Ana Sayfa Felsefe Schopenhauer: Seven kişi, kendisine ters gelen her şeyi görmemezlikten, bilmemezlikten gelir

Schopenhauer: Seven kişi, kendisine ters gelen her şeyi görmemezlikten, bilmemezlikten gelir

SchopenhauerGerçekten de, eğilimin, tek bir nesneye ve sadece bu nesneye yönelik oluşuyla, yani aynı zamanda türün özel görevlendirmesiyle ortaya çıkışıyla, soylu ve yüce bir renge bürünen önemli bir tutku ortaya çıkar.

İki bireyin kurucu yapısal vasıflarının, türün tipini aslına uygun üretmeye imkân verecek şekilde birbirlerinin tamamen özel ve kusursuz tamamlayıcısı olabileceğini, bu nedenle de bu bireylerin yalnızca birbirlerini arzu ettiklerini kanıtlayarak sevginin yoğunluğunun tutkunun bu anlamda bireyselleşmesiyle doğru orantılı olarak artığını gördük. Gerçekten de, eğilimin, tek bir nesneye ve sadece bu nesneye yönelik oluşuyla, yani aynı zamanda türün özel görevlendirmesiyle ortaya çıkışıyla, soylu ve yüce bir renge bürünen önemli bir tutku ortaya çıkar. (Türün görevlendirmediği), salt belli bir bireye yönelik olmayan cinsel dürtü bireyselleşmeden herkese yönelmiş olduğundan ve türü, onun niteliklerini çok az dikkate alarak, sadece niceliksel yönüyle koruyup sürdürmeye çabaladığından, kaba, adi ve bayağıdır.

Gelgelelim bireyselleşme ve onunla birlikte aşkın yoğunluğu öylesine yüksek bir düzleme tırmanabilir ki, doygunluğun gerçekleşmemesi durumunda dünyanın bütün nimetleri, zenginlikleri hatta hayatın kendisi değerlerini yitirebilirler. Bu durumda aşk, büyüye büyüye başka hiçbir şeyde görülmemiş bir şiddete dönüşür; bu nedenle de bireyi her türlü fedakârlığa, kurban verme durumuna hazır hale getirir ve gerçekleşmenin sonsuza kadar imkânsızlaştığı durumda, delirmeye, hatta intihara kadar götürebilir. Böylesine uç, aşırı bir tutkunun temelinde yatan, dikkat edilmesi gereken o bilinçdışı yanlar, yukarıda gösterdiklerimizden başka, herhalde öyle pek gözümüzün önünde durmayanlar olmalıdırlar. Bu nedenle, bu durumda erkek ile kadının sadece vücut yapılarının ve özelliklerinin değil de erkeğin iradesi ile kadının zekâsının da birbirlerine özel bir uygunluk durumu göstermeleri gerektiğini kabul etmeliyiz; bu uyumun sonucunda sadece onlar tarafından, -türün genius’unun burada “kendinde şey”in özünde yattıkları için bize kapalı nedenlere dayanarak varolmasını amaçladığı- çok belli bir birey meydana getirilebilecektir. Ya da daha öze inerek konuşmak gerekirse:
Yaşama iradesi burada, kendini sadece bu erkek ile bu kadının meydana getirebileceği kesinkes belirlenmiş bir birey aracılığıyla nesneleştirmeyi istemektedir. Kendinde iradenin bu metafiziksel arzusu, varlıkların sırası içinde, -bu arzunun ve itkinin etkisine kapılıp şimdilik hâlâ salt metafiziksel, yani gerçeklikte mevcut şeylerin dışında kalan bir amaç taşıyan şeyi, sadece kendileri için istediklerini sanan (vehmeden)-geleceğin anne babasının yüreğinden başka bir yerde etkili olabileceği bir alan bulamaz. Demek ki ancak şimdi burada mümkün olmuş gelecekteki bireyin, bütün varlıkların o ilk kaynağından doğan, varlığa geçme yönündeki şiddetli, bastıran arzusu, nesneleşmenin içinde kendini gösteren şeydir; yani geleceğin anne babasının, o kendi dışlarındaki her şeye çok az önem veren büyük tutkularıdır. Gerçekten de eşi benzeri bulunmayan bir sanı, bir vehim olan bu tutku, böyle bir âşığın, hakikatte kendisine herhangi bir kadından daha fazlasını vermeyen bu belli kadınla yatabilmek için, dünyanın bütün zenginliklerini feda etmesine yol açacak bir tutkudur.

Tutkunun bu şiddetine rağmen, asıl amacın sadece kadınla beraber olmaya yönelik olduğu, bu büyük tutkunun da bütün ötekiler gibi, tarafları sonunda şaşkınlığa düşürerek hazzın ve zevkin içinde sönüp gitmesinden bellidir. Kadının kısırlığı durumunda (Hufe-land’a göre bunun rastlantıya bağlı on dokuz bünyevi nedeni bulunmaktadır.) asıl metafi-ziksel amaç boşa çıktığında da bu tutku sönüp gitmektedir; tıpkı, aynı metafîziksel yaşama ilkesinin, içlerinde amaca ulaşmak için varlık edinmeye uğraştığı milyonlarca ezilen tohumla birlikte sönüp gitmesi durumunda olduğu gibi; bu durumda, yaşama iradesi için gene de sonsuz bir mekân, zaman ve maddenin, dolayısıyla da yeniden ortaya çıkabilmesini (varlıklaşmasını) mümkün kılacak tükenmez fırsatların var olduğunu bilmenin ötesinde bir teselli bulunmamaktadır.
Bu konuyu ele almamış ve benim düşünce yoluma tamamen uzak ve yabancı kalmış olan Theophratus Paracelsus’un zihninden, burada anlattığımız düşünceler uçuk, bulanık halleriyle de olsa, şöyle bir geçmiş olmalıdırlar ki, bambaşka bir bağlamda ve o dağınık tarzıyla aşağıdaki ilginç düşünceleri kaleme almıştır:
Urias’a ait olan kadın ile Davut gibi, her ne kadar bu ilişki adil ve yasaya uygun bir evliliğe alabildiğine ters düşüyorduy-sa da -en azından insan aklı bundan emindi- Tanrı’nın birleştirdiği kimselerdir. Ama işte Bathseba’dan ve Davut’un tohumlan olmadan başka türlü doğamayacak olan Süleyman’nın uğruna, zina yoluyla da olsa, Tanrı onları birleştirdi. (De vita long a, I., 5)
Şairlerin ve yazarların bütün çağlar boyunca sayısız ifadelerle ve deyişlerle dile getirmeye uğraştıkları ve konu olarak bir türlü tüketemedikleri, evet, hakkını bir türlü veremedikleri aşk özlemi, belli bir kadına sahip olma durumuna sonsuz bir bahtiyarlık tasarımı ve elde edilemez olduğu düşüncesine de ifade edilmesi imkânsız bir acı ve ıstırap ilintileyen bu özlem ve bu aşk acısı, malzemesini ebedi olmayan bir bireyin ihtiyaçlarından alamaz; bunlar, burada amaçlarına hizmet edecek, yeri doldurulmaz bir araç elde etme (kaygısıyla kıvranan) ya da bu aracı yitirdiğini gören, bu nedenle de derin derin iç çeken türün ruhunun iniltileridirler. Sadece tür, sonsuz hayata— sahiptir; bu bakımdan da onun sonsuz istekler duyma, sonsuz tatminler yaşama ve sonsuz acılar çekme yeteneği vardır. Ama işte bu istek, tatmin ve acılar, burada (dünyada) bir ölümlünün dar yüreğine hapsedilmişlerdir. Dolayısıyla da böyle bir ölümlünün sonsuz sevinç ve sonsuz ıstırapla dolduğu yerde çatlayıp parçalanmak ister gibi görünmesine ve bunları ifade edebilecek söz bulamamasına şaşmamak gerekir. Demek ki bu durum, transzendental, dünyevi her şeyin üzerinde uçan metaforlarla yükselip yolunu şaşıran bütün erotik şiirlerin yüce türünün malzemesini sağlar. Petrarka’nın tema’sı budur; Aziz Preux’lerin, Werther’lerin ve Jacobo Ortis’lerin tema’sı da budur. Burada söylediklerimizi göz önüne almazsak, bunları ne anlayabilir ne de açıklayabiliriz. Çünkü bu sonsuz değer verme, bu sınırsız beğeniş, sevilenin herhangi zihinsel, entelektüel, hele hele nesnel, reel avantajlarına dayanmış olamaz; çünkü karşıdaki kişi, Petrarka’da olduğu gibi, çoğunlukla, seven tarafından yeterince tanınmamakta; her şeyiyle bilinmemektedir. Sadece türün ruhu tek bir bakışla onun kendisi bakımından, amaç ve hedefleri bakımından hangi değeri taşıdığını görebilir. Büyük tutkular da zaten kuralda ilk bakışta doğarlar:
İlk bakışta sevmeden kim âşık olmuştur ki? (Shakespeare, As you like it, III, 5.)
Bu bağlamda Mateo Aleman’ın iki yüz elli yıldan bu yana ününü koruyan romanı
Guzman de Alfarache’ın bir yeri çok ilginçtir: Bir kimsenin sevebilmesi için uzun zamanın geçmesi ya da bu kimsenin uzun uzadıya düşünüp taşınıp bir seçim yapması gerekmeyip o ilk ve tek bakışta belli ölçüde bir elverişliliğin ve uyumun karşılıklı olarak mevcut olması ya da günlük hayatta “kanın ısınması” dediğimiz ve yıldızların belli bir etkisine bağlı olan şeyin gerçekleşmesi yeter. (P. II, L. III, C.5.) Aynı bağlamda sevgilinin bir rakip ya da ölüm nedeniyle yitirilmesi, tutkuyla seven kimse için başka bütün acılan aşan bir acıdır; çünkü bu acı, transzendental tarz bir acıdır ve seveni sadece acı olarak etkilemekle kalmayıp ona essentia aetema’sı (ebedi öz-selliği) içinde; yani özel iradesi ve görevlendirilmesi sonucu burada (dünyada) yetkili kılındığı türün hayatının içinde de saldırır. Bu nedenle kıskançlık öylesine işkence verici ve gazap doludur ve sevgilinin bir başkasına bırakılması bütün fedakârlıklardan daha büyük bir fedakârlık (kurban olma durumudur.) Bir kahraman, aşk yakınmaları, sızlanmaları dışında bütün her türlü yakınmadan, sızlanmadan utanır; çünkü aşk içinde kuyruğunu sallayan onun kendisi değil, türdür. Calderon’un “Büyük Zenobia” adlı piyesinin birinci perdesinde Zenobia ile Decius arasında şöyle bir sahne vardır; bu sahnede

Deci-us:
Demek ki beni seviyorsun. Kaybedebilirim bunun için binlerce zafer, Dönebilirim…

der. O ana kadar bütün çıkarlara ağır basmış olan şeref, onur, gurur, cinsel sevgi, yani türün çıkarları sahneye çıkıp karşısında ilginç bir avantaj görür görmez, alanı terk ederler; çünkü bu çıkar, salt bireylerin olabilecek en büyük çıkarlarına bile ağır basar. Bu nedenle gurur, onur, görev ve sadakat, başka her türlü tehdide, hatta ölüme bile meydan okuduktan sonra, bir tek cinsel sevginin karşısında alanı terk ederler. Gene özel hayatta, vicdansızlığın, başka hiçbir konuda, cinsel sevginin söz konusu olduğu yerdeki kadar büyük olmadığını görüyoruz; Vicdanın sesine bu durumda kimileyin en dürüst ve adil, haksever kimseler bile kulak tıkarlar: tutkulu aşk, yani türün çıkarları vicdana hâkim olunca hiçbir şeye aldırış edilmeden zina bile yapılır. Kaldı ki bu durumlarda, bireyin çıkarlarının verebileceğinden çok daha üst düzeydeki bir meşruiyetin farkındalarmış gibi bir görünüm vardır. Bu bakımdan Cham-fort’un şu sözleri çok ilginçtir:
“Bir kadınla bir erkek birbirlerine karşı şiddetli bir tutku duyuyorlarsa, onları ayıran engeller, ister bir koca ister anne babalar vb. olsun, bana hep yasalar ve insan uzlaşımları bu konuda ne derlerse desinler, bu iki sevgili doğaya ve tanrısal hukuka göre birbirlerine aitmişler gibi gelir.” (Maximes, blm. VI)
Bu tespite karşı öfkelenen kimseye, Kutsal Kitapta, Mesih’in zina yapma durumuna düşen kadınlara, aynı suçu orada bulanların da işlemiş olduklarını varsayıp onlara hatırlatarak,nasıl yumuşak davrandığına işaret etmek isterim. Decameron’un büyük bir bölümü, bu noktadan bakıldığında, bireylerin hak ve çıkarlarını ayaklan altında ezen türün geni-us’unun bunlarla eğlenip bunları alaya almasından başka bir şey değildir. İnsanlar arasındaki kast, statü farklılıkları ve bütün benzer ilişkiler, birbirini tutkuyla sevenlere ters düşüp onlara engel oluşturuyorsa, bunlar, gene sonsuz kuşaklara havale etmiş olduğu hedef ve amacını izleyerek bu türden insan uzlaşımlarını, endişe ve kaygılan, saman gibi üfleyip bir kenara atan türün genius’u tarafından yukandaki gibi kolayca bertaraf edilir ve hükümsüz kılınırlar. Aynı derin nedenlerle, aşk tutkusunun amaçlarının söz konusu olduğu yerlerde, her tehlike büyük bir istekle göze alınır ve en ödlek kişi bile aslan kesilir. Sahne oyunlarında ve romanlarda da, aşk ilişkileri, yani türün çıkarları uğruna mücadele eden genç insanların, bireyin rahat ve iyi hayat sürmesi derdinde olan yaşlılar karşısında zafer kazanışını, mutlu bir ilgi ve paylaşımla seyrederiz. Çünkü, nasıl ki tür bireyden çok daha önemliyse, sevenlerin mücadele ve çabalan da bize, bunlara direnç gösteren her şeyden çok daha önemli, yüce ve bu nedenle de adil ve haklı görünür. Buna bağlı olarak hemen bütün komedilerin temel tema’sı, türün genius’unun, oyundaki bireylerin çıkarlarına ters düşen ve bu yüzden de bireyin mutluluğunu tehlikeye atma olasılığı bulunan türün amaçlarıyla birlikte ortaya çıkmasıdır. Kuralda tür, bu çıkarları kabul ettirir; bu çıkarlar, edebiyatın adaleti doğrultusunda seyirciyi memnun eder; çünkü seyirci, türün amaçlarının, bireyinkilerden çok daha önce gittiğini hisseder. Bu nedenle de, oyununun sonunda, zafer tacını giymiş sevgililerle birlikte, kendi mutluluklarının temellerini attıkları sanısını paylaşarak oyunu terk eder; oysa aslında ihtiyatlı, kaygılı yaşlıların iradesine (isteklerine) karşı direnerek türün esenliğine kurban verdikleri bir mutluluktur bu; kimi norm dışı komedilerde, durumu tamamen ters çevirerek, bireylerin mutluluğunu türün amaçlarının aleyhine dayatma girişimleri yapılmıştır; Tam da bu oyunlarda seyirci, türün genius’unun çektiği acıyı hisseder ve bu acı pahasına bireyin güvenceye alınan avantajları onu teselli etmez. Buna örnek olarak birkaç çok tanınmış, küçük parça aklıma geliyor: La reine de 16 ans ve Le mariage de raison. (On altısında Kraliçe ve Aklın Evliliği). Aşk serüvenli tragedyalarda çoğunlukla türün amaçlan boşa çıkartılarak, türün aleti olmuş sevgililer de mahvolup giderler. Örneğin Romeo ve Juli-et’te, Tankred’te, Don Karlos’ta, Wallenste-in’da, Messina’lı Gelin’de vb.
Bir insanın âşık olması, çoğu zaman komik, kimileyin de trajik olaylara yol açar. Her ikisinin nedeni de, (âşık erkeğin) türün ruhunun eline geçmiş, onun hâkimiyeti altına girmiş olması ve artık kendine ait olmamasıdır. Bu yüzden de eylemleri, bireyin çıkarlarına aykırı düşer. Âşıklığın daha üst derecelerinde, erkeğin düşüncelerine öylesine şiirsel ve de yüce bir renk, hatta transzendental ve hiper fiziksel (doğaüstü) yön veren, böylelikle de âşığın kendi alabildiğine fiziksel amaçlarını tamamen gözden kaçırmış gibi görünmesine yol açan durum, aslında dertleri ve işleri, o sadece sıradan bireysel olan bütün dert ve işlerden ölçülmeyecek kadar önemli olan türün ruhunun, onun ruhunu doldurmuş olmasıdır; böylelikle, türün ruhunun onu özel görevlen-dirmesiyle, sınırsız, sonsuz uzunluktaki bir gelecek kuşağın varoluşu, türün, sadece ve sadece baba olarak bu sevgiliden ve anne olarak onun sevgilisinden alabileceği bu bireysel ve enikonu belirlenmiş yapısal nitelikler ve vasıflar üzerinde temellenir; öte yandan, yaşama iradesinin nesneleşmesi, bu varlığı apaçık talep etmedikçe, böyle bir varoluş ortaya çıkamayacaktır. Böylesine transzendental önemde işlerle uğraştığı duygusu, âşığı dünyevi her şeyin öylesine yükseğine, hatta kendi üzerine yükselten ve onun alabildiğine fiziksel arzularına, aşkın, en sıradan insanın hayatında bile şiirsel bir öyküye dönüşebileceği kadar hiper fiziksel bir kıyafet giydiren şeydir; bu son durumda olay gülünç bir görünüme bile bürünür. Türün içinde kendini nesneleştiren iradenin buyruğu, âşığın bilincinde, erkek bakımından bu belli dişi birey ile birleşmede bulunacak sonsuz bir mutluluğun önceden duyulması maskesi altında temsil eder kendini. Âşıklığın en üst derecelerinde bu hayal öylesine ışıldar yaymaya başlar ki, sevgilinin elde edilememesi durumunda hayat bütün cazibesini kaybeder ve öylesine üzüntü dolu, bomboş, tat vermez bir görünüme bürünür ki, yaşamaya duyulan tiksinti, ölümün korkularına bile baskın gelebilir, bu yüzden de bayat, kimileyin insanın kendi isteğiyle kısaltılabilir. Böyle bir insanın iradesi, türün iradesinin girdabına kapılmıştır; ya da türün iradesi, bireyin üzerinde öylesine bir ağırlık kazanmıştır ki, türün temsilcisi olma biçimindeki birinci özelliği yerine getiremezse, İkincisinde de etkili olmaya tenezzül etmez. Birey burada, türün iradesinin belli bir nesne üzerinde yoğunlaşmış, sonsuz özlemine dayanamayacak kadar zayıf bir kaptır. Bu nedenle bu durumun sonu intihardır; kimileyin de sevgililerin ikisinin birden intiharıdır; yeter ki doğa, hayatı kurtarmak için örtüsüyle o umutsuz durumun bilincini sarıp saran deliliğin ortaya çıkmasını sağlasın. Bu türden birçok olayla yukarıda anlatılanların gerçekliğinin kanıtlanmadığı tek bir yıl geçmez.
Gelgelelim sadece, o doyuma ulaşmamış aşk tutkusu kimileyin trajik bir sona dayanmakla kalmaz, çoğu zaman doyuma ulaşmış tutku da, mutluluk yerine mutsuzluğa (ölüme) götürür. Çünkü böyle bir tutkunun talepleri, taraflardan birinin kişisel iyiliği ve rahatıyla çoğunlukla öyle fazla çatışırlar ki, bu talepler, kişinin öteki ilişkileriyle bağdaşmayarak bu ilişkiler üzerine kurulu hayat planlarını alt üst edip bu rahatı yok ederler. Evet, aşk çoğu zaman, cinsel ilişki bir yana bırakılacak olursa, sevenin kin duyabileceği, küçümseye-bileceği, hatta tiksinebileceği kişilere sararak, sadece dış ilişkilerle değil, sevenin kendi bireyselliğiyle de çelişkiye düşer. Ne var ki türün iradesi bireyin iradesi ile karşılaştırıldığında o kadar kudretlidir ki, seven kişi, kendisine ters gelen bütün özelliklere gözünü kapayabilir; her şeyi görmezlikten gelir; her şeyi bilmezlikten gelir ve kendisini tutkusunun nesnesine sonsuza kadar bağlar. Türün isteği yerine gelir gelmez (irade gerçekleşir gerçekleşmez) kaybolup giden ve geride nefret edilen bir hayat arkadaşı bırakan o vehim, o kuruntu öylesine gözlerini kamaştırıp görmezleştirir onun. Çoğu zaman, üstün niteliklere sahip, aklı başında, mükemmel erkekleri canavarlara ve iblis kadınlara bağlanmış görüp böyle bir seçimi nasıl olup da yapmış olduklarını kavrayamayışımızı sadece böyle açıklayabiliriz. Eskiler bu yüzden, “aşkın gözü kördür” demişlerdir. Evet, âşık biri, karısının katlanılmaz kaprislerini ve karakter bozukluklarım, apaçık fark edebilir ve bunlar ona çok acı verebilir; ama gene de onu korkutup caydırmazlar:
Sormuyorum, aldırmıyorum buna, Yüreğinde suçlu musun diye; Biliyorum, seni sevdiğimi Ne olursan ol. (Shakespeare, Cymb., III, 5)
Çünkü vehim, kuruntu ona aradığı şey sanki kendi şeyiymiş yanılmasını verse de, o aslında kendi davasının değil, meydana gelmesi gereken üçüncü birinin peşindedir. Ama işte tam da her şeye büyüklük damgasını vuran bu kendinin olmayan şeyi arama durumu, tutkulu sevdaya da yücelik görünümü sunar ve onu edebiyatın değerli, yüce nesnesi kılar. Ve nihayet cinsel sevgi, nesnesine karşı en uç nefretle de bağdaşır. Bu nedenle daha önce Platon, bu sevgiyi, kurtların kuzulara duydukları sevgi ile karşılaştırmıştır. (Phaidros, 241 D). Anlayacağınız, tutkuyla seven biri, bütün çabalarına ve yalvarıp yakarmalarına rağmen, hiçbir koşulda karşılık bulamazsa bu durum ortaya çıkar:
Onu seviyor ve ondan nefret ediyorum. (Shakespeare, Cymh. III, 5.)
Bu durumda sevilene karşı tırmanan nefret, zaman zaman, erkeğin onu öldürdükten sonra kendini de öldürmesine kadar gidebilir. Bu türden birkaç örnek her yıl tekrarlanır: Bunları İngiliz ve Fransız gazetelerinde bulabilirsiniz. Bu nedenle Goethe’nin şu dizeleri çok yerindedir:
Reddedilen, hor görülen bütün aşklar! Cehennem kaçkını insanın yanında!
Neyin kızdırdığını bilmek isterdim ki beni, lanet edeyim! (Faust 1, 280)

Aşkın Metafiziği
Arthur Schopenhauer 

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version