izlediysem de, artık onun, yaşam biçimlerinin “farklı, dolayısıyla dikkat çekici herhangi bir yaşama modeli” (1981, s. 3) olduğunu öne süren tanımını uzlaşmaya açık olarak nitelendirilebilirim. Bu tanıma, modelin genellikle belirli sayıda bir grup insan tarafından paylaşıldığını, aksi halde bu yaklaşımın bireysellik ya da egzantriklik ile karıştırabileceğini ekleyeceğim. Ayrıca Sobel’in, yaşama biçiminin öncelikle “tanımlayıcı” davranışlardan4 oluştuğu konusundaki vurgusunu kabul ettiğimi de belirtmek isterdim. Sobel sözlerine, Amerika Birleşik Devletlerinin tarihinde bu tanımlayıcı davranışların tüketim ile ilgili mal ve hizmetler üzerinde odaklandığını öne sürerek devam eder. Bu yaklaşım, yaşam biçimlerinin modernizme karşı işlevsel tepkiler olarak da kabul edilebileceği görüşünü doğurur. Bir başka deyişle, yaşam biçimleri varoşların kuralsız dünyalarında bütünleşme sağlayabilecek yeni olanaklar ve günlük yaşamın laikleştirilmesi ile bunun sonucunda yaşanan anlam kaybına karşı geliştirilen tepkilerdir. Bu işlevsel yaklaşımların her ikisi de modernizmdeki kültürel değişimleri açıklamak üzere yaygın olarak kullanılmıştır ve kitap boyunca sık sık karşımıza çıkacaktır.

O halde, yaşam biçimlerinin, davranış kalıpları ve farklı bir sosyal gruplaşma gibi bazı özellikler halinde, modernizmin sosyal düzeni içinde kök saldığını görmeye başlayabiliriz. Yaşam biçimleri, kitle toplumunda ortaya çıkan sosyal belirsizlikler üzerinde bir çeşit düzenli denetim görevi yapan bir beklentiler dizisi olarak işlev görürler. Bireyler tarafından öyle yaşanmış bile olsalar, şüphesiz ki, bu beklentiler mutlak ve zorunlu değil, ancak sınıfsal olarak oluşan farklılığın genel hatlarını ortaya çıkaran yaşam biçimi kalıplarıdır (örnek olarak bkz. boş vakitlerle ilgili yaşam biçimleri ve sınıflandırılmış dezavantajların çeşitli şekilleri konusunda, Henry 1994, s. 3).

Tam olarak anlatmaya çalıştığım bu özellikler yüzünden, yaşam biçimleri aslında onları uygulayanların kategorileridir. Bu, yüksek düzeyde kuramsal özelliklere sahip oldukları anlamına gelmez, aksine insanların yaşam biçimi terimini günlük yaşamda kimlik ve ilişkilerle ilgili daha geniş ve karmaşık anlamlan tanımlamak amacıyla kullandıklarını anlatır. Yaşam biçimi, günlük yaşamın pratik kelimelerden oluşmuş dağarcığının bir parçasıdır: “Yaşam biçimleri yapay yaratılar ya da benimseyişlerdir. Yaşam biçiminin sahibi de, onu kendi iradesi ile üstlenebileceğinin veya dışlayabileceğinin farkındadır, bu yüzden uygulamada bir miktar kendisine yönelik alaycı ve eleştirel bir tutum sergileyebilir” (Bensman ve Vidich 1995, s. 239).5 Özet olarak, yaşam biçimleri yoruma açık kaynaklardır kitlesel toplum politikasında yine de önemli bir yeri olan, ama kaçınılmaz olarak yaklaşık ve yerel bilgi şekilleridir.6

Notlar
1) Kafka, vatandaşın, üzerinde hiçbir denerime sahip olmadığı bürokratik gücün işleyişi karşısında duyduğu çaresizlik hissini romanlarında çok net bir biçimde canlandırabilmiş bir modernizm dönemi şairidir.
2) Burada yapı kelimesini genel olarak Giddens’in yapısallaşma kuramı anlamında yani kısıtladığı kadar güçlü de kılabilen kaynakları ifade etmek için kullanıyorum (Giddens, 1993).
3) Her ne kadar Zablocki ve Kanter (1976) biri daha geleneksel olarak sınıflandırmaya dayanan, diğeri ise belirli grupların geleneksel değerleri dışlamasıyla gelişen iki çeşit yaşam biçimi olduğunu öne sürmüşlerse de, kısmi bir fırsat eşitliği altında uygulanabilecek seçim farklılıklarına da dikkat çekmişlerdir.
4) Zablocki ve Kanter benzer şekilde yaşam biçiminin şöyle tanımlanabileceğini savunmuşlardır: “Uygulayıcıların harcanabilir gelirlerinin dağılımını hesaplamada birbirlerine benzeme ve diğerlerinden farklılık gösterme oranı ve bu dağılımların altında yatan dürtüler” (1976, s. 270).
5) Ayrıca bkz. Bocock: Modern tüketimciler fiziken pasif olsalar da kafaca çok meşguldürler. Tüketim, biyolojik gereksinimlerin giderilme süreci olarak değil, her zamankinden çok, zihinde halledilmesi gereken bir beyin ve kafa meselesi olarak görülmelidir” (1993, s. 51).
6) Yerel bilgi deyimini kültürel ve coğrafi bölgelerde paylaşılan yaşam tarzlarını anlatmak amacıyla.

Aymavisi

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version