Ana Sayfa Felsefe “Acı çekenler ile acı çektirenler aynıdır” Schopenhauer Felsefesi’ne Giriş -Klaus Jurgen Grün

“Acı çekenler ile acı çektirenler aynıdır” Schopenhauer Felsefesi’ne Giriş -Klaus Jurgen Grün

Felsefe on dokuzuncu yüzyılda Schopenhauer’in attığı adımlarla birlikte önemli sonuçlar getiren bir dönüşüm yaşar. Schopenhauer insanın gerek kendi bireysel tek doğasını gerekse de bütün bireylerin paylaştıkları dünyayı uyumlu bir bütün olarak kavrama, öğrenme yeteneğinin kaynağını, kendisinden önceki ide-alist felsefelerde olduğu gibi doğrudan insanın kafasının içinde, onun düşünme faaliyetinin ürünü olarak görmeyip daha doğrusu bu aşamada takılıp kalmayıp bu kaynağı insanın bedeninde bulur. Böyle olunca da bir bakıma felsefenin ağırlık noktası, insanın düşünme yetisinden, kafasında bulunduğu varsayılagelmiş doğuştan bilgi formları arayışından bedene kayar.

Bu dönüşüm, Descartes’ten beri insanı büyük ölçüde, düşünen bir töz olarak kabul eden yeniçağ idealizminin gelişmesine bir nokta koyar.
Schopenhauer, nesneyi özneden bağımsız bir olgu olarak görüp bütün ağırlığı ben’e, özneye, dolayısıyla da onun bilincine veren felsefelere karşı çıkar; bu temel üzerinde varlığa, dünyaya (evrene) ilişkin son hakikatleri bulma iddialarının, hafta Kant’ın, böyle bir son şeyin bizatihi bilinemez olduğunu ileri sürdükten sonra, varolduğunu iddia ettiği ding an sich’e (kendinde, asıl nasılsa öyle olan şey’e) ilişkin iddianın, idealizmin benzer iddiaları gibi salt beyin fenomeni, beynin düşünme faaliyetinin sonucu olduğunu söyler. İnsan, bilen, nesnelerin bilgisini edinen değil, isteyen bir varlıktır ona göre.

Ne var ki Schopenhauer kendi felsefesini geliştirirken, idealizme, ama asıl Kant’ın transzendental felsefesinin tek tek sonuçlarına dayanmaktan, bunları kendince yorumlayıp düşünce sistemini bunların üzerine inşa etmekten geri kalmaz. Kant özellikle “Salt Akim Eleştirisi”nin” “Transzendental Estetik” bölümünde, doğuştan getirdiğimizi ileri sürdüğü a priori kategorilerin arasında zaman ile mekân kategorisine apayrı bir konum atfeder. Öteki kategoriler kavramsal kökenli iken, bu ikisi, duyumlarla algılanabilir dünyadan salt anschauungjgöril yoluyla türetilmiş kategorilerdir. Salt görü’nün bu iki kategorisi, nedensellik yasası ile birlikte, nesnelerin, zaman ve mekân içinde nedensel ilişkiler üzerinden bir bilgi haline gelmesini mümkün kılarlar. Schopenhauer ise, bu iki kategorinin de son tahlilde salt görü üzerinden edinilmiş olsalar da beynin kalıpları arasında yer aldıklarını; yani a priori olduklarını hatırlatıp, bilgi’nin öznel ayağına girdiklerini düşünür. Öyleyse bilinçte içerik namına (nesnelerin bilgisi namına) ne varsa, son tahlilde beynin kendi fenomenidir ve idealizmin konusudur.
Schopenhauer bu beyin fenomenlerine “Tasarım Dünyası” tanımını uygun görür.
Böylelikle bütün nesne ve süreçler, beynin ürünü, onun tasarımları olup çıkarlar. Nesne tamamen özne için, ona bağlı olarak vardır. Dünya diye ne varsa, benim tasarımımdır.
Böylece karşımıza, ne somut bir zamana ne somut bir mekâna ne de nedenselliğe tabi olan bir dünyanın belirtileri çıkar. Bu sadece kendinde olan dünya, irade’ nin dünyası, daha doğrusu irade’ dir.
İrade sadece kendini isteyen bir tür karanlık, kör, bilinçsiz ilk güç gibi bir şeydir; irade kendini ağırlık, dürtü ve kuvvet olarak varlıklaştırır, daha doğrusu hissettirir; bir yandan da bilinçte izlerini bırakır.
Schopenhauer’den yaklaşık elli yıl sonra psikanaliz teorisinde ortaya çıkan bilinçdışı (bilinçötesi), Scho-penhauer’de her şeyi birbirine bağlayan otorite anlamındaki irade’ dir. İrade’ nin etki alanında gerek bilinç gerekse de zekâ ikinci dereceden Önem taşırlar.
Schopenhauer, düşüncelerinin boşlukta dolaşmasını önlemek için, döneminin beyin fizyolojisinin bulgularına dayanmaya çalışır. Günümüzün önemli beyin araştırmacıları için bugün olağan, sıradan bir tespit olan şey, o günlerde Schopenhauer için bir yenilik ve öğretisinin dayandığı şartların doğrulayıcısı veri-lerdi: Tin, zekâ, ruh, bilinç ve akıl ile birlikte fikirler, beyninin son derece sallantılı, ikinci dereceden önemli ürünleridir. Düşünüre göre, felsefe ile ilahiyat bu beyin ürünlerinden bazılarını özerk hakikatler ve gerçeklikler yerine koyma gafletine düşmüşlerdir. Schopenhauer özellikle madde, kuvvet, nedensellik ve ahlak yasaları’nın yanı sıra, ahlak felsefesinin ve ilahiyatın başka kategorilerinin de beyin fonksiyonlarına bağımlı, buradan türetilmiş olduklarım söyler.
Schopenhauer on dokuzuncu yüzyılda akademik felsefenin dışında kendi yollarından yürüyen ve akim bizatihi kendi ürünlerini, şeyleştirme, nesneymiş gibi sunma eğilimlerine amansız bir mücadele bayrağı açan düşünürlerin öncülerindendir. Bu çaba, on dokuzuncu yüzyılın özellikle Alman kültürünün ve toplumsal eleştirinin belkemiğini oluşturur. Düşüncenin ürünlerinin gerçek olamayacağı görüşüne destek verenlerden biri de Marx’tır. Marx’ın, kimi düşünce içeriklerinin “fantazmagorik biçimi”ne (aldatıcı, kuruntuya dayalı, yanılsatıcı biçimine) ve “meta’m fetiş karakterine” yönelttiği eleştiriyi hatırlayalım. Bunlardan birincisi dinin dünyasını, ikincisi meta üretimi alanım hâkimiyeti altında tutmaktadır. Marx, Schopenhauer’in bu konudaki düşüncesini paylaşırcasma, burada (dinde) “insan kafasının ürünlerinin, kendileriııe ait bedenlerle donanmış, gerek kendi aralarında gerekse de insanlar ile ilişki içinde olan bağımsız biçimler olarak göründükleri”ni söyler. “Meta dünyasında da insan elinin ürünleri böyledir. Ben bunu, meta olarak üretilir üretilmez, emeğin ürünlerine musallat ve bu nedenle de meta üretiminden kopartılamaz olan fetişizm diye adlandırıyorum.” (Das Kapital, 1. Cilt)
İşte Schopenhauer, gerçekte aklın işlemlerinin ürünü olan şeylerin, akıldan bağımsız varoluşlar edinmeleri süreçlerini bilgi teorisi düzleminde fark etmişti. Gerçi Schopenhauer Marx’tan yüz seksen derece ters bir yol izleyerek, bu sonucu, öznel bir aldanma, özne bilincinin bir yanılsaması olarak anlamak isterken Marx, mübadele sürecinin toplumsal a prion’sini bu yanılgının (yabancılaşmanın) kaynağı olarak görür.
Schopenhauer’de, zaman, mekân ve nedenselliğe boyun eğmiş dünya, bir tür rüyalar âlemi gibi bir şeye dönüşür; bizim dışımızda, ama kaynağı kafamızda olan bu imajlar dünyası, bu hayaller dünyası, dünyaya ilişkin çok derinlerdeki bir hakikatin kodlanmış bir şekilde yüzeye yansıması gibi bir şeydir. Bu noktada onun irade metafiziği Hint dinleriyle ve manevi dünyasıyla birleşir. Ama bu metafiziğin içinde Avrupa mistiğinin izlerini de buluruz. Schopenhauer bu mistiğin içinde kendi öğretisinde anladığı ve yorumladığı şekliyle insanın metafiziksel ve dinsel ihtiyacının karşılandığını düşünür. Çünkü salt beyin fizyolojisinden ve materyalist teorilerden farklı olarak bu öğretiler, nesnelerin bambaşka bir organizasyon biçimine, zaman, mekân ve nedensellik ilişkilerince belirlenmiş o düzende yer aldıklarından, çok farklı bir düzenlenişine imkân tanırlar.
Nesnelerin fiziksel organizasyonlarının ötesinde bir düzenleniş biçimine uyabilecekleri inancı, Schopenhauer için metafiziğe inanmakla aynı şeydir. İşte bu metafizik onun, başlıca görevi dünyadaki bencilliğe son vermek olan etiğinin de temelini oluşturur.
Büyük ölçüde acı, yokluk, ıstırap ve eksiklikle bezeli bir dünyada “Acı çeken ile çektirenin” bir ve tek oldukları düşüncesi, Schopenhauer’den yaklaşık yetmiş yıl sonra, Frankfurt Okulunun kurucularından Horkheimer’e bütün insanların dayanışmasının mümkün olduğu düşüncesinde kaynaklık etmiştir. Schopenhauer, öğretisinin toplumsal eleştiri boyutunun eleştirel toplum teorisinin gelişmesinde kendince bir katkı yapmış olduğu ölçüde “çorbada tuzu bulunan”lardan olduğu da kesindir.’

Klaus Jurgen Grün
Varolmanın Acısı: Arthur Schopenhauer Felsefesi’ne Giriş

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version