Ana Sayfa Edebiyat SÜRGÜN VE KRALLIK: DÖNME YA DA KARIŞIK BİR KAFA – ALBERT CAMUS

SÜRGÜN VE KRALLIK: DÖNME YA DA KARIŞIK BİR KAFA – ALBERT CAMUS

Beni aldatmışlardı, yalnızca kötülüğün krallığı çatlaksızdı, beni aldatmışlardı, gerçek dört köşeli, ağır, yoğundur, ayrım götürmez, iyilik bir düş, hep ertelenen ve tüketici bir çabayla sürdürülen bir tasarı, hiçbir zaman erişilemeyen bir sınırdır, krallığı olanaksızdır. Yalnızca kötülük sınırlarına dek gidebilir ve kesinlikle hüküm sürebilir, gözle görülür krallığını yerleştirmek üzere ona hizmet etmek gerekir, sonrasını düşünürüz, hem ne demek oluyor ki bu, yalnız kötülük ortada, kahrolsun Avrupa, kahrolsun mantık, onur ve haç. Evet, efendilerimin dinine geçmeliydim, evet evet, köleydim, ama ben de kötüysem, köle değilim demektir, bukağılı ayaklarıma ve dilsiz ağzıma karşın. Ah! Bu sıcak deli ediyor beni, katlanılmaz ışığın altında çöl her yandan bağırıyor ve onu, ötekini, adı bile tepemi attırtan iyilik tanrısını yadsıyorum, çünkü şimdi tanıyorum onu.

“Çorba, çorba! Kafamın içini düzene sokmalıyım. Onlar dilimi keseli beri, neyin nesiyse bir başka dildir işleyip duruyor kafatasımın içinde, bir şey ya da biri konuşuyor, birden susuyor, sonra her şey yeniden başlıyor, of! Çok fazla şey işitiyorum, oysa kendim söylemiyorum bunları, çorba ki çorba! Sonra, ağzımı açacak oldum mu yerinden oynatılan çakıl taşlarının sesi gibi sesler çıkıyor. Düzen, bir düzen, diyor dil, aynı zamanda başka şeyden de konuşuyor, evet, her zaman düzen istedim ben. Hiç değilse bir şey kesin, gelip yerimi alacak misyoneri bekliyorum. Burada, yolun üstündeyim, Taghaza’dan bir saat uzakta, bir kaya döküntüsünün içine saklanmış, eski bir tüfeğin üstüne oturmuşum. Çölün üstüne gün doğuyor, şimdi hava çok soğuk, az sonra fazla sıcak olacak, bu memleket adamı deli eder, ben de bunca yıldır hesabı öyle bir şaşırmışım ki… Hayır, bir çaba daha! Misyoner bu sabah gelecek ya da bu akşam. Bir rehberle geleceğini işittim, ikisi tek bir deveyle gelebilir. Bekleyeceğim, bekliyorum; soğuk, soğuk titretiyor yalnız beni. Az daha sabret, pis köle!

“Öyle uzun zamandır sabrediyorum ki. Massif Central’in o yüksek yaylasında evimdeyken, kaba babam, görgüsüz anam, her gün şarap, domuzyağlı çorba, hele de şarap, kekre ve soğuk, sonra uzun kış, kar yığınları, tiksindirici eğreltiotları, ah! Gitmek istiyordum, birden onları bırakmak ve en sonunda yaşamaya başlamak istiyordum, güneş altında, duru suyla. Papaza inandım, papaz okulundan sözediyordu bana, her gün benimle ilgileniyordu, köyden geçerken duvarları sıyırarak yürüdüğü bu Protestan memlekette bol bol zamanı vardı. Bana bir gelecekten ve güneşten sözediyordu, Katoliklik güneştir, diyordu, kitap okutuyordu bana, kalın kafama Latince’yi soktu: ‘Akıllı çocuk, ama bir katır,’ ayrıca kafam öyle kalındır ki, yaşamım boyunca, kaç kez düşmeme karşın, hiç kanamadı: ‘İnek kafası,’ derdi babam olacak domuz. Papaz okulunda, çok gururluydular, Protestan ülkesinden gelmiş biri, bir utkuydu, Austerlitz güneşi gibi gördüler gelişimi. Güneş Pâlichon, ama alkol nedeniyle, kekre şarabı içtiler ve çocuklarının dişleri çürüktür, babayı öldürmek, buydu yapılması gereken, ama işe girişme tehlikesi yok, öyle ya, o çoktan öldü, acı şarap midesini deldi sonunda, o zaman, kala kala misyoneri öldürmek kalıyor.

“Onunla görülecek bir hesabım var, hocalarıyla da, o beni aldatan hocalarımla da, pis Avrupa’yla da, herkes beni aldattı. Görev de görev, hiç ağızlarından düşürmüyorlardı bu sözcüğü, gidin yabanıllara da söyleyin: ‘İşte, Tanrım, bakın ona, ne vurur ne öldürür hiçbir zaman, yumuşacık bir sesle buyurur, öteki yanağını uzatır, beylerin en büyüğüdür, seçin onu, bakın, beni nasıl daha iyi yaptı, aşağılayın beni, kanıtını alacaksınız.’ Evet, inandım işte, kendimi daha iyi buluyordum, şişmanlamıştım, nerdeyse yakışıklıydım, beni aşağılasınlar istiyordum. Yazın, Grenoble güneşinin altında, sıkı ve kara sıralar oluşturup yürüdüğümüz ve hafif giysiler giymiş kızlarla karşılaştığımız zaman, başımı, gözlerimi çevirmiyordum ben, beni aşağılamalarını bekliyordum, bazı bazı gülüyorlardı. Şöyle düşünüyordum o zaman: ‘Vursunlar bana, suratıma da tükürsünler,’ ama, doğrusu ya, gülmeleri de aynı şeydi, insanı yaralayan dişleri, sivri sivri uçları vardı, aşağılama ve acı tatlıydı! Kendimi suçlayıp durduğum zaman yönetmenim anlayamıyordu: ‘Yok, hayır, iyi bir yan var içinizde!’ İyi bir yan! Bende ekşi şarap vardı, hepsi buydu, böylesi de çok iyiydi, insan kötü değilse nasıl daha iyi olur ki, tüm öğrettiklerinden anlamıştım bunu. Hatta yalnız bunu anlamıştım, tek bir düşünceyle, akıllı katır olarak sonuna dek gidiyordum, cezalara koşuyordum, sıradanlıktan hoşlanmıyordum, kısacası, bir örnek olmak istiyordum ben de, beni görsünler diye, görünce de beni daha iyi kılana saygı sunsunlar diye, benim aracılığımla Tanrımı selamlayın.

“Yabanıl güneş! Doğuyor, çöl değişiveriyor, dağ siklameni rengi kalmadı artık, ey benim dağım, sonra kar, yumuşak ve gevşek kar, hayır, biraz gri bir sarı bu, büyük göz kamaşmasından önceki nankör saat. Hiçbir şey yok, çevrene dek hiçbir şey yok daha önümde, hâlâ hoş renklerin halkası içinde yaylanın silindiği yerde. Demir adı bunca yıldır kafamda zonklayan Taghaza. Bundan bana ilk sözeden manastırdaki yarı kör yaşlı papazdı, ama neden ilk olsun ki, tekti, öyküsünde beni etkileyen de tuzdan kent değildi, yakıcı güneşin altında ak duvarlar değildi, yabanıl insanlarının acımasızlığıydı ve tüm yabancılara kapalı kentti, buraya girmeyi deneyenlerden yalnızca biri, onun bildiği kadarıyla, yalnızca biri anlatabilmişti gördüğünü. Onu kamçılamışlar, yaralarına ve ağzına tuz basıp çöle kovmuşlardı, bir kezliğine de olsa acıma duygusu olan göçebelere rastlamıştı, şans işte, ben de onun öyküsünden yola çıkarak tuzu ve göğü, put evini ve kölelerini düşlüyordum, daha barbarı, daha kışkırtıcısı düşünülebilir miydi, evet, misyonum buydu, gidip onlara Tanrımı göstermeliydim.

“Papaz okulunda cesaretimi kırmak için söylevler çektiler bana, beklemek gerekirdi, bir misyon ülkesi değildi orası, olgunlaşmamıştım, özel olarak hazırlanmalı, kim olduğumu bilmeliydim, ayrıca denenmem gerekirdi daha, sonra bakarlardı! Ama yok, hayır, evet, özel hazırlık ve deneyim için hep beklemeliydim, bu işler Cezayir’de oluyor ve beni yaklaştırıyordu, gerisine gelince, kalın kafamı sallıyor ve aynı şeyi yineliyordum, en barbarların arasına gitmek, onların yaşamını yaşamak, onlara kendi memleketlerinde, hatta put evlerinde bile, kendi Tanrımın gerçeğinin daha güçlü olduğunu göstermek. Beni aşağılayacaklardı, hiç kuşku yok, ama aşağılamalar korkutmuyordu beni, kanıtlama için zorunluydu bunlar, hem de bunlara katlanma biçimimle bu yabanılları etki altına alacaktım, güçlü bir güneş gibi. Güçlü, evet, dilime doladığım sözcük buydu, saltık gücü düşlüyordum, yere diz çöktürtenini, karşıtı uzlaşmaya zorlayanını, onu en sonunda inanca döndürenini; karşıt ne denli kör, acımasız, kendinden emin, kanısı içine kefenlenmiş olursa, yanıldığını söylemesi de bozgununa yol açanın krallığını o denli kesinlerdi. Azıcık yolunu şaşırmış iyi insanları dine döndürmek, bizim papazların zavallı ülküsü buydu işte, bunca güçleri olup da bunca az şey göze aldıkları için küçümsüyordum onları, inanç yoktu bunlarda, bendeyse vardı, cellatların kendilerince tanınmak, onlara diz çöktürtmek, onlara ‘Tanrım, işte utkun!’ dedirtmek, kısacası, bir kötüler ordusu üzerinde yalnız sözle hüküm sürmek istiyordum. Ya! Bu konuda doğru düşündüğümden kuşkum yoktu, başka türlü hiçbir zaman pek emin olamazdım kendimden, ama bir düşünceye vardıysam bir daha bırakmam artık, gücüm budur, benim gücüm, hepsinin acıdığı gücüm!

“Güneş daha da yükseldi, alnım yanmaya başlıyor. Çevremde taşlar boğuk boğuk çıtırdıyor, yalnız tüfeğin namlusu serin, çayırlar gibi, akşam yağmuru gibi serin, hani eskiden, çorba usul usul pişerken annemle babamın beni beklediği zamanlardaki gibi, bazı bazı gülümserlerdi bana, belki de severdim onları. Ama bitti, yolun üstünde bir sıcaklık perdesi yükselmeye başlıyor, gel, misyoner, seni bekliyorum, şimdi bildiriye ne yanıt vermek gerektiğini biliyorum, yeni hocalarım dersimi verdi, haklı olduklarını biliyorum, aşkın hesabını görmek gerek. Cezayir’de, papaz okulundan kaçtığım zaman, başka türlü düşünüyordum onları, bu barbarları, düşlemlerimde bir tek şey doğruydu, bunlar kötü insanlardı. Ben okul kasasını çalmış, dinsel giysiyi atmıştım, Atlas’ı, yüksek yaylaları ve çölü geçtim, Transsaharienne’in şoförü dalga geçiyordu benimle: ‘Oraya gitme,’ diyordu, evet, o da, nesi vardı ki hepsinin böyle, sonra yüzlerce kilometre kum dalgaları, darmadağın, ilerler, sonra yelin altında geriler; sonra gene dağ, sivri sivri tepeleri, kara kara tepeleri, demir gibi kesici sırtları, bundan sonra da boz, sonu gelmez, sıcaktan uluyan, ateşlerle diken diken olmuş binlerce aynasıyla insanı yakan çakıl denizinden buraya, karaların toprağıyla beyaz ülkenin sınırına, tuz kentinin yükseldiği yere gitmek için bir rehber bulmam gerekmişti. Sonra rehberin benden çaldığı para, bönlük bu ya, göstermiştim ona parayı, ama yolda bıraktı beni, tam da burada, bir de vurduktan sonra: ‘Köpek, işte yol, git, git oraya, gösterirler sana,’ onlar da gösterdiler, evet ya, gece dışında, durup dinlenmeden vuran, parıltı ve gururla vuran güneş gibiler, şu anda da yaman vuran, birden yerden çıkan yakıcı mızraklarla vuran güneş gibi, gölgeye gitmeli, evet gölgeye, büyük kayanın altına, her şey iyiden iyiye karışmadan.

“Gölge iyi burada. Tuz kentinde, ak sıcakla dolu bu haznede nasıl yaşayabilir insan? Kazmalarla yontulmuş, kabaca düzeltilmiş, dik duvarların her birinin üstünde, kazmanın bıraktığı kertikler, göz kamaştıran pullar gibi dikiliyor, dağılmış sarı kumlar biraz sarartıyor bunları, yel dik duvarları ve taraçaları temizlerse, o başka, o zaman, kendisi de mavi kabuğuna dek temizlenmiş göğün altında, her şey şimşeksi bir aklıkla parlar. Bu günlerde, kımıltısız yangının ak sekiler üzerinde saatlerce çıtırdadığı bu günlerde kör oluyordum, sekiler birbiriyle birleşir gibi görünüyordu, sanki, geçmiş bir günde, birlikte bir tuz dağına saldırmışlar, onu önce düzlemişler, sonra, kitlesinin üstünde, sokaklar, ev içleri, bir de pencereler oymuşlardı ya da sanki, evet, böylesi daha iyi, ak ve yakıcı cehennemlerini bir kaynar su üfleciyle biçmişlerdi, ancak gün ortasının sıcağının varlıklarla her türlü bağıntıyı yasakladığı, aralarına görünmez alevlerden, kaynayan kristallerden parmaklıklar diktiği, gecenin soğuğunun da geliyorum demeden onları kaya tuzu kabuklarında dondurup kuru bir buzulun gece insanlarına, dört köşe tuz kulübelerinde birdenbire titremeye başlayan kara eskimolara döndüren bu çöl ortasındaki bu çukurda, her türlü yaşamdan otuz gün uzakta kalan bu çukurda oturamayacaklarını gösterecek kadar. Kara, evet, öyle ya, uzun kara kumaşlar giymişler, sonra tırnaklarına kadar her yanlarını kaplayan tuz, gecelerin kutup uykusunda acı acı çiğnenen tuz, parlak bir yarığın çukurundaki tek kaynağa gelen suyla içilen, bazı bazı koyu renkli giysilerinin üzerinde yağmur sonlarında sümüklüböcek izlerine benzer izler bırakan tuz.

“Yağmur, ey Efendimiz, tek bir gerçek yağmur, uzun, sert, senin göğünün yağmuru! O zaman korkunç kent azar azar kemirilerek ağır ağır, karşı konmaz biçimde çöker en sonunda, yapışkan bir sel içinde tümden erir, yırtıcı insanlarını kumlara doğru götürür. Tek bir yağmur, Efendimiz! Ne diyorum ben, ne efendisi, efendi onlar! Kısır evleri üzerinde, maden ocağında öldürttükleri kara köleleri üzerinde hüküm sürüyorlar, Güney ülkelerinde kesilmiş her tuz tabakası bir adam değerinde, yas örtüleriyle örtülü olarak, sokakların madensi aklığı içinde sessiz sessiz geçiyorlar, sonra gece olup da tüm kent süt gibi bir hayalete benzeyince, eğiliyor tuzdan duvarları hafiften parlayan evlerin karanlığına giriyorlar. Uyuyorlar, ağırlıksız bir uykuyla uyuyorlar, uyanır uyanmaz da buyuruyorlar, vuruyorlar, tek bir halk olduklarını, tanrılarının gerçek olduğunu, boyun eğmek gerektiğini söylüyorlar. Bunlar benim efendilerim, acımayı bilmiyorlar ve efendiler gibi, yalnız olmak, yalnız ilerlemek, yalnız hüküm sürmek istiyorlar, değil mi ki tuzda ve kumlarda soğuk bir yakıcı kent kurma gözüpekliğini yalnız onlar göstermişler. Bense…

“Ne ezilme bu böyle sıcak yükselince terliyorum, onlarsa hiç, şimdi gölge de ısınıyor, üst yanımdaki taşın üstünde güneşi duyuyorum, dövüyor, bir çekiç gibi dövüyor tüm taşları, öğlenin müziği bu, öğlenin engin müziği, yüzlerce kilometre üzerinde havanın ve taşların titreşimi, eskisi gibi sessizliği duyuyorum. Evet, aynı sessizlikti, bundan yıllarca önce bekçiler, güneşin altında beni onlara, alanın ortasına götürdükleri zaman da aynı sessizlik karşılamıştı beni, bu alandan iç içe sekiler yavaş yavaş katı mavi göğün leğeninin kıyılarında dinlenen kapağına doğru yükseliyordu. Oradaydım, dizüstü bu ak kalkanın çukuruna fırlatılmıştım, gözlerim tüm duvarlardan çıkan tuz ve ateş kılıçlarıyla kemirilmiş, yorgunluktan apak olmuş, kulağım rehberin indirdiği yumrukla kanar durumda, onlarsa kocaman, kara, hiçbir şey söylemeden bana bakıyorlardı. Gün ortasına gelmişti. Demir güneşin vuruşları altında, gök, ağarıncaya dek ısınmış sac tabakası ağır ağır çınlamaktaydı, aynı sessizlikti ve onlar bana bakıyorlardı, zaman geçiyordu, bir türlü bitmiyordu bana bakmaları, bense bakışlarına dayanamıyordum gittikçe daha çok soluyordum, en sonunda ağladım, birdenbire sessizce sırtlarını döndüler bana ve hep birlikte aynı yönde gittiler. Dizlerimin üstündeydim, kırmızılı karalı bez pabuçlarında, tuzdan parlayan ayaklarının burunları biraz kalkık, topukları hafiften yeri döverek, koyu renk giysi boyunca kalktığını görüyordum yalnızca, sonra, alan boşalınca beni put evine götürdüler.

“Bugünkü gibi kayanın dibine çömelip oturmuş durumda, başımın üstünde ateş taşın derinliğini delip geçe geçe, ötekilerden biraz daha yüksek, tuzdan bir surla çevrili, ışıltılı bir karanlıkla dolu put evinin gölgesinde birkaç gün kaldım. Birkaç gün ve bana bir çanak tuzlu veriyor, önüme de tavuklara yem verir gibi taneler atıyorlardı, topluyordum. Gündüz kapı kapalı kalıyor, gene de gölge daha hafif oluyordu, sanki karşı durulmaz güneş tuz kitleleri içinden akmayı da başarıyormuş gibi. Ne lamba ne bir şey, ama, duvarlar boyunca el yordamıyla yürürken, kurumuş hurma yapraklarından duvarları süsleyen taçlar geliyordu elime, sonra, dipte, kabaca yontulmuş küçük bir kapı, kolunu parmağımın ucuyla tanıyordum. Birkaç gün, uzun zaman sonra, günleri de, saatleri de sayamıyordum, ama tanelerimi şöyle böyle on kez atmışlardı, pisliklerim için de bir çukur oymuştum, boşu boşuna örtüyordum üzerini, in kokusu hep yüzüyordu havada, uzun zaman sonra, evet, kapının iki kanadı da açıldı ve içeri girdiler.

“Bir köşede çömelip otururken, içlerinden biri bana doğru geldi. Yanağımda tuzun ateşini duyuyordum, yaprakların tozlu kokusunu içime çekiyordum, gelişine bakıyordum. Bir metre ötemde durdu, sessizce bana bakıyordu, işaret etti, kalktım, esmer at yüzünde anlatımsız, parlak maden gözlerini bana dikiyordu, sonra elini kaldırdı. Hep öyle duyarsız, beni alt dudağımdan yakaladı, ağır ağır büktü, etimi koparıncaya dek, sonra, parmaklarını gevşetmeden, beni kendi çevremde döndürdü, odanın ortasına dek geriletti, öyle deli gibi, ağzım kan içinde, diz çökeyim diye dudağımı çekti, sonra duvar boyunca sıralanmış olan öteki adamların yanına gitmek üzere döndü. Ardına dek açılmış kapıdan içeri giren gölgesiz günün dayanılmaz sıcağında inleyişime bakıyorlardı, sonra bu ışıkta rafia saçlı büyücü beliriverdi, gövdesi incilerden oluşmuş bir zırhla kaplı, saptan bir etek altında bacakları çıplak, kamış ve telle yapılıp üzerinde gözler için iki kare delik açılmış bir maskeyle. Arkasından çalgıcılar ve kadınlar geliyordu, bedenlerinden hiçbir şey belli etmeyen ağır ve alacalı giysilerle. Dipteki kapının önünde dans ettiler, ama pek dizemi olmayan kaba bir danstı bu, kımıldıyorlardı, hepsi buydu işte, en sonunda büyücü arkamdaki küçük kapıyı açtı, efendiler kımıldamıyor, bana bakıyorlardı, arkaya döndüm ve putu gördüm, çifte balta başını, bir yılan gibi kıvrılmış demir burnunu gördüm.

“Beni bunun önüne, bir oturtmalığın dibine götürdüler; kara, acı, çok acı bir su içirdiler, hemen sonra başım yanmaya başladı, gülüyordum, işte aşağılanma, aşağılandım. Beni soydular, kafamı ve bedenimi kazıdılar, yağla yıkadılar, yüzümü su ve tuza batırılmış iplerle dövdüler, ben gülüyor ve başımı çeviriyordum, ama, her seferinde iki kadın beni kulaklarımdan yakalayıp yüzümü yalnızca dört köşe gözlerini gördüğüm büyücünün vuruşlarına sunuyordu, hep gülüyordum, kanlar içinde. Durdular, hiç kimse konuşmuyordu, benden başka, kafamda çorba şimdiden kaynamaya başlıyordu, sonra beni kaldırdılar ve gözlerimi puta dikmeye zorladılar, gülmüyordum artık. Şimdi hizmet etmek, tapmak üzere ona adandığımı biliyordum, hayır, gülmüyordum, korku ve acıdan boğuluyordum. Ve burada, bu ak evde, güneşin dışardan özenle yaktığı bu duvarlar arasında, yüzüm gerilmiş, belleğim bitmiş durumda, evet, bu put için dua etmeyi denedim, bir o vardı, hatta korkunç yüzü dünyanın gerisinden daha az korkunçtu. İşte o zaman ayak bileklerimi adımının uzunluğunca serbest bir iple bağladılar, gene dans ettiler, ama bu kez putun önünde, sonra efendiler bir bir çıktı.

“Kapı arkalarından kapanınca, gene müzik, sonra büyücü kabuklardan bir ateş yaptı, çevresinde tepiniyor, karaltısı ak duvarların köşelerinde kırılıyor, düz yüzeylerde çırpınıyor, odayı dans eden gölgelerle dolduruyordu. Kadınların beni sürüklediği yere bir dörtgen çizdi, ellerinin kuru ve yumuşak olduğunu duyuyordum, yanıma bir kâse suyla küçük bir yığın tane koydular ve bana putu gösterdiler, gözlerimi hep onun üzerine dikip öyle durmam gerektiğini anladım. O zaman büyücü birer birer ateşin yanına çağırdı onları, birkaçını dövdü, inliyorlardı, sonra, daha büyücü dans ederken gidip tanrımızın, putun önünde secdeye kapandılar, hepsini odadan dışarı çıkarttı, en sonunda yalnız biri kaldı, çok genç biri, çalgıcıların yanına çömelip oturmuş ve daha dövülmemişti. Büyücü onu bir saç örgüsünden tutuyor, saçı yumruğunun üstünde gittikçe daha çok büküyordu, kadın, gözleri dışarda, ters dönüyor, en sonunda da sırtüstü düşüyordu. Büyücü onu bırakarak bağırdı, çalgıcılar duvara döndüler, bu arada kare gözlü maskenin arkasında, çığlık olmayacak ölçüde kabarıyor, kadın bir tür nöbet içinde yerde yuvarlanıyordu, en sonunda dört ayak üstünde, başı birleşmiş kolları içinde saklı durumda, o da bağırdı, ama boğuk boğuk, işte o zaman büyücü, ulumaya ve puta bakmaya ara vermeden, çabucak, sertçe yakalayıverdi onu, kadının şimdi giysisinin ağır kıvrımları altına gömülmüş yüzünü görmeye olanak bırakmadı. Ben de yalnız mı yalnız, yolumu şaşırmış durumda, bağırmadım mı; evet, bir tekme beni duvarın fırlatıncaya dek, putuma doğru dehşetle ulumadım mı; tuzu dişleyerek, şimdi, öldürmem gereken adamı beklerken, dilsiz ağzımla, kayayı ısırdığım gibi.

“Şimdi, güneş göğün orta yerini azıcık geride bıraktı. Kayanın yarıkları arasından, göğün fazlasıyla ısınmış madeninde açtığı deliği görüyorum, benimki gibi kalabalık bir ağız, renksiz çölün üzerine durmamacasına alev çiçekleri kusuyor. Önümdeki yolda hiçbir şey, çevremde bir toz bile yok, arkamda, beni arıyor olmalılar, hayır, henüz aramıyorlar, kapıyı yalnızca akşamüzeri açıyorlardı, ben de bütün gün putun evini temizledikten, sunguları yeniledikten sonra, biraz çıkabiliyordum, akşam da tören başlıyordu; kimilerinde dövülüyor, kimilerinde dövülmüyordum, ama her zaman puta hizmet ediyordum, imgesi belleğe, şimdi de umuda demirle kazılmış olan puta. Hiçbir zaman herhangi bir tanrı bana bu denli egemen olmamış, beni bu denli tutsak etmemişti, gece gündüz, tüm yaşamım ona adanmıştı, sonra acı ve acı yokluğu da, sevinç demezler miydi buna, onun işiydi hatta, evet evet, istek, hemen her gün, görmeden işittiğim (çünkü şimdi dayak yemek istemiyorsam, duvara bakmalıydım) o kişilikten yoksun ve kötü edimde hazır bulunmaktan kaynaklanan istek. Yüzüm tuza yapışmış durumda, duvarda oynaşan hayvansı gölgelerin egemenliği altında, uzun çığlığı dinliyordum, gırtlağım kuruyor, şakaklarımı ve karnımı cinsellikten yoksun bir yakıcı istektir sıkıyordu. Günler günleri izliyordu böylece, birbirinden zor ayırt ediyordum günleri, sanki kavurucu sıcakta ve tuz duvarların sinsi yansımasında suya kesiyorlardı, zaman biçimsiz bir şapırtıdan başka bir şey değildi, yalnız, düzenli aralıklarla, acı ya da cinsel haz çığlıkları patlıyordu üzerinde, zamandışı, uzun gün, kayalardan oluşmuş evimin üstünde yırtıcı güneş nasıl hüküm sürüyorsa, put da öyle hüküm sürüyordu o günde, o zaman olduğu gibi şimdi de mutsuzluktan ve istekten ağlıyorum, kötü bir umut yakıyor beni, ihanet edeceğim, tüfeğimin namlusunu ve içinde ruhunu koyveriyorum, ruhunu ya, yalnız tüfeklerin ruhu vardır, ya! Evet, dilimi kestikleri zaman, kinin ölümsüz ruhuna tapmayı öğrendim!

“Ne çorba ne azgınlık, ra, ra, ra, sıcaktan ve öfkeden sarhoş, tüfeğimin üstüne yatıp yerlere kapanmışım. Kim bu soluyan? Bu bitmek bilmeyen sıcağa, bu beklemeye dayanamıyorum, onu öldürmeliyim. Ne bir kuş ne bir ot dalı, taş, kısır bir istek, sessizlik, onların çığlıkları, içimde konuşan bu dil ve beni sakat bırakmalarından beri, gecenin, tanrıyla birlikte tuzdan inime kapanmış durumda düşlediğim gecenin suyundan bile yoksun olan dümdüz ve ıssız acı. Serin yıldızları ve karanlık çeşmeleriyle yalnız gece kurtarabilirdi beni, beni en sonunda insanların kötü tanrılarının elinden alabilirdi, ama içeriye kapatılmıştım hep, onu izleyemiyordum. Öteki daha gecikecek olursa, hiç değilse gecenin çölden yükselip göğü kaplayışını görebileceğim, soğuk bir altın asma olarak göğün en yüksek noktasından sarkacak, gönlümce içebileceğim oradan, artık canlı ve esnek etten hiçbir kasın serinletmediği bu kara ve kurumuş deliği nemlendirebileceğim, çılgınlığın beni dilimden ettiği bu günü en sonunda unutabileceğim.

“Nasıl da sıcaktı, nasıl da sıcaktı, tuz eriyordu, en azından ben öyle sanıyordum, hava gözlerimi kemiriyordu, büyücü de maskesiz girdi. Grimsi bir paçavranın altında nerdeyse çıplaktı, yeni bir kadın geliyordu ardından, kadının kendisine putun maskesini veren bir dövmeyle kaplı yüzü bir kötü put şaşkınlığından başka bir şey belirtmiyordu. Yalnızca ince ve düz bedeni yaşıyordu, büyücü iç odanın kapısını açınca bu beden yere yığılıverdi. Sonra büyücü bana bakmadan çıktı, sıcak yükseliyordu, kımıldamıyordum, put bu kımıltısız ama kasları usul usul oynayan bedenin üstünden bana bakıyordu ve ben yaklaştığım zaman kadının put yüzü değişmedi. Yalnız, üzerime dikilince gözleri büyüdü, ayaklarım ayaklarına dokunuyordu, o zaman sıcak ulumaya başladı, kadın put da hiçbir şey söylemeden, büyümüş gözleriyle hep bana bakarak, yavaş yavaş sırtüstü devrildi, bacaklarını ağır ağır karnına doğru çekti, dizlerini usulca ayırarak kaldırdı. Ama, büyücü beni gözetliyordu, hemen arkasından içeriye girdiler ve beni kadından kopardılar, günah yerine vura vura korkunç dövdüler, günah! Hangi günah, nerede o, erdem nerede, duvara yapıştırdılar beni, çelik bir el çenelerimi sıktı, bir başkası ağzımı açtı, kanayıncaya dek dilimi çekti, ben miydim bu hayvan çığlığıyla haykıran; kesici ve serin, evet, en sonunda serin bir okşayış geçti dilimin üstünden. Kendime geldiğim zaman, duvara yapışmış durumda, katılaşmış kanla kaplıydım, tuhaf kokulu bir kuru ot tıkacı vardı ağzımda, artık kanamıyordu, ama boşalmıştı ve bu boşlukta yalnızca kıvrandıran bir sızı yaşamaktaydı. Kalkmak istedim, düştüm, mutluydum, en sonunda öleceğim için umutsuzca mutluydum, ölüm de serindir ve gölgesinde hiçbir tanrı barınmaz.

“Ölmedim, bir gün, benimle aynı zamanda, genç bir kin ayağa kalktı, dipteki kapıya doğru yürüdü, onu açtı, arkasından kapattı, benimkilere lanet ediyordum, put oradaydı ve bulunduğum deliğin dibinde, ona dua etmekten de iyisini yaptım, ona inandım ve o zamana dek tüm inandıklarımı yadsıdım. Selam, güç ve erkti o, parçalanabilirdi, ama inancından döndürülemezdi, boş ve paslı gözleriyle başımın yukarısından bakıyordu. Selam, efendiydi, tek efendiydi, tartışılmaz niteliği kötülüktü, iyi efendi yoktur. İlk olarak, aşağılama zoruyla, tüm bedenim tek bir sızıyla haykırarak, kendimi ona bıraktım, kötücül düzenini beğendim, onda dünyanın kötü ilkesine taptım. Ülkesinin, tuz dağından yontulmuş, doğadan ayrılmış, çölün geçici ve ender çiçeklenmelerinden bile yoksun, güneşin ya da kumların bile bildiği şu rastlantı ya da sevgilerden, aykırı bir buluttan, azgın ve geçici bir yağmurdan bile uzak, kısır kentin, köşeleri dik, odaları dörtgen, adamları katı düzen kentinin tutsağı olarak, bana öğretilmiş olan uzun tarihi yadsıdım. Beni aldatmışlardı, yalnızca kötülüğün krallığı çatlaksızdı, beni aldatmışlardı, gerçek dört köşeli, ağır, yoğundur, ayrım götürmez, iyilik bir düş, hep ertelenen ve tüketici bir çabayla sürdürülen bir tasarı, hiçbir zaman erişilemeyen bir sınırdır, krallığı olanaksızdır. Yalnızca kötülük sınırlarına dek gidebilir ve kesinlikle hüküm sürebilir, gözle görülür krallığını yerleştirmek üzere ona hizmet etmek gerekir, sonrasını düşünürüz, hem ne demek oluyor ki bu, yalnız kötülük ortada, kahrolsun Avrupa, kahrolsun mantık, onur ve haç. Evet, efendilerimin dinine geçmeliydim, evet evet, köleydim, ama ben de kötüysem, köle değilim demektir, bukağılı ayaklarıma ve dilsiz ağzıma karşın. Ah! Bu sıcak deli ediyor beni, katlanılmaz ışığın altında çöl her yandan bağırıyor ve onu, ötekini, adı bile tepemi attırtan iyilik tanrısını yadsıyorum, çünkü şimdi tanıyorum onu. Düş kuruyor ve yalan söylemek istiyordu, artık sözü insanları yanıltmasın diye dilini kestiler, kafasına, zavallı kafasına bile çiviler çaktılar, şu benim kafam gibi, ne çorba, öyle yorgunum ki, zelzele olmadı, kuşkum yok, öldürdükleri doğru değildi, inanmayı yadsıyorum, doğru kişiler yoktur, amansız gerçeğin hüküm sürmesini sağlayan kötü efendiler vardır yalnızca. Evet, yalnızca put tutuyor erki elinde, bu dünyanın tek efendisi o, kin de buyruğu, her türlü yaşamın kaynağı, serin su, ağzı donduran ve mideyi yakan nane gibi serin.

“O zaman değiştim, anladılar bunu, onlara rastladığım zaman ellerini öpüyordum, onlardan biriydim, onlara durmamacasına hayran kalıyor, onlara güveniyordum, beni sakatladıkları gibi yakınlarımı da sakatlayacaklarını umuyordum. Ve misyonerin gelmek üzere olduğunu öğrenince, ne yapmam gerektiğini anladım. Bu tıpkı ötekiler gibi gün, bunca zamandır süregelen aynı kör edici gün! İkindi sonu, çukur yerin tepesinde koşan bir nöbetçi belirmişti, birkaç dakika sonra da kapısı kapalı put odasına sürüklenmiştim. Aralarından biri haç biçimindeki kılıcıyla gözdağı vererek yerde, gölgede tutuyordu beni ve sessizlik uzun zaman sürdü, sonra genellikle sakin olan kent bilinmedik bir sesle, insan sesleriyle doldu, bu sesleri uzun zaman tanıyamadım, çünkü benim dilimi konuşuyorlardı, ama onlar çınlar çınlamaz kılıcın ucu gözlerimin üzerine indi, bekçim sessiz sessiz bana bakıyordu. Hâlâ işittiğim iki ses yaklaştı o zaman, biri bu evin neden korunduğunu, teğmenine kapıyı kırmak gerekip gerekmediğini soruyordu, öteki, kısaca, ‘Hayır,’ diyor, kısa bir süre sonra da, bir anlaşma yapıldığını, surların dışında kalmaları ve törelere saygı göstermeleri koşuluyla kentin yirmi kişilik bir garnizonu kabul ettiğini ekliyordu. Asker güldü, yelkenleri indiriyorlar, ama subay bilmiyordu, ne olursa olsun, çocuklara bakmak üzere ilk kez birini kente almayı kabul ediyorlardı, papaz bakacaktı, sonra bölgeyle ilgilenilecekti. Öteki askerler orada olmazsa papazın orasını keseceklerini söyledi: ‘Yok, hayır,’ diye yanıtladı subay, ‘hatta Peder Beffort garnizondan önce gelecek, iki gün içinde burada olacak.’ Kulaklarım duymuyordu artık, bıçağın altında donup kalmıştım, kötüydüm, iğnelerden ve bıçaklardan oluşmuş bir tekerlek dönüyordu içimde. Deliydi bunlar, deliydi, kentlerine, yenilmez güçlerine, gerçek tanrıya el sürdürtüyorlardı, ötekinin, gelecek olanın da dili kesilmeyecekti, hiçbir şey ödemeden, aşağılamaya uğramadan, küstah iyiliğiyle hava atacaktı. Kötülüğün egemenliği geciktirilecekti, gene kuşku doğacaktı, olanaksız iyiliği düşlemekle, tek olanaklı krallığın gelmesini çabuklaştıracak yerde, kısır çabalar harcanarak zaman yitirilecekti. Beni tehdit eden kılıca bakıyordum, ey dünya üzerinde hüküm süren tek güç! Ey güç! Ve kent yavaş yavaş gürültülerinden boşalıyordu, kapı en sonunda açılmıştı; yalnız, yanmış, üzgün kaldım putla, ona yeni inancımı, gerçek efendilerimi, zorba Tanrı’mı kurtaracağıma, neye mal olursa olsun, iyi ihanet edeceğime yemin ettim.

“Ra, sıcak azalıyor biraz, taş titremiyor artık, deliğimden çıkabilir, çölün birbiri ardından sarı ve toprak rengiyle, sonra morla kaplanışına bakabilirim. Bu gece uyumalarını bekledim, kapının kilidini sıkıştırdım, her zamanki, iple ölçülü adımlarımla çıktım, sokakları biliyordum, eski tüfeği nerede bulacağımı, hangi çıkışın beklenmediğini biliyordum ve çöl biraz koyulaşırken karanlığın bir avuç yıldız çevresinde solgunlaştığı saatte buraya geldim. Şimdi, bana öyle geliyor ki, günler ve günlerdir bu kayalar arasında gizlenmişim. Çabuk, çabuk, ah, çabuk gelsin! Az sonra, beni aramaya başlayacaklar, her yandan yollara uçacaklar, kendileri için, kendilerine daha iyi hizmet etmek için ayrıldığımı bilemeyecekler, bacaklarım zayıf, açlıktan ve kinden sarhoş. O, o, orada, ra ra, yolun sonunda iki deve büyümekte; rahvan koşarak, şimdiden kısa gölgelerle çifteleşmiş olarak, o her zamanki canlı ve dalgın gidişleriyle koşuyorlar!

“Tüfek, çabuk! Ve çabucak dolduruyorum. Ey put, oradaki tanrım, gücün sürsün, aşağılama kat kat artsın, cehennemlikler dünyası üzerinde kin amansızca hüküm sürsün, kötü her zaman için efendi olsun, krallık en sonunda kara zorbaların acımasızca tutsaklaştırıp sahip olacakları biricik tuz ve demir kentinin olsun! Ve şimdi, ra ra, acımaya ateş, güçsüzlüğe ve sevgisine ateş, kötülüğün gelişini geciktiren her şeye ateş, iki kez ateş, işte devriliyorlar, düşüyorlar, develer de çevrene doğru kaçıyor, çevrende lekesiz gökte bir kuş kaynacı yükseliverdi. Gülüyorum, gülüyorum, o nefret uyandıran giysisinin içinde kıvranıyor, biraz başını kaldırıyor, beni görüyor, beni, bukağılanmış çok güçlü efendisini, neden gülümsüyor ki bana, bu gülümsemeyi eziyorum! İyiliğin suratında dipçiğin şaklaması ne güzel, bugün, en sonunda bugün, her şey tamam ve çölde her yanda, buradan saatlerce ötelere kadar, çakallar olmayan yeli kokluyor, sonra yürüyüşe geçiyorlar, sabırlı bir tırısla, kendilerini bekleyen leş şölenine doğru. Utku! Kollarımı göğe doğru uzatıyorum, o da duygulanıyor, karşı uçta mor bir gölge seziliyor; ey Avrupa geceleri, yurt, çocukluk, utku dakikasında ne diye ağlamam gerekiyor ki?

“Kımıldadı, hayır, gürültü başka yerden geliyor, orada, öbür yanda onlar var, işte koyu kuş sürüsü gibi koşup geliyorlar; efendilerim, üzerime yumuluyorlar, yakalıyorlar beni, ah! Ah! Evet, vurun, karnı deşilmiş ve uluyan kentlerinden korkuyorlar, çağırdığım öç alıcı askerlerden korkuyorlar, gereken de buydu kutsal kentte. Şimdi savunun kendinizi, vurun, bana vurun önce, gerçek sizde! Ey benim efendilerim, sonra askerleri yenecekler, sözü ve aşkı yenecekler, çölleri aşacaklar, denizleri geçecekler, Avrupa’nın ışığını kara peçeleriyle dolduracaklar; karına vurun, evet, gözlere vurun, kıtaya tuzlarını ekecekler, her türlü bitki, her türlü gençlik sönecek ve ayakları bukağılanmış dilsiz kalabalıklar gerçek imanın acımasız göğü altında, dünyanın çölünde yanımda yol alacaklar, yalnız olmayacağım artık. Ah! Kötülük, bana ettikleri kötülük, azgınlıkları iyi bir şey ve şimdi kol ve bacaklarımı koparmaya giriştikleri bu savaş eyerinin üstünde, acıyın, gülüyorum, beni çarmıha çivileyen bu vuruşu seviyorum.

***
“Çöl ne kadar sessiz! Şimdiden gece olmuş ve yalnızım, susuzum. Beklemek daha, kent nerede, uzaktaki bu gürültüler, belki de yengiye ulaşmış askerler, hayır böyle olmaması gerek, yengiye ulaşmış olsalar bile yeterince kötü değiller, hüküm sürmesini bilemeyecekler, daha iyi olmak gerektiğini söyleyecekler gene ve gene kötülükle iyilik arasında milyonlarca insan, parçalanmış, şaşkın, ey put, ne diye bıraktın beni? Her şey bitti, susadım, bedenim yanıyor, gözlerim karanlık geceyle doluyor.

“Bu uzun, bu çok uzun düş, uyanıyorum, hayır, ölmek üzereyim; şafak söküyor, ilk ışık, gün başka canlılar için, benim içinse, amansız güneş, sinekler. Konuşan kim, hiç kimse, gök aralanmıyor, hayır, hayır, Tanrı çölde konuşmaz, iyi de ‘Kin ve güç için ölmeye razı olursan, bizi kim bağışlayacak?’ diyen bu ses nereden geliyor? İçimde başka bir dil mi, yoksa ayaklarımın dibinde, ölmek istemeyen ve ‘Cesaret, cesaret, cesaret!’ deyip duran mı? Ah! Yeniden yanılmış olsaydım! Eskiden kardeş olan insanlar biricik kurtuluş yolumuz, ey yalnızlık, beni bırakmayın! İşte, işte, kimsin sen; parçalanmış, ağzı kan içinde, sensin büyücü, askerler seni yendiler, tuz yanıyor orada, sensin, sevgili efendim! Bırak bu kindar yüzü, şimdi iyi ol, aldandık, yeniden başlayacağız, bağışlama ülkesini yeniden kuracağız, ben evime dönmek istiyorum. Evet, yardım et bana; tamam, elini uzat, ver…”
Geveze kölenin ağzına bir avuç tuz doldu.

Albert Camus

Sürgün ve Krallık (Öykü)

Fransızca Aslından Çeviren: Tahsin Yücel Can Yayınları


Kırk dört yaşında, 1957 Nobel Ödülünü alan Albert Camus (1913-1960) “Sürgün ve Krallık”ta yer alan altı öyküde, acıma, güçsüzlük, iyilik, kötülük gibi temel insani durumları, insanın davranışlarını güdülendiren “kurban” ve “cellat” ikilemini ele alıyor.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version