Ana Sayfa Edebiyat Dilsizler: Boyun eğmek kolay değil!.. – Albert Camus

Dilsizler: Boyun eğmek kolay değil!.. – Albert Camus

Kış ortasıydı, gene de parıl parıl bir gün yükseliyordu şimdiden canlanmış kentin üstünde. Dalgakıranın ucunda, deniz ve gök aynı parıltıda birbirine karışıyordu. Yvars gene de görmüyordu bunu. Limana yukarıdan bakan bulvarlar boyunca ağır ağır aracını sürüyordu. Bisikletin dönmez pedalının üstünde sakat bacağı kımıltısızdı, ötekiyse gecenin nemiyle hâlâ ıslak döşeme taşlarıyla başa çıkacağım diye çabalayıp duruyordu. Selesinin üstünde ufacık, başını kaldırmadan, eski tramvay raylarından sakınıyor, kendisini geçen otomobillere yol vermek için gidonunu birden çevirerek çekiliyor, zaman zaman da Fernande’ın öğle yemeğini koyduğu azık çantasını dirseğiyle böğrüne doğru yolluyordu. O zaman, acı acı, çantanın içeriğini düşünüyordu. İki dilim köy ekmeğinin arasında, sevdiği İspanyol usulü omlet ya da yağda kızarmış biftek yerine yalnızca peynir vardı.

Atölyenin yolu hiçbir zaman böylesine uzun gelmemişti ona. Yaşlanıyordu, bu da vardı. Kırk yaşında, hem de bir bağ çubuğu kadar kuru kalmış olmasına karşın, kasları o denli çabuk ısınmıyordu. Bazı bazı, otuz yaşında bir atletin “eski asker” diye nitelendiği spor haberlerini okurken, omuz silkerdi. “O eski askerse, ben şimdiden azrailliğim,” derdi Fernande’a. Bununla birlikte, gazetecinin tümden haksız olmadığını bilirdi. Otuz yaşında, soluğu zayıflamaya başlamıştır bile, fark edilmez bir biçimde. Kırk yaşında, daha azraillik sayılmaz insan, hayır, ama buna hazırlanır uzaktan uzağa,  biraz önceleyerek. Kentin öbür ucuna, fıçı atölyesine giden yol boyunca, artık çoktandır denize bakmaması da bundan değil miydi? Yirmi yaşındayken denize bakmaktan bıkmazdı; deniz plajda mutlu bir hafta sonu vaat ederdi ona. Topallığına karşın ya da topallığı nedeniyle, yüzmeyi hep sevmişti. Sonra yıllar geçmişti, Fernande girmişti araya, oğlanın doğumu girmişti ve yaşamak için, cumartesi fıçı atölyesinde, pazar bir şeyler onarmak üzere özel konutlarda ek saatler girmişti. Kendisini doyuran bu taşkın günlerin alışkanlığını yitirmişti yavaş yavaş. Derin ve duru su, zorlu güneş, kızlar, bedenin yaşamı, onun memleketinde başka mutluluk yoktu. Bu mutluluk da gençlikle birlikte geçerdi. Yvars denizi gene seviyordu, ama gün sonunda, sular biraz karardığı zaman. Evinin taraçasında hoş olurdu o saat, işten sonra, Fernande’ın ütülemesini öylesine iyi becerdiği temiz gömleğinden ve buğuyla kaplı içki bardağından hoşnut bir durumda otururdu burada. Akşam olur, gökyüzüne kısa bir tatlılık yerleşir, Yvars’la konuşan komşular birdenbire seslerini alçaltırlardı. Mutlu muydu, yoksa içinden ağlamak mı gelirdi, bilemezdi o zaman. En azından, barışık olurdu böyle anlarda, neyi beklediğini pek bilmeden, usul usul beklemekten başka yapacağı yoktu.

İşine gittiği sabahlar, tersine, denize bakmaktan hoşlanmazdı, her zaman sadıktı buluşmaya, ama onu ancak akşama görecekti. O sabah, başı önünde, her zamankinden de ağır sürüyordu bisikleti, yüreği de ağırdı. Dün akşam toplantıdan dönüp de yeniden işe başlayacaklarını haber verdiği zaman, Fernande, sevinçle, “Peki, patron ücretinizi artırıyor mu?” demişti. Patronun ücreti artırdığı martırdığı yoktu, grev başarısızlığa uğramıştı. İyi yürütememişlerdi pazarlığı, bunu kabul etmek gerekirdi. Bir öfke greviydi, sendika işi gevşekçe izlemekte haklıydı. Ayrıca, on beş dolayında işçi fazla bir şey değildi; sendika greve yanaşmamış olan öteki fıçı atölyelerini de göz önünde bulunduruyordu. Fazla kızılamazdı adamlara. Fıçıcılık, gemi ve tanker yapımının tehdidi altında, iyi gitmiyordu. Gittikçe daha az fıçı yapılmaktaydı; özellikle de önceden var olan büyük fıçılar onarılıyordu. Patronlar işlerinin tehlikede olduğunu görüyorlardı, doğruydu, ama gene de bir kâr payını korumak istiyorlardı; en kolayı fiyatların yükselmesine karşın ücretleri frenlemekmiş gibi geliyordu onlara. Fıçıcılık ortadan kalktığı zaman fıçıcılar ne yapabilir? İnsan bir meslek öğreneceğim diye çaba harcamışken meslek değiştirmezdi ki; bu da zor meslekti, uzun bir çıraklık isterdi. İyi fıçıcı, eğri tahtaları yerine oturtup, onları rafia ya da kıtık kullanmadan, ateşte demir çemberle sımsıkı sıkıştıranı enderdi. Yvars bunu biliyor, bundan gurur duyuyordu. Meslek değiştirmek bir şey değil, ama bildiğinden, kendi ustalığından vazgeçmek de kolay değil. Alanı olmayan iyi bir meslek, köşeye sıkışmışlardı işte, boyun eğmek gerekiyordu. Ama boyun eğmek de kolay değildi. Ağzı kapalı kalmak, gerçekten tartışamamak ve haftanın sonunda size verilmek isteneni ve gittikçe daha yetersiz duruma düşeni almak üzere, her sabah, gittikçe artan bir yorgunlukla aynı yolu tepmek zordu.

O zaman, öfkelenmişlerdi. Duralayan iki üç kişi vardı, ama patronla ilk tartışmalardan sonra onlar da öfkelenmişlerdi. Gerçekten de, soğuk mu soğuk, “İsteyen kabul eder, istemeyen etmez,” demişti. Erkek dediğin böyle konuşmaz. “Ne sanıyor!” demişti Esposito, “Pantolonumuzu indireceğimizi mi?” Patron kötü bir herif değildi ayrıca. Babasının yerini almıştı, atölyede büyümüştü, nerdeyse tüm işçileri yıllardır tanırdı. Bazı bazı onları fıçı atölyesinde bir şeyler yemeğe çağırırdı; yonga ateşlerinde sardalye ya da domuz sucuğu ızgarası yapılırdı, şarabın da desteğiyle, gerçekten çok kibar davranırdı. Yeni yılda işçilerin her birine beş şişe iyi şarap verirdi her zaman, çoğu kez, aralarında bir hastalık ya da yalnızca bir olay, evlilik ya da ilk günah çıkarma töreni oldu mu onlara bir para armağanı yapardı. Kızının doğumunda, herkese şekerler verilmişti. İki üç kez, Yvars’ı deniz kıyısındaki toprağında avlanmaya çağırmıştı. İşçilerini severdi, hiç kuşkusuz, babasının işe bir çırak olarak başladığını da sık sık anımsardı. Ama hiçbir zaman onların evlerine gitmemişti, anlayamıyordu. Yalnız kendini düşünüyordu, çünkü yalnız kendini tanıyordu, şimdi de “İsteyen kabul eder, istemeyen kabul etmez,” diyordu. Başka bir deyişle, o da işi inada bindirmişti. Ama o bunu göze alabilirdi.

Sendikayı zorlamışlardı, atölye kapılarını kapamıştı. “Grev gözcüleri için kendinizi yormayın,” demişti patron. “Atölye çalışmadığı zaman ekonomi yapıyorum.” Doğru değildi söylediği, ama işleri düzeltmemişti, çünkü suratlarına karşı onları acıdığı için çalıştırdığını söylüyordu. Esposito öfkeden çılgına dönmüştü, ona erkek olmadığını söylemişti. Öteki de çabuk öfkelenenlerdendi, onları ayırmak gerekmişti. Ama aynı zamanda, işçiler etkilenmişlerdi. Yirmi gün grev, evde üzgün kadınlar, aralarından iki üçünün cesareti kırılmıştı, sonunda da sendika boyun eğmelerini öğütlemişti, bir hakemlik ve ek saatlerle grev günlerinin açığını kapatma vaadiyle. İşbaşı yapmaya karar vermişlerdi, elbette erkekliğe gölge düşürmeden, daha işin bitmediğini, konuyu yeniden gözden geçireceklerini söyleyerek. Ama bu sabah, bozgunun yüküne benzer bir ağırlıkla, et yerine peynirle, yanılsama olanaksızdı artık. Güneş ne denli parlarsa parlasındı, artık deniz hiçbir şey vaat etmiyordu. Yvars tek pedalına dayanıyor ve tekerleğin her dönüşünde, biraz daha yaşlanıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordu. Atölyeyi, arkadaşları ve yeniden göreceği patronu biraz yüreği daralmadan düşünemiyordu. Fernande da sormuştu: “Ne diyeceksiniz ona?” “Hiç.” Yvars bisikletine binmiş, başını sallıyordu. Dişlerini sıkıyordu, ince çizgili, esmer, kırışık, küçük yüzü kapanmıştı. “Çalışıyoruz. Bu yeter.” Şimdi gidiyordu bisikletinde, dişleri hep sıkılmış, göğü bile karartan kederli ve kuru bir öfkeyle.

Bulvardan, denizden ayrıldı, eski İspanyol mahallesinin nemli sokaklarına girdi. Yalnızca arabalıkların, eski demir depolarının, garajların bulunduğu bir bölgeye çıkarlardı, atölye de burada yükselirdi: yarı boyuna dek düz duvar, duvarla sac çatı arası da camlı bir tür hangar. Bu atölye eski fıçı atölyesine, iş büyüdüğü zaman bırakılmış olan ve şimdi kullanım dışı kalmış makine ve eski fıçı deposundan başka bir şey olmayan, eski kapalı avlularla çevrili bir geniş avluydu. Bu avlunun ötesinde, eski kiremitlerle kaplı bir tür yolla ayrılmış olarak, patronun bahçesi başlar, onun ucunda da evi yükselirdi. Büyük ve çirkindi ya, gene de dış merdiveni çevreleyen cılız hanımeli ve el değmemiş asma nedeniyle sevimli görünürdü.
Yvars atölyenin kapılarının kapalı olduğunu hemen gördü. Önlerinde bir işçi topluluğu sessiz sessiz bekliyordu. Burada çalışmaya başladığından beri ilk kez kapıları kapalı buluyordu. Patron dersini vermek istemişti. Yvars sola yöneldi, bisikletini hangarın bu yönde uzantısını oluşturan sundurmanın altına bıraktı ve kapıya doğru yürüdü. Esposito’yu, yanında çalışan esmer, kıllı, dinç ve iri adamı, hafif tenor suratıyla sendika delegesi Marcou’yu, atölyedeki tek Arap Said’i, sonra tüm ötekileri tanıdı, sessizce, gelişine bakıyorlardı. Ama o yanlarına varmadan, yeni aralanan atölye kapılarından yana döndüler birden. Ustabaşı Ballester aralıkta görünmüştü. Ağır kapılardan birini açıyor ve o zaman sırtını işçilere dönerek, kapıyı dökme rayının üstünde itiyordu.

Hepsinin en yaşlısı olan Ballester grevi onaylamıyordu, ama Esposito’nun kendisine patronun çıkarlarına hizmet ettiğini söylediği andan sonra susmuştu. Şimdi, lacivert bir kazak içinde geniş ve kısa, ayakları daha şimdiden çıplak (yalnızca Said’le o yalınayak çalışırlardı), kapının yanında duruyor, birer birer girişlerine bakıyordu, gözlerinin rengi öylesine açıktı ki yaşlı, yağız yüzünde renksiz gibi görünüyordu, kalın ve düşük bir bıyık altında ağzı kederli. Onlar susuyorlardı, bu yenilmişler girişi nedeniyle aşağılanmış, kendi suskunlukları yüzünden tepeleri atmış durumda, ama suskunluğu uzattıkça daha zor bozulur kılarak. Ballester’e bakmadan geçiyor, onları böyle içeri alırken bir buyruğu yerine getirdiğini biliyorlardı, sıkıntılı ve üzgün havası bu konuda ne düşündüğünü göstermekteydi. Ama Yvars ona baktı. Ballester onu severdi, hiçbir şey söylemeden başını salladı.

Şimdi, hepsi girişin sağındaki küçük vestiyerdeydi: her iki yanına anahtarla kapatılan bir küçük dolap takılmış, boyasız tahtalarla ayrılmış açık bölmeler; girişten başlayarak son bölme, hangar duvarının yanındaki, duş kabinine dönüştürülmüştü, sıkıştırılmış topraktan döşemede oyulmuş bir akıntı yolu vardı. Hangarın ortasında, şimdiden bitmiş, ama gevşek çemberlenmiş ve ateşte sıkıştırılmayı bekleyen büyük fıçılar, üzerlerinde uzun yarıklar açılmış, kalın sıralar (kimilerinin arasına planyalanmayı bekleyen yuvarlak tahta dipler sıkıştırılmıştı), sonra kararmış ateşler. Girişin solunda, duvar boyunca tezgâhlar sıralanıyordu. Önlerine rendelenecek fıçı tahtaları yığılmıştı. Sağ duvarın dibinde, vestiyere oldukça yakın bir yerde, iyice yağlanmış iki büyük mekanik hızar, güçlü ve sessiz, ışıldıyordu.

Uzun zamandır hangar, içindeki bir avuç adama fazla büyük gelmekteydi. Büyük sıcaklarda bir kolaylık, kışın bir sakıncaydı bu. Ama bugün, bu geniş alanda, öylece bırakılmış iş, yukarıdan kocaman ahşap çiçekler gibi açılmış tahtaları dipten tek bir çemberle bağlı olarak köşelerde kalmış fıçılar, sıraları kaplamış talaş tozu, araç sandıkları ve makineler, her şey bir bırakılmışlık havası veriyordu atölyeye. Şimdi eski kazaklarını, rengi atmış, yamalı pantolonlarını giymiş, ona bakıyor ve duralıyorlardı. Ballester onları gözlemlemekteydi. “Hadi, başlıyor muyuz?” dedi. Hiçbir şey söylemeden, birer birer yerlerine gittiler. Ballester bir bölümden öbürüne gidiyor, başlanacak ya da bitirilecek işi kısaca anımsatıyordu. Hiç kimse yanıt vermiyordu. Çok geçmeden, bir demirli tahta köşesinde ilk çekiç çınladı, bir çemberi bir fıçının kabarık bölümüne gömüyordu, bir tahta budağında bir planya inledi ve hızarlardan biri, Esposito’nun el atmasıyla, zorlanan ağızların büyük gürültüsüyle çalışmaya başladı. Said, istek üzerine, fıçı tahtalarını getiriyor ya da yonga ateşleri yakıyordu, demir çubuk korselerinin içinde şişsinler diye fıçılar konuyordu bu ateşin üstüne. Kimse bir şey istemediği zaman, tezgâhlarda kocaman çekiç vuruşlarıyla, geniş, paslı çemberleri perçinliyordu. Hangar yanmış yonga kokusuyla dolmaya başlıyordu. Yvars, Esposito’nun kestiği tahtaları rendeleyip ayarlıyordu; eski, güzel kokuyu tanıdı ve yüreğinin daralması biraz hafifledi. Hepsi sessizce çalışıyordu, ama yavaş yavaş yeniden bir yaşam doğuyordu atölyede. Büyük camlardan gelen bir ışık doluyordu hangara. Dumanlar altın rengi havada mavileşiyordu; Yvars yanında bir böceğin vızıldadığını bile duydu.
Bu anda, dip duvarda, eski fıçı atölyesine giden kapı açıldı ve M. Lassalle, patron, eşikte durdu. İnce, esmer bir adamdı, otuzunu ancak geçmişti. Bej gabardinden bir takım üzerine genişçe açılmış beyaz gömleğiyle, bedeninde rahat görünüyordu. Çok kemikli, ince uzun yüzüne karşın, davranışları sporla serbestleşmiş çoğu insanlar gibi, genellikle sevgi uyandırırdı. Gene de kapıdan geçerken biraz sıkıntılı görünüyordu. Günaydını her zamanki kadar canlı değildi; ne olursa olsun, hiç kimse yanıt vermedi. Çekiç gürültüleri durakladı, biraz ayarları bozuldu, sonra yeniden ve daha da sıkı başladı. M. Lassalle kararsızca birkaç adım yürüdü, sonra kendileriyle ancak bir yıldır çalışan küçük Valéry’ye doğru ilerledi. Mekanik hızarın yanında, Yvars’ın birkaç adım ötesinde, büyük bir fıçıya dip yerleştiriyor, patron da onun yerleştirmesine bakıyordu. Valéry çalışmasını sürdürüyordu, hiçbir şey söylemeden. “Nasılsın, evlat, iyi misin?” dedi M. Lassalle. Genç adam birden davranışlarında daha beceriksiz oldu. Yanında, Yvars’a götürmek üzere kocaman kollarına fıçı tahtaları yığmakta olan Esposito’ya baktı. Esposito da bir yandan çalışmasını sürdürürken, bir yandan ona bakıyordu. Valéry patrona hiç yanıt vermeden burnunu fıçısına gömdü. Lassalle biraz şaşırdı, bir an genç adamın önünde dikilip kaldı, sonra omuz silkti ve Marcou’dan yana döndü. Marcou, sırasına ata biter gibi oturmuş, ağır ve kesin vuruşlarla bir fıçı dibinin kenarını bilemekteydi. Lassalle, daha kuru bir sesle, “Günaydın, Marcou,” dedi. Marcou yanıt vermedi, yalnızca tahtasından çok ufak yongalar koparmaya dikkat ediyordu. Lassalle bu kez öteki işçilere döndü, sert bir sesle, “Ne oluyor size?” dedi. “Anlaşamadık, tamam. Ama birlikte çalışmak zorunda olmamıza engel değil bu. Öyleyse, yararı ne bunun?” Marcou kalktı, fıçı dibini havaya kaldırdı, elinin içiyle halka biçimi kenarı denetledi, büyük bir hoşnutluk havasıyla baygın gözlerini kırptı ve hep öyle sessiz, bir büyük fıçıyı toplamakta olan bir başka işçiye doğru gitti. Tüm atölyede, yalnızca çekiçlerin ve maden hızarın gürültüsü duyuluyordu. “Pekâlâ,” dedi Lassalle, “öfkeniz geçince Ballester’e söylersiniz.” Sakin adımlarla, atölyeden çıktı.

Nerdeyse hemen sonra, atölyenin gürültüsünün üstünde, bir zil iki kez çınladı. Bir sigara sarmak için yeni oturmuş olan Ballester ağır ağır kalktı, dipteki küçük kapıya gitti. Gidişinden hemen sonra, çekiçler daha zayıf indi; hatta işçilerden biri tam durmuştu ki, Ballester geri döndü. Kapıdan, “Marcou, Yvars, patron sizi istiyor,” dedi yalnızca. Yvars’ın ilk devinimi gidip ellerini yıkamaktı, ama Marcou geçerken kolundan yakaladı, o da topallayarak kendisini izledi.

Dışarıda, avluda, ışık öyle serin, öyle sıvıydı ki; Yvars yüzünde, çıplak kollarının üzerinde duyuyordu onu. Şimdiden birkaç çiçek belirmiş hanımelinin altında dış merdiveni çıktılar. Diplomalarla kaplı koridora girdikleri zaman, çocuk ağlamaları duydular, bir de M. Lassalle’ın sesini: “Öğleden sonra yatırırsın. Geçmezse, doktoru çağırırız,” diyordu. Sonra patron koridorda belirdi ve onları daha önceden de bildikleri, sahte rustik biçemde döşenmiş, duvarları spor anmalıklarıyla süslü küçük çalışma odasına aldı. Çalışma masasının arkasına yerleşirken, “Oturun,” dedi. Onlar ayakta kaldılar. “Sizi çağırttım, çünkü Marcou, siz delegesiniz, Yvars, sen de Ballester’den sonra en eski çalışanımsın. Şimdi bitmiş olan tartışmalara yeniden başlamak istemiyorum. İstediğinizi veremem size, kesinlikle veremem. Konu bağlandı, çalışmaya yeniden başlamak gerektiği sonucuna geldik. Görüyorum ki bundan dolayı bana kızıyorsunuz, bu da bana zor geliyor, içimden geldiği gibi konuşuyorum sizinle. Yalnız şunu eklemek istiyorum: bugün yapamadığımı belki de işler yeniden başladıktan sonra yapabilirim. Ve bunu yapabilirsem, daha siz benden istemeden yapacağım. Şimdilik, uyum içinde çalışmayı deneyelim.” Sustu, düşünür gibi oldu, sonra gözlerini üzerlerine dikti. “Ne diyorsunuz?” dedi. Marcou dışarıya bakıyordu. Yvars, dişleri sıkılmış, konuşmak istiyor, ama yapamıyordu. “Bakın,” dedi Lassalle, “hepiniz inatçısınız. Geçecektir. Ama aklınız başınıza geldiği zaman, size söylediğimi unutmayın.” Kalktı, Marcou’ya doğru geldi ve ona elini uzattı. “Çav!” dedi. Marcou birden sarardı, sevimli şarkıcı yüzü sertleşti ve bir saniyede, kötüleşiverdi. Sonra birden dönüp çıktı. Lassalle’ın da yüzü solmuştu, elini uzatmadan Yvars’a baktı. “Siktirin gidin!” diye bağırdı.

Atölyeye döndükleri zaman, işçiler yemek yiyordu. Ballester çıkmıştı. Marcou yalnızca , “Hava,” deyip çalışma yerine gitti. Esposito ne yanıt verdiklerini sormak için ekmeğini ısırmadı; Yvars hiçbir yanıt vermediklerini söyledi. Sonra gidip çantasını aldı ve dönüp çalıştığı sıraya oturdu. Yemeye başlıyordu ki bir yonga yığınının üstüne sırtüstü yatmış, gözleri şimdi daha aydınlık bir gökle mavileşmiş camlara dalıp gitmiş Said’i gördü. Yemeğini bitirip bitirmediğini sordu. Said incirlerini yediğini söyledi. Yvars yemeyi bıraktı. Lassalle’la görüşmeden beri hiç içinden çıkmamış olan huzursuzluk birden yerini güzel bir sıcaklığa bırakmak üzere yok oldu. Ekmeğini bölerek kalktı ve Said’in geri çevirmesi karşısında, gelecek hafta her şeyin daha iyi gideceğini söyledi. “Sen de benimle paylaşırsın yemeğini,” dedi. Said gülümsüyordu. Şimdi Yvars’ın sandviçinin bir parçasını ısırıyordu, ama hafiften, acıkmamış bir adam gibi.

Esposito eski bir tencere aldı ve ufak bir yonga ve tahta ateşi yaktı. Bir şişe içinde getirdiği kahveyi ısıttı. Bakkalının grevin başarısızlığını öğrenince kendisine verdiği atölye için bir armağan olduğunu söyledi bunun. Bir hardal bardağı elden ele dolaştı. Her seferinde, Esposito şekeri önceden konmuş kahve dolduruyordu. Said sandviçi yiyişinden daha büyük bir hazla dikti kahveyi başına. Esposito kahvenin kalanını, dudak şapırdatmalar ve küfürler arasında, yakıcı tencereden içiyordu. Bu sırada, işbaşını bildirmek üzere Ballester içeriye girdi.

Onlar kalkıp kâğıtlarını ve kaplarını çantalarında toplarken, Ballester gelip ortalarında durdu, birdenbire bu işin herkes için zor bir şey olduğunu, kendisi için de zor olduğunu, ama bunun çocuklar gibi davranmak için bir neden olmadığını ve surat asmanın hiçbir şeye yaramadığını söyledi. Esposito, elinde tencere, ona döndü; kalın ve uzun yüzü birden kızarmıştı. Yvars onun söyleyeceği, herkesin de onunla aynı zamanda düşündüğü şeyi biliyordu, somurtmuyorlardı, ağızlarını kapatmışlardı; isteyen kabul eder, istemeyen etmezdi, öfke ve güçsüzlük kimi zaman öyle can yakardı ki, insan bağıramazdı bile. Erkektiler, hepsi buydu, gülücükler dağıtmaya, hoş görünmeye çalışacak değillerdi. Ama Esposito bunların hiçbirini söylemedi, yüzü en sonunda yumuşadı, ötekiler işlerine dönerken, usulca Ballester’in omzuna vurdu. Yeniden çekiçler çınladı, büyük hangar alışılmış gümbürtüyle, yongaların ve terden ıslanmış eski giysilerin kokusuyla doldu. Büyük hızar vınlıyor ve Esposito’nun önünde ağır ağır ittiği taze fıçı tahtasını kemiriyordu. Kesme yerinden uğuldayan bıçağın iki yanında, ıslak bir talaş fışkırıyor ve sıkı sıkıya tahtaya yapışmış kocaman, kıllı elleri bir tür ekmek ufağıyla kaplıyordu. Tahta kesildiği zaman, yalnızca motorun sesi duyuluyordu.

Yvars, şimdi planyanın üzerine eğilmiş, sırtındaki tutulmayı duyuyordu. Genel olarak, yorgunluk daha sonra gelirdi. Bu boş geçen haftalarda alışkanlığını yitirmişti, burası kesindi. Ama, bu çalışma yalnızca ince iş olmayınca, el çalışmasını daha da zorlaştıran yaşı da düşünüyordu. Bu tutulma yaşlılığı da haber veriyordu ona. Kasların işin içine girdiği yerde, iş lanetlenir sonunda, ölümden önce gelir, zorlu çalışmaları izleyen akşamlarda uyku da ölüm gibidir. Oğlan öğretmen olmak istiyordu, haklıydı, el emeği üzerine söylevler çekenler neden sözettiklerini bilmezlerdi.

Yvars soluk almak, bu kötü düşünceleri de kovmak için doğrulduğu zaman, zil gene çınladı. Israrla çalıyordu, ama kısa duruşlar ve buyurgan geri dönüşlerle öyle tuhaf bir biçimde dayatıyordu ki işçiler durdular. Ballester, şaşkın, dinliyordu, sonra kararını verdi ve ağır ağır kapıya gitti. Çıkalı birkaç saniye olmuştu ki zil en sonunda durdu. Gene çalışmaya başladılar. Kapı yeniden, sertçe açıldı, Ballester vestiyere doğru koştu. Çıktı, keten ayakkaplarını giymişti, ceketini sırtına geçiriyordu, geçerken Yvars’a, “Küçük kıza nöbet gelmiş. Gidip Germain’i bulacağım,” dedi, sonra büyük kapıya doğru koştu. Doktor Germain atölyeyle ilgilenirdi, mahallede otururdu. Yvars haberi yorumsuz olarak yineledi. Hepsi çevresinde toplanmış, şaşkın şaşkın birbirlerine bakıyorlardı. Yalnız serbestçe dönen mekanik hızarın motoru duyuluyordu artık. “Belki de önemli değildir,” dedi içlerinden biri. Yerlerine döndüler, atölye gene gürültüleriyle doldu, ama ağır çalışıyorlardı, bir şey beklermiş gibi.

Çeyrek saat sonra, Ballester yeniden içeriye girdi, ceketini çıkardı ve tek sözcük söylemeden, küçük kapıdan çıktı. Cam duvarda, ışık zayıflıyordu. Biraz sonra, hızarın ağacı kemirmediği aralarda, bir cankurtaranın donuk sesi duyuldu, önce uzak, sonra yakın, hemen oracıkta, şimdi de sessiz. Bir an sonra Ballester geri döndü ve hepsi ona doğru ilerledi. Esposito motoru durdurdu, Ballester çocuğun odasında soyunurken birden, orakla biçilmiş gibi yıkılmış olduğunu söyledi. “Hay Allah!” dedi Marcou. Ballester başını salladı ve atölyeye doğru belirsizce bir devinim yaptı; ama altüst olmuş görünüyordu. Yeniden cankurtaranın düdüğü duyuldu. Hepsi oradaydı, sessiz atölyede, cam duvardan boşalan sarı ışık dalgalarının altında, talaşla kaplı eski pantolonları boyunca sarkan kaba ve yararsız elleriyle.

Öğle sonu bir türlü bitmek bilmedi. Yvars artık yalnızca yorgunluğunu ve daralmış yüreğini duyuyordu. Konuşmak isterdi. Ama söyleyecek hiçbir şeyi yoktu, ötekilerin de. Sessiz yüzlerde yalnızca keder ve bir tür inat okunuyordu. Bazı bazı, içinde mutsuzluk sözcüğü biçimlenmekteydi, ama zar zor, bir kabarcığın aynı anda doğup patlaması gibi hemen silinip gidiyordu. Evine dönmek, Fernande’ı, oğlanı görmek isterdi, taraçayı da. İşte Ballester de paydosu haber veriyordu. Makineler durdu. Hiç acele etmeden ışıkları söndürmeye, yerlerini toplamaya başladılar, sonra birer birer vestiyere gittiler. Said sona kaldı, iş yerlerini temizlemesi, tozlu yeri sulaması gerekiyordu. Yvars vestiyere geldiği zaman, Esposito, kocaman ve kıllı, duşun altına girmişti bile. Gürültüyle sabunlanırken, onlara sırtını dönüyordu. Genel olarak, utanma duygusu üstüne şaka yaparlardı; gerçekten de, bu koca ayı soylu yerlerini inatla saklardı. Ama o gün hiç kimse bunun farkına varmış gibi görünmedi. Esposito geri geri ilerleyerek çıktı ve kalçalarının çevresine peştamal biçimi bir havlu sardı. Ötekiler de sırayla yıkandılar, Marcou güçlü bir biçimde çıplak böğürlerini şaplatırken, büyük kapının dökme tekerleği üstünde ağır ağır döndüğü duyuldu. Lassalle girdi.

İlk gelişindeki gibi giyinmişti, ama saçları biraz dağılmıştı. Eşikte durdu, boşalmış geniş atölyeye baktı bir süre, birkaç adım yürüdü, gene durdu, vestiyerden yana baktı. Esposito, hep peştamalıyla, ondan yana döndü. Çıplak, şaşkın, bir bir ayağının, bir öbür ayağının üstünde hafiften sallanıyordu. Yvars bir şey söylemenin Marcou’ya düştüğünü düşündü. Ama Marcou, kendisini çevreleyen yağmurun ardında görünmez olmuş, öyle duruyordu. Esposito bir gömlek aldı, aceleyle giyiniyordu ki, Lassalle biraz sönük bir sesle “İyi akşamlar,” dedi ve küçük kapıya doğru yürümeye başladı. Yvars ona seslenmek gerektiğini düşündüğü zaman kapı kapanıyordu.

O zaman Yvars yıkanmadan giyindi, o da iyi akşamlar dedi, ama tüm yüreğiyle, onlar da aynı sıcaklıkla yanıt verdiler. Hızla çıktı, bisikletini buldu; bindiğinde, gene o tutukluk. Şimdi sona ermekte olan günün içinde, kalabalık kentte gidiyordu. Bisikleti çabuk sürüyor, emektar eve ve taraçaya kavuşmak istiyordu. Denize karşı oturmadan önce çamaşırlıkta yıkanırdı, şimdiden, sabahkinden daha koyu olarak, bulvarın eğimlerinin yukarısından kendisine eşlik eden denize. Ama küçük kız da kendisine eşlik ediyor, onu düşünmekten kendini alamıyordu.

Evde, oğlan okuldan dönmüş, resimli dergiler okuyordu. Fernande Yvars’a her şeyin iyi geçip geçmediğini sordu. Hiçbir şey söylemedi, çamaşırlıkta yıkandı, sonra kanepeye oturup taraçanın küçük duvarına yaslandı. Üst yanında onarılmış çamaşırlar sarkıyor, gökyüzü saydamlaşıyordu; duvarın ötesinde, akşamın tatlı denizi görülebiliyordu. Fernande anizet, iki bardak ve soğuk su testisini getirdi. Kocasının yanına oturdu. Yvars, evliliklerinin ilk zamanlarındaki gibi, elini tutarak her şeyi anlattı ona. Bitirdiği zaman, üzerinde daha şimdiden, çevrenin bir ucundan bir ucuna, alacakaranlığın hızla koştuğu denize dönmüş durumda, kımıldamadan durdu öyle. “Ah, suç onda!” dedi. Genç olmak isterdi, Fernande da genç olsun isterdi, çekip giderlerdi o zaman denizin öbür yanına.

Albert Camus
Kaynak: Sürgün ve Krallık

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version