“İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Geçmiş, değiştirilmeden anlatılamaz ya da başka bir ifadeyle saf/değiştirilmemiş bir geçmiş yoktur. Pavese, “günleri değil, anları anımsarız”, diyerek şu gerçeğe ışık tutar…
Nasıl romanlar hayatı yeniden kurgulamaksa insan da tıpkı bir yazar gibi anılarını kurgular, o kadar da mutlu değildir o anda, çok da gülmemiştir aslında, o cümleyi de dememiştir… yalanlar katar anılarına ve aslında, şimdi; geçmiş’ini inşa eder. SNB
Yaban Çilekleri Ingmar Bergman’ın 1957 İsveç yapımı filmi. Fahri unvan almak için yolculuğa çıkan Profesör Isak Borg’un bir gününü anlatan film, bu bir gün üzerinden Borg’un hayatını, hayatındaki en önemli anları, modern çağın en önemli sorunsalını Borg/birey üzerinden anlatır. Filmde zaman doğrusal ilerlerken, Borg’un geçmişine yapılan yolculuk ve rüyalar bizi üç ayrı zaman düzleminde tutar: Şimdi, geçmiş ve zaman-üstü. Borg’un hesaplaşmasını yansıtan bölümde(rüya-mahkeme) zaman kolektif bilinçdışı(Jung’un tanımladığı şekilde) alana tekabül eder ki bu alanda biz zaman olgusunun bellek alanındaki farklılığını/zaman-üstülüğünü fark ederiz.
Filmde rüyalar birçok işlev yüklenir. Bunlardan ilki, Profesör Borg’un rüyasında gördüğü akrep ve yelkovanı olmayan saatle (annesinin evinde bu saatle karşılaşır ve onun babasına ait olduğunu öğrenir, rüya gerçeğe döner); ölüm imgesinin nesneleşmesi ve bunun rüya/fizikötesi/bilinçdışı boyutta kalmayıp bilinç düzeyine aktarımının sağlanmış olmasıdır. İkinci işlevde, Yaban çileği ve rüyalar, Bergson’un memoire involontaire dediği alanda, yani istençsiz bellekte Borg’u an(ı)lara taşır. Burada tetikleyici unsur, yaban çiçeğinin geçmişe ait bir ân’ı hatırlatan mutluluk, kalabalık, paylaşım, ayrılık… gibi iç içe geçmiş duyguları ve yaşantıyı imleyen bir gösterge olması; ölüm düşüncesi ve yalnızlaşmanın imgeler aracılığıyla bir rüyada Borg’un bilinç düzeyine yansımasıdır. Ancak sürreel alana aittir bu kısım, hakikatin alanına geçiş yapamaz.
Üçüncü işlev, ki sosyal alandaki en önemli tespiti içerir burası. Birey üzerinden modern insan tipinin tespit edilmesi ve modern insanın eleştirilmesidir.
Tanrı size bir yüz vermiş, siz kendinize bir tane daha yapıyorsunuz, diyor ya Hamlet Ophelia’ya, maskelerinden sıyrılan bireyin sorgulama alanını imler rüyalar, gerçeklik’i fiziki alandan değil, sürreel alandan filmin akışını/devinimini/hareketini sağlayan ikinci bir işlevsellikle verir. Borg rüyasında giremediği mutlu evin birden kendi mahkemesine döndüğünü ve sınavda olduğunu fark ettiğinde, cevaplarını bilmediği sorularla yüzleştiğinde ve hatalarıyla, çaresizce kendini savunmaya çalışır. Yaşlı bir adamdır ve adil olan daha hassas davranılmasıdır kendisine. Oysa kendisiyle yüzleşir, hataları çoktur:
Duygusuzluk, bencillik, acımasızlık…
İnsan olmada ‘Yetersiz’lik…
Modern çağın insanının küçük ama önemli hataları.
Ceza: Yalnızlık.
Başkalarından kaynaklanan değil, bireyin kendi tercihi sonucu yaşamak zorunda kaldığı yalnızlık. Bilgi ve bilmek için uzaklaşılan toplum, değerler, sevgi… Ne kadar bilgi/bilmek yeterlidir, bilgi neleri değiştirir, neler kazandırır, neler kaybettirir, ne kadar bilmek yeterince bilmektir? Bu sorulara cevabı Sara verir:
“O kadar çok şey biliyorsun ama aslında hiçbir şey bilmiyorsun.” Modern insanın yazgısına ayna tutar bu cümle ve onu eleştirir; ölümden korkan, kabullenemeyen, bilim adına her şeyi arkada bırakan ve yalnızlığa mahkûm olan bireyi sorgular.
Yaban Çilekleri’nde (Ingmar Bergman) Sara’nın söylediği: O kadar çok şey biliyorsun ama aslında hiçbir şey bilmiyorsun, cümlesinin benzerini iki yıl sonra Hiroshima Mon Amour’da (Alain Resnais) Elle söylüyor: Bildiğini sanıyor insan, sonra bakıyor ki hiç bilemiyor. Çağımızın hastalığı, bildiğini sanmak ve bilmediğini söylerken ne kadar çok şey bildiğini imleyen kibir…
Ya çözüm?
Yönetmenin, bu yalnızlığa karşı çıkan tutumuyla dikkati çeken Marianne ile sunduğu çözüm şu:
“Ve içimdeki bebeği düşündüm. Nesiller boyunca soğukluk, ölüm ve yalnızlık dışında bir şey yok. Bu, bir yerde sona ermeli.”
Peki nasıl? Yönetmen buna net/direkt bir cevap vermese de, Yaban Çilekleri, temel bir tamamlanmamışlık hissi veren, yarım kalan, analiz eden ama hikâyeyi orada bitiren Kafkaesk bir film olsa da, aslında Borg’un yaban çilekleri ile ilişkisi çözüme dair ipuçları barındırır içinde. Yaban çilekleri geçmişe ait huzurlu, mutlu, kalabalık zamanların, geçmişin güzel parçalarının temsilidir. Arayış, aslında geçmişe değil, geçmişte yaşandığı düşünülen paylaşıma, aileye, huzur ve mutluluğa’dır. Paylaşım, aile, huzur ve mutluluk…un temsili olan yaban çilekleri, yalnızlıkla cezalandırılan bireyin uyanışının imgesi ve yalnızlığının çözümüdür.
Filmde modern insana bakış, sadece yalnızlık bağlamında irdelenmez, Victor ve Anders’le Tanrı-bilim ilişkisi; bir rahip ve doktorla din ve bilim ayrımının vurgulanması; gençliğin sürgit tartışması olan bu konunun aslında insanları ayırır gibi gösterirken onları bir arada tutması; Sara’nın modası geçmiş olanı/rahibi değil de maddi olanı tercih etmesi ve geçmişteki Sara’nın izlediği yoldan gitmesi ile günümüzde yüceltilen değerlerin eğlence ve maddiyat olması… filmde karşılaşılan diğer öğeleridir modernizmin. Zıtlıklara dayalı, prior ve pasterior alanın kesin çizgilerle ayrıldığı, maddi zevklerin üstün görüldüğü… yeni anlayış. Borg’a sorulan Tanrı mı-bilim mi sorusunda, Borg’un kaçak cevabı. Alay edilme korkusuyla söylenmek istenenin gizlenmesi ki Bergman’ın üçüncü dönem filmlerinin eleştiri noktası da tam burasıdır.
Filmin en önemli özelliği, modern insanın tespiti ve eleştirisinin yanında zaman algısına bakışıdır. Zaman algısının farklılığı insanın geçmişine ait bakışını da değiştirmektedir.
Geçmiş nasıl değişir?
“İnsan kendi kendisine karşı tümüyle içten olabilir mi?… Heine öz yaşam öyküsü yazmanın hemen hemen olanaksız olduğunu, insanın kendisinden söz ederken birtakım yalanlar katabileceğini söyler.”(s.55) der Yeraltından Notlar’da Dostoyevski. Geçmiş, değiştirilmeden anlatılamaz ya da başka bir ifadeyle saf/değiştirilmemiş bir geçmiş yoktur. Pavese, “günleri değil, anları anımsarız”, diyerek şu gerçeğe ışık tutar: Ân’ın dışına çıktığımızda, öncülü ve ardılıyla onu hikâye etmeye başladığımızda, ona başka şeyler katar, gerçekliği bozar, yeni bir gerçeklik inşa ederiz. Sartre, “…hayatınızı anlatırsanız, her şey değişir. Ne var ki, bu değişikliği kimse fark etmez. Gerçek hikâyelerden söz edilmesi bunun kanıtıdır. Sanki, gerçek hikayeler olabilirmiş gibi.”(s:68) der Bulantı adlı eserinde, ki bunu Eco da söyler, gerçekliğin anlatılmaya başlandığı an değiştirildiğini anlatmak için. Bu yeni gerçekliği bugün’den/şimdi’den etkilenerek yaparız. Kısaca şimdi, geçmiş’i inşa eder. Borg’un günündeki kahramanlarının geçmişinde de aynı yüzle ortaya çıkması bunun göstergesidir. Kendi geçmişine bugününden bakarken şimdi ve geçmiş’in iç içe girdiği görüntülerde zaman algısını/akışını bir’leştiren yönetmen, anı-zaman’ı şimdiye taşıyan bir işlevsellikle vererek, sadece zaman kavramını değil; rüya-gerçek ikileminde geçmişin gerçekliğinin şimdi’den yorumlanarak algılanışı ile gerçek kavramını da sorgulamış olur. Olayları değil, anları hatırlarız, hele de bizim için olumlu ya da olumsuz anlam içerenleri(duygusal hafızamızda özellikle iz bırakanları) yıllarca belleğimizde taşırız. Bu yüzden filmde asıl göstergeler, rüya-anı-bellek-imge aracılığıyla an’lara yapılan hayat yolculuğuna ait hayata dair parçalardır. Hatırladığımızın ne kadarı gerçektir ya da anlattıklarımızın?
Geçmişe dair gerçeklik, Borg’un gününden ve özellikle rüyalarla aktarıldığı için, yani farklı bir formda, imgeler arkasından; filmde flash-back olan kısımlar, yapısının (olay aktarımı) dışına çıkar ve geçmiş, zamanın ayrı bir parçası değil, bir bütün olarak parçalanamaz bir özellik kazanır. Mekân da bu filmde zamansal bir kavram olarak (Borg’un aynı mekanda geçmiş-şimdi’yi bir arada yaşadığı rüyası, mahkemeye dönüşen ev) karşımıza çıkar. Özellikle rüya-mekân, geçmişi ve şimdiyi (zihinsel algıda) bir’leştiren, mekânı da bu oluşta parçalanmaz/ayrılamaz bir bütün olarak akışı sağlayan bir olgu olarak ortaya çıkarır. Mekân, zaman birlikte var olan bir boyut olarak sürece dâhil olur.
Rüya; zaman-üstüdür, hareketin ve maddi ol’uşun olmadığı (ama ol’uşun olduğu ayrı bir zaman-mekâna ait bir) âlemdir. Filmin dikkat çeken bir başka yönüyse; rüyaların, zaman-üstüyken, bilinç düzeyin/fiziki âlem/de olduğundan daha fazla filmdeki hareketi ve akışı sağlayarak aktif bir rol oynamasıdır.
Yaban Çilekleri, Bergman’ın Dikey Sinema dönemi (Üçüncü Dönem/metafizik soruşturmanın varoluşsal bir hal alması) olarak kabul edilse ve modern çağı ve modern insanı eleştirse de, filmdeki eksiklik; yönetmenin rüyalarla sürreel alanda kalarak, hakikatin alanına geçiş yapamamış olmasıdır. Çünkü bu filmde rüyalar sadece modern bireyin, bilinç düzeyindeki yalnızlığının ve ölüm korkusunun dışavurumu işlevini görür.
Onu/insanı hakiki âlemle ve işaretlerle karşılaştırmaz, fiziki dünyamızın, rüya içindeki rüya olduğuna dair imgeler içermez, zaman-mekân’ın ötesine ulaştırmaz, onu sadece dünyayla ilişkilendirerek, bu güne, bu dünyadaki mutluluk’a odaklar. Oysa rüyalar, sadece bilince ait bir alan değildir. William Shakespeare’in “Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi / Ölmek uyumak… uyumak / belki rüya görmek” dediği gibi rüyalar, hakiki âlemin kapıları, ölümün kardeşi, onunla aynı kapıya açılan bir alemin göstergeleridir.
Modern dönem, anti-kahramanların çağıdır: Don Kişot, Madame Bovary, Raskolnikov(Suç ve Ceza), Antoine Roquentin(Bulantı), Giovanni Drago(Tatar Çölü), Meursault(Yabancı), Prof.Kien(Körleşme), Gregor Samsa(Dönüşüm), Henry Heller(Bozkırkurdu), Paul Hilbert(Duvar), Lucien Fleurier(Bir Yöneticinin Çocukluğu), Winston Smith(1984), Yeraltından Notlar’ın isimsiz kahramanı ve şu anda aklıma gelmeyen nicesi ve Prof. Borg. Ve bu kahramanlardan şunu öğreniriz ki, aslında hepimiz anti-kahramanlar çağının yeni karakterleriyiz: Duygusuz, bencil, acımasız, insan olmada yetersiz, yalnız, toplumdan uzak, bilgisiyle kibirli, ünvan delisi, ölmekten korkan, maddi zevke ve maddiyata önem veren…
Arayıştır sanat. Aradığını bulsa aslında konuşacak sözü kalmayacaktır insanın, tıpkı filmdeki bir İsveç şiirinde olduğu gibi, sanat, insanın aradığıdır. Sözü, şiire bırakalım, posterior alana gebe olan insanın en özgür olduğu alana, aramaktan ve inanmaktan korkmayan tarafına:
Şafak vakti
aradığım arkadaş nerede?
Gece çöktüğünde
onu hâlâ bulamamıştım.
Yanan kalbim,
bana onun izlerini gösteriyor.
Çiçeklerin açtığı her yerde,
onun izlerini görüyorum.
Onun sevgisi tüm havaya karışmış,
sesi yaz rüzgarında uğulduyor…
Suzan Nur Başarslan
Yaban Çilekleri Smultronstället / Wild Strawberries / Ingmar Bergman