Ana Sayfa Felsefe MONTAIGNE: SAVUNDUĞUMUZ TÜM GÖRÜŞLERİ OTORİTENİN VE BAŞKALARININ İNANCIYLA BENİMSEDİK

MONTAIGNE: SAVUNDUĞUMUZ TÜM GÖRÜŞLERİ OTORİTENİN VE BAŞKALARININ İNANCIYLA BENİMSEDİK

Fizyonomi Üzerine

Savunduğumuz tüm görüşleri otoritenin ve başkalarının inancıyla benimsedik. Bunda bir kötülük yoktur; Çünkü bizimki kadar zayıf bir yüzyılda bunları kendi başımıza seçmeyi bilemezdik. Dostlarının Sokrates’in söylemleriyle ilgili olarak bize bıraktıkları imajı halkın benimsediği saygıya bağlı olarak sadece onaylıyoruz; yoksa kendi bilgimizden değil; bu bilgiler bizim töremize uygun değil ve şimdi benzer bir şey ortaya çıksa, ona değer veren pek az insan çıkardı.

Biz ancak yapaylıkla aşırı şişirilmiş ve sivriltilmiş zarifliklere duyarlıyız; sadece doğallıktan ve sadelikten ortaya çıkan güzellikler bizimki gibi çok kaba bir görüşten kolaylıkla kaçıyor. Bu zarifliklerin narin ve gizli güzelliğini ve onların gizemli ışığını keşfetmek için pek açık ve duru bir görüş ister. Doğallık, bizim için aptallığın akrabası olan ve horlanması gereken bir nitelik değil mi?

Sokrates, ruhuna doğal ve sıradan bir hareketlilik veriyordu; bir köylü konuşur gibi, bir kadın konuşur gibi. Arabacılar, marangozlar, ayakkabı tamircileri ve duvarcılar dilinden hiç düşmezdi. Bunlar en alışılmış ve en ortak insan eylemlerinden elde edilmiş tümevarımlar ve benzeşimlerdir ve herkes anlar bunu. Resmi bilgilerden ortaya çıkmayan tüm düşünceleri yavan ve düşük sayan ve zenginliği ancak gösteriş ve şatafatta gören biz, onun hayranlık verici görüşlerini asla fark etmeyecektik. Dünyamız sadece bu gösterişten şekillenmiştir; insanlar, balonlar gibi rüzgârdan şişiniyorlar ve sıçrıyorlar. Sokrates ise boş hayallere hiç kapılmaz; onun amacı, bize yaşamla gerçek bir ilişkisi olan ve yaşama yararlı olan yargılar vermekti.

“Ölçüyü bilmek, sınırlar içinde kalmak ve doğayı izlemek.” (Lucain, II, 381-382)

O, her zaman aynı kaldı; sivriliklerle değil ılımlılıkla gücün en yüksek derecesine yükseldi. Ya da daha iyi ifade etmek gerekirse, o hiç yükselmedi, gücü kendi düzeyine indirdi ve onu ilk ve doğal noktasına getirdi; zorlukları, engelleri ve güçlükleri bu şekilde dize getirdi. Çünkü Utikalı Cato’da sıradan insanların hayli üstünde bir gerginlik görülür; o, ölümünde olduğu gibi yaşamının cesur eylemlerinde de hep “küheylan atlara binmiş” gibi hissedilir! Sokrates ise, tam tersine her zaman ayakları yere basan ve en yararlı tartışma konularını ele alır, insanın hayatında karşılaşabileceği en kötü aksiliklere, ölünce de meydan okur.

Tanınmayı ve dünyaya örnek olarak gösterilmeyi en çok hak eden kişi ne iyi ki hakkında en kesin bilgiye sahip olunan kişi oldu. Dünya, en basiretli kişiler tarafından şimdiye kadar hiç olmadığı kadar gözlemlendi; onun tanığı olan insanlar gerçeğe bağlılık ve yetenek bakımından hayran olunacak insanlardır.

Bir çocuğun saf düşüncelerine bir biçim vermiş olmak, bu düşünceleri bozmadan ve abartmadan ruhumuzda en güzel etkilerin meydana gelmiş olması büyük bir şeydir. O, ruhumuzu ne yüksek, ne de zengin gösterir, sadece sağlıklı, güçlü ve mükemmel olarak gösterir. Doğal ve sade olanaklarla, olağan ve alışılmış düşüncelerden yararlanarak, heyecanlanmadan ve sinirlenmeden, yalnızca fikirleri değil, şimdiye kadar hiç olmadık en iyi düzenlenmiş, en güçlü ve en yüksek eylemleri ve tavırları yüceltti. Gökyüzünde boşuna zaman kaybeden insan, aklını yeniden yere indirdi ve en doğru en yararlı işler yapan insana verdi. Bakın yargıçlar önünde davasını nasıl savunuyor, savaşın tehlikelerine karşı cesaretini nasıl seferber ediyor, iftiraya, zorbalığa ve ölüme karşı – ve karısının kötü huyuna karşı – kendini güçlendirmek için hangi güçlü kanıtları kullanıyor. Tüm bunlarda sanatlardan, bilimlerden iğreti alınan hiçbir şey yoktur: En basit insanlar kendi yeteneklerini ve güçlerini onda bulabilirler; buradan daha geriye, daha aşağı gitmek mümkün değildir. O, insan doğasına kendi başına neler yapabileceğini göstererek büyük iyiliklerde bulundu.

Her birimiz sandığımızdan daha zenginiz; Ama ödünç almaya ve her zaman başka bir şey istemeye alıştırılmışız; bizimkilerden ziyade başkalarının mülklerini kullanmayı öğrenmişiz. İnsan herhangi bir şeyde, hazda, zenginlikte, güçte nerede duracağını bilmiyor, hep taşıyabileceğinden fazlasına sarılıyor; açgözlülüğünü yatıştırmanın imkânı yok; bana göre öğrenme merakın da. Yapabileceğinden, yapması gerekenden fazlasını üstleniyor. Bilgi malzemesi olan her yerde yararlı bilim olduğunu sanıyor. “Her şeyde olduğu gibi kültürde de ılımlı olmaktan uzağız.” (Seneca, Ep., CVI). Ve Tacitus, Agricola’nın annesini oğlunun azgın bilim iştahını dizginlemek için övmekte çok haklıdır. Kapalı gözlerle bakınca, insanın sahip olduğu diğer şeyler gibi, bilim de çok boş, özü doğal olarak zayıf ve çok pahalı bir maldır.

Bilginin elde edilişi, tüm diğer yiyecek ya da içeceğin elde edilişinden daha tehlikelidir. Çünkü satın aldığımız diğer şeyleri bir kaba koyup evimize getiririz, evde değerini inceleme ve hangi saatte ve ne miktarda tüketeceğimize rahatça karar verme imkânımız vardır. Ama söz konusu bilgi olunca, kuşkusuz onu aklımızdan başka yere koyamayız; onu satın alır almaz yutarız ve pazardan ya çoktan mikrop bulaşmış olarak ya da düzelmiş olarak çıkarız. Bilgiler de zaten bizi kucaklamaktan başka bir şey yapmayıp, bizi beslemek yerine şişirirler; dahası bizi iyileştirecek gibi görünüp zehirlerler.

Bir yerde insanların bilgisizlik, saflık, yoksulluk dileklerinde safça davrandıklarını görmek hoşuma gitti. Bu aynı zamanda düzensiz arzularımızı kısırlaştırma, bizi kitapların incelemesine iten bu doymak bilmezliği yumuşatma, kendimizi bilgin hissettiğimiz zaman bizi aşırı hazlı okşayan bu kendini beğenmişlikten yoksun bırakma biçimidir. Ve bu, aklın yoksulluğunla insanın yoksulluğu katılırsa daha iyi tamamlanır. Keyfimizce yaşamak için bilim çok da gerekli değildir. Ve Sokrates, bu bilginin kendimizde olduğunu ve onu bulma ve kullanma yolunu bize öğretir. Doğal olanın dışında tüm bildiğimiz hemen hemen boşuna ve yararsızdır; aklımızı karıştıracaksa, işimize yarayacak yerde bize yük olacaksa fazla demektir. “Salim bir ruhu biçimlendirmek için bilime pek gerek yoktur.” (Seneca, Ep., CVI).

Bunlar, çalkantılı ve kaynayan bir aygıt olan aklımızın ateşli hezeyanlarıdır. Kendinize kulak verin; Doğa’nın ölüme karşı gerçek kanıtlarını zamanı geldiğinde size yarayacak kanıtları içinizde bulacaksınız. Bunlar bir filozofu da, bir köylüyü de, tüm bir halkı da öldüren kanıtlardır. Tusculanes’i okumadan ölseydim daha az huzurla mı ölürdüm? Sanmıyorum. Ve gerçekle karşı karşıya kalınca dilim daha zenginleşmiş ama yüreğim yokmuş gibi gelir. Doğa aklımı benim için oluşturdu, bir halk yürüyüşüne katılır gibi silahlandırdı. Kitaplar bana eğitimden çok alıştırma hizmeti verdi. Bilginin doğal kötülüklere karşı bize yeni silahlar sağlamayı denemesine ve bunların önemini ve ağırlığını bizi kanıtlarıyla ve incelikleriyle koruyan aklımıza ne diyebiliriz? Bunlar gerçek inceliklerdir ve tam orada bizi çoğu kez boşuna tehlikeye karşı uyarırlar. Bakın en özlü ve en bilge yazarlar bile, iyi bir kanıtın çevresine yakından bakan birisi için içi boş başka kanıtlar serpiştiriyorlar. Bunlar, bizi aldatan gereksiz sözel ayrıntılardır sadece. Ama yararlı olabilirler diye de fazla kurcalamak istemiyorum. Kitabımın çeşitli yerlerinde gerek alıntı, gerek öykünme olarak bu türden yeterince var. Demek ki yalnızca incelikten olanı ‘güçlü’, sadece güzel olanı ince veya ‘iyi’ diye adlandırmaktan sakınmak gerekiyor; “Mideden daha fazla damağın hoşuna gideni.” (Cicero, Tusc., V). Her hoşa giden besleyici değildir; “Akıl değil de, ruh söz konusu olduğu zaman.” (Seneca, Ep., LXXV).

Seneca’nın kendini ölüme hazırlamak için katlandığı zahmetleri görünce, –bu tünek üstünde dengede kalmak için çırpınışı, kasılırken kan ter içinde kalması– ve bütün bunlardan dolayı kazandığı ünü, eğer ölürken tam bir direnç ve cesaret göstermeseydi, gözümde sarsılırdı. Bu kadar ateşli çırpınışları kanının kaynadığını ve kabına sığmadığını gösterir. “Yüce bir ruh kendini daha sakin ve daha dingin ifade eder.” (Seneca, Ep., CXV). “Akıl başka renkte, ruh başka renkte olamaz.” (Aynı eser, CXIV).

Kendisine bunu söylerken hataya düştüğünü göstermek gerekiyor. Plutarkhos’un tarzı o kadar aldırmaz ve ve o kadar rahat ki, bana göre çok daha erkekçe ve inandırıcıdır; onun ruhunun daha güvenli ve daha akıllıca hareketlere sahip olduğuna kesinlikle inanıyorum. Biri daha canlı olup, bizi dürtüyor ve yerimizden sıçratıyor; aklı daha fazla etkiliyor; diğeri daha sakin, bizi eğitiyor, güçlendirip kalıcı şekilde rahatlatıyor; zekâmıza daha fazla etki yapıyor. Birisi yargımızı hileyle ele geçiriyor, ötekisi onu kazanıyor.

Aynı şekilde, içerlerinde tensel dürtülere karşı verdikleri savaşı bize betimlerken onları son derece yakıcı, son derece güçlü ve yenilmez gibi gösteren çok daha saygıdeğer başka yazılar gördüm; halkın tortusu olan bizlere ise, kışkırtmaların da, onlara karşı gösterdikleri direncin de olağandışı ve görülmemiş sağlamalığına şaşırmak kaldı.

Bilimin bu çabalarıyla donanıp da ne yapacağız? Yorgunluktan başları bir yana kaymış halde toprağa uzanmış şu yoksul kişilere bakın; ne Aristoteles’i, ne Cato’yu tanıyorlar, ne örnek, ne de kural biliyorlar. Doğa her gün onlara, okulda büyük özenle incelediklerimizden çok daha yalın ve sağlam, sebat ve dayanıklılık dersi verir. Yoksulluğu dert etmeyenleri, ölümü arzulayanları ya da ortalığı telaşa vermeden ve sızlanmadan ölenleri görmediğimiz gün mü var?

Bahçemi çapalayan şu adam, bu sabah babasını ya da oğlunu toprağa verdi. Hastalıklara verdikleri adlar bile onları yumuşatıyor ve süreci zayıflatıyor; ince hastalık onlar için verem öksürüğüdür; dizanteri, ishal sancısı, satlıcan soğuk algınlığıdır. Ve hastalıklara daha yumuşak adlar verdikleri gibi, onlara daha tatlılıkla dayanıyorlar. Günlük çalışmalarını yarıda kestikleri zaman gerçekten ağır hastadırlar demektir, ancak ölmek için yatağa yatarlar.

“Bu basit ve herkesin ulaşabileceği erdem, karanlık ve ince bilime dönüştü.” (Seneca, Ep., XCV).

Bunları iç karışıklıkların bütün ağırlığıyla aylar boyunca üstüme çöktüğü sırada yazıyordum. Bir yandan düşmanlar, öbür yandan düşmanlardan daha beter yağmacılar kapıma dayanmıştı; “Silahlarla değil, günahlarla savaşıyoruz.”

Demek ki, her türlü askeri zarara aynı anda uğruyordum.

“Sağımda ve solumda çok korkunç bir düşman duruyor ve her köşede beni tehdit eden bir tehlike var.” (Ovidius, De ponto, I, III, 57)

Bu çok çirkin, korkunç bir savaş! Öteki savaşlar dışarıdan etki eder; oysa bu kendine karşı hareket edip, kendini kemiriyor ve kendi zehriyle kendini yok ediyor. Öylesine kötü ve tahripkâr doğa var ki, geride hiçbir şey bırakmadan kendini ortadan kaldırıyor ve azgınlığıyla kendini paralayıp parçalıyor. Çoğunlukla onun kendiliğinden gözden kaybolduğunu görüyoruz; Çünkü o ayrı bir güçle ya da düşmanla değil, kendi içinde çözülüyor. Onun olduğu yerde dirlik düzenlik kalmıyor. Ayaklanmayı bitirmek için geliyor, kendisi başkaldırıyor! İtaatsizliği cezalandırmak istiyor, kendisi itaatsızlık örneği oluyor! Yasaları savunmakla görevliyken, kendinden yana olan yasalara karşı ayaklanıyor! Biz neredeyiz peki? İlacımız mikrop saçıyor.

Uzatılan yardım eliyle
Hastalığımız zehirleniyor

“Hastalık, ilaçla daha kötüleşiyor ve çetinleşiyor.” (Virgilius, Aeneas, XII, 46)

“Bizim kötü çılgınlığımız haklıyla haksızı birbirine karıştırdı.

Tanrıların adil iradesi bizden yüz çevirdi.” (Catullus, Epithalamia Thetis et de Pelei, 406)

Bu tür salgın hastalıklarda başlangıçta kimin sağlıklı, kimin hasta olduğu fark edilebilir; Ama bizdeki gibi uzadıkça, tüm bedeni baştan topuğa kadar sarar; çürümeyen organ kalmaz. Çünkü ahlaksızlık kadar içe sindirilen, yayılan ve iyice nüfuz eden bir başka durum yoktur.

***

Gelmiş geçmiş en zalim fatih olan Selim’in öyküsüne çok şaşırdım. Mısır’ı boyunduruğu altına aldığında, fethedilmiş topraklar içinde kalan ve hep açık olan Şam şehrinin etrafındaki güzel bahçelerde ordusu kamp kurdu. Yağmalama emri verilmediği için askerler hiçbir şeye dokunmadılar.

Bir papağandan ders almanın bize yakışmadığını düşünüyorum. Hiçbir katkıda bulunmadan, her şeyi Tanrı’dan beklemek ne büyük saygısızlık! 

“Kırsala varıncaya kadar her yerde karışıklık hüküm sürüyor.” (Virgilius, Bucol., I, II)

Gelecekteki zararlarından da çok çekecektir. Yaşayanlar bundan zarar gördü; henüz doğmamış olanlar da gelecekteki zararlarla cezalandırıldılar. Sonuç olarak beni de, bu halkı da yağmaladılar. Umudu dahil her şeyi yıllarca yaşamasına yetecek neyi varsa her şeyi ellerinden aldılar.

“Onlar taşıyamadıklarını ve birlikte götüremediklerini tahrip ettiler ve cani çeteleri masumların evlerini ateşe verdiler.” (Ovidius, Hüzünler, III, X, 65)

“Kent surlarının dışında güvenlik kalmadı; tarlalar yağmalamalardan perişandır.” (Claudianus, In Eutrop., I, 244)

Daha ne sarsıntılar yaşadım. Böyle buhranlarda ılımlılığın getirdiği zararlara uğradım; her yandan maddeten kazıklandım! Guelphe’de Gibelin’dim, Gibelin’de Guelphe’dim. Sevdiğim şairlerden biri bunu güzel dile getirir; Ama nerede olduğunu bilmiyorum artık. Aile durumum ve çevremle ilişkilerim beni bir türlü, yaşamım ve eylemlerimse öteki türlü gösteriyordu. Bu durumda açıkça suçlanamıyordum; Çünkü ısıracakları bir şey yoktu. Asla yasalara aykırı davranmam; hakkımda araştırma yapacak olan benden daha suçlu çıkardı. Bunlar böylesine karışık bir durumda asla doğruluk payı olamayan, ya haset ya da yeteneksiz kafaların uydurduğu el altından yürütülen sessiz kuşkulardı. Genelde talihin yoluma çıkardığı suçlamalara yardımcı oluyorum; çünkü vicdanımı savunmanın onu boş yere tehlikeye atmak olduğunu düşünüyorum ve kendimi aklamaktan, bağışlatmaktan ve yorumlatmaktan her zaman kaçıyorum. “Açıklık tartışmayla zayıflatır.” (Cicero, De nat. deorum, III, IV). Herkesin bende açıkça gördüğü gibi, bir suçlamaya uzak duracağım yerde, üzerine giderim; sanki bu suçlamalara cevap vermeye değmezmiş gibi tamamen susmasam bile, belirli bir alaycılıkla suçu kabul ederim. Bunu benim kendime olan aşırı güvenime bağlayanlar, savunulacak davanın zayıflığına bağlayanlardan daha az kızmıyorlar, özellikle boyun eğmemeyi aşırı bir suç sayan şu büyük efendilerden alçakgönüllü olmayı bilmeyenlerden ve neyin ne olduğunu bilen bir adalet içinde saygısız olanlardan daha az kızmıyorlar. Onlar ne olduğunun bilincinde olan, alçalmayan, kendini küçük ve de ricacı hale sokmayan dürüstlüğe sert davranır. Bu güçlüğe yoluma sıkça çıktı. Başıma gelenler hırslı onu asarlardı ve bir cimriye aynısını yaparlardı.

Parada pulda gözüm yok.

“Sadece şimdi bana ait olanı, hatta gerekirse daha azını muhafaza edeyim ve tanrılar bana daha günler vermeyi isteseler de, günlerimden bana geri kalanlarını kendim için yaşayabileyim.” (Horatius, Manzum mektuplar, I, XVIII, 107)

Ama gerek başkalarının hatasından uğradığım kayıplar, gerek bir hırsızlık ya da şiddet dolayı yaşadığım kayıplar, beni cimrilik hastalığına tutulmuş bir adam kadar üzer. Hakarete uğramak maddi kayıptan çok daha büyük acı verir.

Her türlü dert arka arkaya geldi; hepsi bir anda gelseydi daha yiğitçe dayanırdım. Şimdiden muhtaç ve elden ayaktan düşmüş yaşlılığımı dostlarımın arasından hangi dostuma emanet edebilirim diye kendi kendime soruyordum. Aradım, taradım, kimseleri bulamadım. Kendini dimdik bir kurşun gibi ve çok yüksekten aşağı bırakacaksan, sağlam, güçlü ve kaderin desteklediği bir sevginin kollarına bırakacaksın. Böyle kollara çok az rastlanır.

Sonunda gördüm ki muhtaç duruma düşünce ve felakete uğrayınca en güvenli olan şey kendime güvenmekmiş. Talih bana yardım etmediği zaman, kendi gücüme yaslanmalıymışım, kendime sarılmalı ve kendime daha yakından bakmalıymışım. Kişiler, her koşulda, kendi olanaklarına el sürmezler, dışardan destek ararlar. Her birimiz başka taraflara ve geleceğe doğru koşuyoruz; Çünkü kimse kendiliğinden bir yere varmayı başaramaz. Ve ben bu sıkıntıların yararlı sıkıntılar olduğuna karar verdim; akıl yetmediği zaman kötü öğrencileri, bükülmüş bir tahtanın ateş ve takozla doğrultulması gibi kamçı darbeleriyle iyice düzeltmek gerekiyor. Epey uzun zamandır kendime kendimle uğraşmamı ve yabancı şeylere bel bağlamamamı söylüyorum – bununla birlikte her zaman başka yerlere bakıyorum; büyük bir kişi tarafından dile getirilen yüreklendirici bir söz, bir güler yüz beni ayartıyor.

Günümüzde bu tür şeyler nadir oluyor, ne anlama geliyor Allah bilir. Bugün dahi gözümü kırpmadan beni derinden etkilemek ve göz önünde bulundurmak için yapılan girişimleri duyuyorum ve bunlara karşı kendimi savunmak içimden gelmiyor, sanki bunu yapsam, daha çok acı çekeceğim gibi geliyor. Ama benimki dik kafalıya dayak gerekir; bu tahtaları ayrılmış, bozulmuş, dağılmış, param parça olmuş fıçıyı güçlü çekiç darbeleriyle tekrar kurup ayarlamak gerekiyor. Daha yukarıda sözünü ettiğim sıkıntıların bir başka yararı daha var: Daha beterine kendimi hazırlamam için bana bir talim oluyor bunlar; talih ve mizacım sayesinde bu fırtınaya son tutulanlar arasında olmayı umut ederken ilk tutulan oluyorum, bu fırtınanın içinde yakalanacak ilklerden biri olmaktayım. Bu sıkıntılar bana yaşama tarzımı düzenlemeyi ve bunu yeni duruma hazırlamayı önceden öğretiyor. Gerçek özgürlük, tam anlamıyla kendinin efendisi olmaktır.

“En güçlü olan, kendinin efendisi olandır.” (Seneca, Ep., XC).

Olağan ve huzurlu zamanlarda, insan ılımlı ve ortak sıkıntılara karşı kendini hazırlar; ama otuz yıldır içinde yaşadığımız bu karışıklıkta, her Fransız, gerek genel olarak gerek özel olarak, kaderi her an tümüyle altüst olacakmış gibi kendini diken üstünde hisseder. Bizi gevşek, aylak ve tembel olmayan bir yüzyılda yaşattığı için kadere teşekkür edelim. Başka türlü ünlemeyince felaketiyle ünlensin bari. Bu nedenle, yüreğini güçlü ve sağlam tutmak ve sürekli beslemek gerekiyor. Kaderin keyfince bizi yaşattığı ne yumuşak, ne cansız, ne de aylak olan bir yüzyılın, başka türlü olamayacağına göre, kendini bahtsızlığıyla ünlü kılacağını bilelim.

Diğer ülkelerde meydana gelen karışıklıklarla ilgili tarih kitaplarını üzülmeden okuyamadığım gibi, onları daha iyi incelemediğim için pişmanlık duyuyorum; böylece bizim toplumun ölümünün görülmeye değer tablosunu, onun biçimlerini ve tanısını kendi gözlerimle görüyorum. Ben bunu geciktiremediğime göre, ona tanık olduğum ve kendimi eğittiğim için mutluyum.

Bu şekilde basitçe görünüşü ve tiyatro kurgulaması gibi olsa bile insan kaderinin trajik oyunlarının temsilini bulmak için açgözlülükle çalışıyoruz.

Gördüklerimize üzülüyoruz, ama bu acıklı olayların olağanüstü doğasıyla acımızı uyarmaktan zevk alıyoruz; hiçbir şey okşarken bu denli çimdiklemez. Ve iyi tarihçiler dingin öykülerden durgun bir sudan ya da ölü bir denizden kaçar gibi kaçarlar; onlar bizim kendilerini çağırdığımızı bildikleri isyanlara ve savaşlara bakarlar! Ülkem harap durumdayken ömrümün yarıdan fazlasını dinginliğim ve huzurum için yaşamış olduğumu mahcup olmadan itiraf edebilir miyim bilmem. Beni doğrudan ilgilendirmediği zaman felâketlere daha kolaylıkla razı olurum ve kendime acımak için benden neler aldıklarına değil, içerde ve dışarıda kurtulmuş ne kaldığına bakarım. Ardı ardına bizi tehdit eden kötülüklerin bazen birini, bazen bir diğerini savuşturmakta ve onların çevremizdeki başka yerleri vurduğunu görmekte bir parça teselli var. Kamu yararı söz konusu olduğunda benim başıma gelenler başkalarını da etkiliyorsa, zararım daha az oluyor. Aşağı yukarı yarısı da doğru. Kamu felâketlerini özel işlerimizi ilgilendirdikleri ölçüde hissederiz. “Toplumdaki kötülükleri şahsi çıkarımıza dokunduğu ölçüde hissediyoruz.” (Titus Livius, XXX). Ve hareket noktamız olan sağlık öyle bir sağlıktır ki, duymak zorunda kalacağınız acıyı bizzat kendi hafifletir. Çok yüksekten düşmedik; bozulma ve eşkıyalık itibar kazandığı ve düzenin bir parçası olduğu zaman bana tahammül edemez gelir. Bir orman köşesinde soyulmak, hapishanede soyulmaktan daha az isyan ettiricidir. Birbiriyle yarışan çürümüş organlar topluluğu yaraların çoğu eski yaralar, ne ilaç istiyor, ne de iyileşmek.

Dolayısıyla, bu çöküş beni yere sermekten çok gayrete getirdi; vicdanım burada bana yardım ediyordu. Çünkü vicdanım yalnız dingin değil, aynı zamanda mağrurdu ve kendimde şikâyet edecek hiçbir şey bulmuyordum. Dahası, Tanrı insanlara iyiliği de kötülüğü de tam olarak göndermediğinden o dönemde sağlığım her zamankinden daha iyiydi. Ve onsuz hiçbir şey yapamayacağım gibi, onunla yapamayacağım şey yoktur. Sağlığım bana tüm kaynaklarımı kullanma yolunu ve başka durumda kolayca kötüleşen bir yaradan korunmamı sağladı. Kader karşısında dayanıklılığımı sınadım ve beni attan düşürmek için çok büyük bir darbe gerektiğini gördüm. Bunu bana daha şiddetli saldırsın diye söylemiyorum! Onun hizmetkârıyım ve ellerimi ona açıyorum; Tanrım, yeter ki bundan memnun olsun! Onun saldırılarını hissediyor muyum acaba? Hiç kuşkusuz ki evet. Üzüntünün bunalttığı ve eline geçirdiği insanların yine de zaman zaman kendilerini bazı zevklere kaptırdıkları zaman yüzlerinde gülümseme olması gibi, ben de olağan halimi dingin kalabilirim ve can sıkıcı düşüncelerden arındırabilirim; yine de mücadele etmek için silahlandığım bir sırada beni vuran tatsız düşünceler arada bir yoklar geçerler.

Başıma gelenlerin üstüne bir bela tam tüy dikti; evimin dışında ve içinde ötekilere hiç benzemeyen çok şiddetli bir vebanın saldırısına uğradım. Sağlıklı bedenler daha ağır hastalıklara yatkın olduklarından, ayrıca hatırladığıma göre, hiçbir hastalığın barınamadığı sağlam vücudum kötülemeye başlayınca garip etkiler meydana getirerek zehirlendi.

“İhtiyar ve genç cesetler üst üste yığılmış; zalim Prosepine’den kaçıp kurtulan kimse yok.”(Horatius, Odlar, I, XXVIII, 19)

Bu garip duruma tahammül etmek zorunda kaldım; evimin perişan hali beni ürkütüyordu. Ne varsa ortalıktaydı, isteyen canın istediğini alıp götürebilirdi. Pek misafirperver olan ben aileme sığınacak yer bulma telaşına düştüm, dostlarına ve kendine bile korku veren, konaklamaya çalıştığı her tarafta dehşete neden olan ve çok büyük bir acıya düşmüş bir aile; içlerinden birinin parmağının ucu ağrısa, hemen yer değiştirmek zorundaydık; o günlerde tüm hastalıklar veba olarak kabul ediliyordu. Vebalıları teşhis etmeye zaman bile ayrılmıyordu. Ve daha da beteri, hekimlik kurallarına göre, yaklaşan bu tehlikede, bu belanın bulaşıp bulaşmadığını anlamak için kırk gün beklemek gerekiyor. Hayal gücü bu arada baş durmuyor ve sağlıklıyı bile hasta ediyor.

Eğer başkalarının üzüntüsünü duymak ve altı ay boyunca bu kervana yoksulluk içinde kılavuzluk etmek zorunda kalmasaydım daha az etkilenmiş olacaktım. Çünkü kararlılık ve dayanma gibi koruyucuları içimde barındırıyordum. Korkutucu kaygı beni hiç kıskacına almadı; bu hastalıkta en ürkütücü olan şey budur. Tek başıma olsaydım, kaçardım ve çok uzaklara giderdim. Bu ölüm bana ölümlerin en beteri gibi görünmüyor; genellikle kısa sürüyor, bilinç kapanıyor acısız törensiz, matemsiz ve cemaatsiz bir ölüm oluyor. Çevremdeki kişilerin yüzde biri kurtulamadı:

“Çobanların ıssız arazileri ve engin bir yalnızlığın kapladığı çayırlar görebilirsiniz.” (Virgilius, Georg., III, 476)

Benim sahip olduğum yerde en önemli gelirim köylülerin çalışmasından gelir; eskiden burada yüz kişi çalışırdı, şimdi bomboş!

Ve tüm bu insanların sadeliğinde nasıl bir kararlılık örneği gördük? Hemen hemen hepsi hayatlarından bezmişler: Ülkenin başlıca zenginliği üzümler bağlarda kalmış ve insanların tümü kayıtsızlık içinde, pek az değişmiş bir yüz ve sesle bu kaderin evrensel ve kaçınılmaz olduğunu kabullenmişçesine akşam ya da ertesi gün ölmeye hazırlanıyordu. Ölüm her zaman kaçınılmazdır; Ama kaç kişi onun önünde bu kadar kararlılık gösterir! Uzaklık, birkaç saat farkı, arkadaşların saygınlığı ölümü değerlendirmemizi farklı kılar. Buradaki kişilere bakın; onların hepsi aynı ayda ölüyor, çocuk, genç, yaşlı sarsılmıyorlar, ağlamıyorlar artık. Bu insanlar arasında korkunç bir yalnızlık içinde olmaktan ve geride kalmaktan korkanlarını gördüm; tek kaygıları sanki ölüleri gömme gibi görünüyordu. Cesetlerin tarlalara atılmasına ve çok geçmeden oralara doluşan hayvanların merhametine bırakılmasına dayanamıyorlardı. İnsanların düşünceleri ne kadar farklı oluyor! İskender’in boyunduruğu altına aldığı Neoriteler, ölülerin bedenlerini, vahşi hayvanlar tarafından yenilsin diye ormanların derinliklerine atar. Onlarda tek mutluluk toprağa gömülmedir. Birisi sağlıklıyken önceden mezarını kazıyor, bir diğeri henüz canlıyken mezara yatıyordu. Ağır işlerimi gören adamlarımdan biri, ölürken toprağı kendinin üzerine ayakları ve elleriyle çekti. Rahat bir uyku uyumak için bir barınak mı arıyordu acaba? Cannes savaşından sonra başları elleriyle kazmış oldukları, sonra da oralarda boğulmak için doldurulan çukurlara gömülmüş olarak bulunan Romalı askerlerin yaptığına benzeyen yüce davranıştı bu. Kısacası, bütün bir ulus bir anda önceden düşünülmüş bir kararla toplu bir davranış sergiledi.

Bilimin bize cesaretlendirmek için öğrettiklerinin çoğu, güçlülükten çok güzel görünüm, sonuç çok süs sunar. Doğayı terk ettik; bizi pek mutlu ve pek güvenli bir şekilde yöneten doğaya ne yapacağını söylemek istiyoruz. Bununla birlikte, doğanın öğrettiklerini, cehalet yüzünden imajının bıraktığı azıcık şey, bu yontulmamış köylü kalabalığının hayatında iz bırakır. Bilim, çömezlerine sağlamlık, saflık ve dinginlik örneği sunmak için ondan bir şeyler almak zorundadır zaten. Bu güzel bilimle dolu insanların fazla zekâ gerektirmeyen bu basitliği taklit etmek ve erdemin en temel eylemlerinde ona öykünmek zorunda kaldığını görmek hoş oluyor ve bilgeliğimizin yaşamımızdaki en önemli anlarda bizzat hayvanların en yararlı öğretilerine dayandığını görmek tuhaftır: Nasıl yaşamalı ve ölmeli, mülklerimizi nasıl yönetmeli, çocuklarımızı nasıl sevip yetiştirmeli, adaleti nasıl muhafaza etmeli. İşte insanın eksikliklerine kesin tanıklık! Ve her zaman yenilik ve çeşitlilik bularak keyfimize göre katlanan bu neden; bundan dolayı bizde doğanın hiçbir göze görünür izini bırakmıyor. İnsanlar doğayı parfümcülerin yağı kullandıkları gibi kullanıyorlar, dışarıdan gelen tüm kanıtlarla ve söylemlerle onu o kadar karmaşık bir hale getirdiler ki, çeşitlendi ve herkese göre özelleşti; kendi kalıcı ve evrensel yüzünü kaybetti. Bunun için, hayvanların gerçek tanıklığını, bozulmamış ve çeşitlilikle etkilenmemiş tanıklığını aramamız gerekiyor. Çünkü her zaman doğanın yolunda gitmiyorlar, ama gidiş sırasında bıraktıkları iz hep fark edilir; tıpkı uçan bir alıcı kuşun ayağındaki iple alıkonulduğu gibi. “Hiçbir felaket sizi toy yakalamasın diye sürgünü, ıstırapları, savaşı, hastalıkları, deniz kazalarını derinden düşünün.” (Seneca, Ep., XCI).

İnsanın başına gelecek dertleri daha gelmeden merak etmek ve belki bizi etkilemeyecek üzüntülere kendimizi hazırlamak neye yarıyor? “Acı çekenler için, acı olasılığı acının kendisi kadar etkilidir.” (Seneca, Ep., LXXIV). Bize vuran sadece darbe değil, rüzgâr ve gürültüdür. En ateşli kişiler gibi yapmak gerekir mi? Kader sizi bir gün sıtmaya maruz bırakabilecek diye sabahın erken saatinde kendini kamçılatmaya gitmektense, ateşinin olması daha iyidir. Noel’de ihtiyacınız olabilir diye Aziz Jean’dan beri kürklü elbisenizi giymeniz mi gerekiyor? “Başınıza gelebilen tüm kötülüklere, özellikle de en aşırılarına kendinizi atın; onları duyumsayın, onlara karşı güçlenin!” İşte bazı kişilerin söylediği bu. Ama aksine, en kolayı ve en doğalı onları akıldan bile geçirmemek olurdu. Dertler hemen gelmez, bizde öyle uzunca süre kalmaz; aklımızın onları yayması ve uzatması, önceden kendisiyle bütünleştirmesi, sanki duyularımız yeterince eziyet etmiyorlarmış gibi içine yerleştirmesi gerekiyor. “Kötülükler geldiler mi ağırlıklarını hissettirirler!” der en yumuşak değil, en katı ekolün ileri gelenlerinden biri. “Bu arada zevkine bak; en fazla sevdiğine inan.”, “Kötü kaderin önünde gitmek ve onu kabul etmek, gelecek korkusuyla şimdiki zamanı yitirmek ve zamanla mutsuz olacağım diye şimdiden mutsuz olmak neye yarar?” İşte onun sözleri. Bilim, kötülükleri bütün boyutlarıyla öğreterek bize kuşkusuz büyük bir hizmet veriyor;

“Ölümlülerin yüreklerini kaygılarla keskinleştirerek.” (Virgilius, Georg., I, 123)

Kötülüklerin büyüklüğünden bir bölümü duyularımızdan ve bildiklerimizden kaçıp kurtulmuş olsaydı yazık olurdu.

Çoğu insan için ölüme hazırlanmak ölümün kendisine katlanmaktan daha fazla ıstıraba neden oluyor hiç kuşkusuz. Bir zamanlar gerçekten iyi düşünen bir yazar, “Duyularımız bedensel acıdan, hayalimizdeki acıdan etkilendiğinden daha az etkilenir.” (Quintilianus, Inst., Orat., I, XII) demişti.

Var olan ölüm duygusu bazen bizi hiç kaçınılır olmayan bir şeyden artık kaçmama kararı almaya yöneltir. Eskiden gladyatörlerin isteksizce savaştıktan sonra boğazlarını hasımlarının kılıcına sunarak ve onları vurmaya davet ederek ölümü cesaretle kabul ettikleri çok sık görülmüştür. Ölümle daha uzaktan yüzleşmek sürekli bir kararlılık ister; dolayısıyla da göze alınması güçtür. Gerektiği gibi ölmeyi bilmiyorsanız, aldırmayın buna; doğa bunu anında size yeterli ve eksiksiz biçimde öğretecektir: Zahmete girmeyin, o bu ödevi sizin için yapacaktır.

“Ölümlüler, boşuna öleceğimiz saati ve ölümün hangi yoldan geleceğini öğrenmeye çalışıyorsunuz.” (Propertius, II, XXVII, 1)

“Ani ve beklenen bir felakete dayanmak, uzun süre korku işkencesi çekmekten daha az zahmetlidir.” (Maximianus ya da Pseudo-Gallus, I, 277)

Ölüm kaygısıyla hayatı, hayat kaygısıyla yaşamı bulandırıyoruz. Biri bizi endişelendiriyor; diğeriyse korkutuyor. Ölüme karşı hazırlanmıyoruz; Çünkü ölüm çok anlık bir şeydir: Zararsız çeyrek saatlik bir acı çekiş, özel ilkeler istemez. Aslında, kendimizi ölüm hazırlıklarına hazırlıyoruz. Felsefe, ölümü her zaman gözümüzün önünde tutmamızı, onu önceden görmemizi ve vaktinden önce onunla yüzleşmemizi buyurur ve bu öngörüşün ve bu düşüncenin bizi yaralamamasını önleyecek kuralları ve alınması gereken önlemleri bize verir. İlaçlarını ve sanatlarını kullanacak bir yerleri olsun diye bizi hastalıklara salan hekimler böyle yapıyorlar. Eğer yaşamayı bilmediysek, bize ölmeyi öğretmek ve sona herkesin olduğundan başka bir görünüm vermek bir haksızlıktır. Eğer sebat ve dinginlikle yaşamayı bildiysek, aynı şekilde iyi ölmeyi de bileceğiz. Filozoflar istedikleri kadar bununla öğünsünler! “Tota philosoforum vita commentatio motris est.” [“Filozofların tüm yaşamı ölümü öğrenmekle geçer.” (Cicero, Tusc., I, XXX)].

Ama bana göre, ölüm hayatın amacı değil sonudur. Onun ereği değil, bitişidir. Yaşamın kendisinin özgün hedefi, amacı olmalıdır; o, kendini düzenlemeyi, kendini yönetmeyi, kendine katlanmayı bilmek zorundadır. Ölmeyi bilmek, yaşamı yönetmeyi bilmenin kapsadığı çok sayıda görevin bir maddesidir sadece. Ve korkumuzla ağırlaştırmasaydık en hafif ödevlerden biri olurdu.

Eğer bunlar yararlılıklarıyla ve doğal gerçeklikleriyle yargılanırsa, sadelik dersleri bilimin bize aksi yönde salık verdiği derslerden geri kalmaz. İnsanlar duyumsadıkları şeyler içinde ve güçleri içinde başka başkadır; onları bizzat hesaba katarak ve farklı yollardan iyiliklere götürmek gerekiyor. “Fırtına beni hangi kıyıya atarsa, oraya yanaşırım.” (Horatius, Manzum Mektuplar, I, I, 15). Komşularımdan bir köylünün sabır ve sağlamlıkla geçireceği son saatini derin derin düşündüğünü hiç görmedim; doğa ona ancak ölüm halinde ölümü hayal etmeyi öğretiyor. Ve o, uzun süredir ölümü düşünerek bunalan Aristoteles’ten daha rahat ölür. Bundan dolayı, en az düşünülen ölüm, en mutlu ve en hafif ölümdür der Sezar. “Zamanından önce acı çeken, gereğinden çok acı çeker.” (Seneca, Ep., XCVIII). Ölüm düşüncesinden hissettiğimiz acı, ona verdiğimiz önemden doğuyor. Bu şekilde, doğal hükümlerin önüne geçip, keyfimizce yürütmeyi isteyerek her zaman hataya neden oluyoruz. Sağlıklı oldukları halde bunun yüzünden daha kötü yemek yiyen ve ölüm düşüncesiyle suratlarını ekşiten tıp bilginleri için geçerlidir bu. Ölüm gelip çattığında, sıradan insanların ilaca ve teselliye ihtiyaçları yoktur, ancak hissettikleri kadar düşünürler. Az önce dile getirdiğim, bilgisizliğin ve ilgisizliğin bu sıradan insanlara şimdiki acılara dayanma gücü ve gelecek felaketlere karşı derin bir umursamazlık verdiği değil miydi? Bu kişilerin ruhu daha kaba ve daha nasır bağlamış olduğu için, daha az nüfuz edilebilir ve çalkantıya daha az maruzdur. Allah aşkına, eğer bu, kesinlikle böyleyse bundan böyle aptallık ekolünü tutalım; çünkü o, bilimlerce vaat edilmiş en üstün meyveye çömezlerini bu kadar sakin bir biçimde götürüyor!

Oysa doğanın sadeliğini bize yorumlayacak iyi hocalardan yoksun değiliz. Sokrates, bunlardan biridir. Çünkü hatırladığım kadarıyla hayatı hakkında karar verecek olan yargıçlara aşağı yukarı şu anlamda şeyler söyler: “Korkarım ki, baylar, beni öldürtmemenizi istersem, beni başkalarından daha zeki olmakla, bizim üstümüzde ve altımızda olan gizli şeyleri bilmekle övündüğüm için suçlayanların muhbirliğine boğazıma kadar batmış olacağım. Benim bildiğim, ölümle ne bir ilişkim olduğu, ne de onunla tanıştığım ve ne de niteliklerini sınamış, bana bunları öğretecek bir kimseyi gördüğümdür. Ölümden korkanlar, onu önceden tanıdıklarını varsayarlar; bana gelince ne onun ne olduğunu, ne de öteki dünyada neyin var olduğunu biliyorum. Ölüm belki de kayıtsız bir şeydir, arzulanan bir şey de olabilir. Yine de bir yerden başka bir yere göçmekte, ölmüş nice büyük insanla yaşamaya gitmekte ve adaletsiz ve çürümüş yargılar tarafından yargılanmaktan muaf olmakta bir ferahlık var mıdır diye düşünübelir. Eğer varlığımızın yok olmasından söz ediliyorsa, uzun ve barışçıl bir geceye girmek de bir tür ilerlemedir. Gerçekten de yaşamda sakin ve derin bir dinlenmeden, düşsüz bir uykudan daha tatlı hiçbir şeyi hissetmeyiz. Bildiklerim, en yakınına saldırmak ve amirine itaatsizlik etmek gibi kötü şeylerdir; ister Tanrı, ister insan olsun, bunlardan özenle kaçınırım. İyi ya da kötü olup olmadığını bilmediğim şeylerden korkmam. Eğer öleceksem ve siz hayatta kalacaksanız, bunun sizin mi, benim mi iyiliğime olacağını sadece tanrılar görecekler. Şu halde benimle ilgili kararı keyfinize göre verin. Ama doğru ve yararlı şeyleri tavsiye etme tarzıma uyarak, nedenimi benim kadar derinliğine bilmeseniz de, vicdanınızın rahatlığı için beni serbest bırakmakla iyi edeceğinizi söylüyorum. Beni geçmiş kamusal ve özel eylemlerime göre, aynı zamanda da eğilimlerime bakarak ve her gün genç yaşlı bunca yurttaşımızın görüşmelerimden sağladıkları yarara, hepinize yaptığım iyiliğe göre yargılarsınız, çok daha azına layık olan başkaları için sıkça yaptığınız gibi beni Prytane’ye yerleştirirsiniz ve kamu giderleriyle beslenmemi ve her türlü ihtiyacımı karşılarsanız bana karşı borcunuzu gerektiği gibi ödemiş olursunuz. Töreye uyarak size kendimi acındırmaya ve merhametinizi üzerime çekmeye kalkışmamamı, kafa tutma ya da küçümseme olarak almayın. Homeros’un dediği gibi, ipsiz sapsız değilim, hatta başka şeylerden çıkıp gelecek dostlarım ve akrabalarım, size kendilerini acındırmayı bilecek üç çocuğum var. Ama benim yaşımda ve suçlanmama neden olan böyle bir bilgelik ünüyle, aşağılık davranışlarda bulunsaydım kentimi utandırmış olurdum. Ve diğer Atinalılar ne derlerdi? Onursuz bir eylemle hayatlarını satın alanları her zaman paylamışımdır. Ve ülkemin benim de katılmış olduğum Amphipolis’de, Potide’de, Delie’de ve öteki yerlerde yürüttüğü savaşlarda, utançla güvenliğimi koruma fikrinden ne kadar uzak olduğumu eylemlerimle gösterdim. Sizi çirkin şeyler yapmaya davet ederek görevinizden alıkoyacaktım zaten; Çünkü sizi ikna etmesi gereken yakarışlarım değil, adaletin basit ve sağlam nedenleridir. Tanrılara yasalara saygılı olacağınıza dair yemin ettiniz. Bu şekilde davranarak, sizin onların varlığına hiç inanmadığınızdan kuşku duyduğuma inandırabilirdim. Ve tanrıların davranışlarına meydan okumakla, işimi tamamen onların ellerine bırakmamaksa, kendime karşı tanıklık etmiş olurdum. Tanrılara tam güvenim var ve eminim ki onlar size olduğu gibi bana da gerektiği gibi davranacaklardır. Dürüst insanların, canlı ya da ölmüş, tanrılardan korkacakları hiçbir şeyi yoktur.”

Eşsiz, sağlam ama aynı zamanda içten ve inanılmayacak kadar yüce ve zor durumda yapılmış bir savunma değil mi? Bunu büyük hatip Lysias’ın eşsiz bir hukuki üslupla yazdığı, ama çok soylu bu suçluya layık olmayan savunmaya tercih etmekte gerçekten çok haklıydı. Sokrates’in ağzından yakaran bir ses hiç çıkar mıydı? Bu yüksek erdem, tam kendini göstermesi gerektiğinde boyun eğmiş mi olacaktı? Onun zengin ve güçlü doğası, savunması için hitabet sanatına teslim olabilir mi? Sınavın en üst noktasında gerçekten ve doğruluktan vazgeçer miydi? O, doğruluktan ayrılmamış bir hayat sürmekte, çöküşünü bir yıl uzatmak uğruna sağlam insan imajını bozmamakla ve bu şanlı sonun ölümsüz hatırasına ihanet etmemekte çok bilgece hareket etmiştir. Bunu karanlık ve boş bir biçimde sona erdirseydi herkes için yazık olmaz mıydı? Kuşkusuz ölümünü hiç umursamaması gelecek kuşakların gözünde değerini çok daha fazla arttıracaktı; öyle de oldu. Ve kaderin onun anısını onurlandırmasıyla hak yerini buldu. Atinalılar onun ölümüne neden olanlardan öylesine iğrendiler ki onlardan dışlanmış kişilerden kaçar gibi kaçıyorlardı; dokundukları şeyleri kirlenmiş sayıyorlardı kimse onlarla hamamda yıkanmıyordu, kimse onları selamlamıyordu, kimse onlara yanaşmıyordu; o kadar ki, bu halkın kinine daha fazla dayanamadılar ve sonunda kendilerini astılar.

Sokrates’in bu kadar çok sözü arasından kendi işime yarasın diye bu örneği yanlış seçtiğimi söyleyen çıkarsa, bilsin ki ben bunu bilerek yaptım; Çünkü ben farklı yargılıyorum ve bu söylemin seçkinlik ve doğallık bakımından genel düşüncenin gerisinde ve altında kaldığına inanıyorum. İçten mertlikle ve çocuksu sadelikle, doğanın saf ilk biçimini ve cahilliğini temsil ediyor bu. Çünkü doğal olarak acıdan korktuğumuza ama bizzat bu nedenle ölümden korkmadığımıza inanılabilir; ölüm varlığımızı bir parçasıdır ve yaşamdan daha az önemli değildir. Hangi amaçla, doğa bizde ona karşı kin ve korku yaratmış olabilir? Çünkü eserlerinin mirasını ve değişimlerini beslemekte çok büyük yarar vardır ve bu evrensel cumhuriyette kaybolmadan ya da yıkımdan çok doğmaya ve çoğalmaya yarar.

“İşte böyle yenilenir evren.” (Lucretius, II, 74)

“Bir ölümden bin yaşam doğar.” (Ovidius, Olgular dizini, I, 380)

Bir hayatın yok oluşu, binlerce hayata geçişi belirtir. Doğa hayvanlara kendilerini korumayı ve hayatta kalmayı bağışladı. Onlar durumlarının bozulmasından, kendilerini incitip yaralamaktan, bizim onları bağlamamızdan ve dövmemizden, duyularını etkileyen her şeyden korkanlar ve deneyime sahip olurlar. Ama onları öldürmemizden korkmazlar, onlarda ölümü hayal etme ve ölümle yüzleşme yeteneği yoktur. Onların ölüme neşeyle katlandıkları söylenebilir: Atların çoğu ölürken kişner; kuğularsa öterler. Ama ihtiyaç duyduklarında da ölümü ararlar; birçok fil örneğinde olduğu gibi.

Bunun ötesinde, Sokrates burada kullandığı kanıtlama biçimi, hem sadeliği, hem ateşliliğiyle hayranlık verici değil mi? Kuşkusuz, Sokrates gibi konuşup yaşamaktansa, Aristoteles gibi konuşup, Sezar gibi yaşamak çok daha kolaydır. Kusursuzluğun ve zorluğun yerini bulduğu en üst derece orasıdır ve sanat oraya ulaşamaz. Niteliklerimiz böyle biçimlendirilmedi. Onları ne sınıyoruz, ne de tanıyoruz: Başkalarının niteliklerini alıyoruz, kendimizinkileri kullanmadan bırakıyoruz.

Bu şekilde, herhangi birisi benim bu kitapta sadece yabancı çiçeklerden bir buket yaptığımı, kendimden ancak bunları bağlamak için bir ip kattığımı söyleyebilirdi. Kuşkusuz, bu ödünç alınmış süslemelerin bana eşlik ettiğini herkesin önünde kabul ettim; Ama onların beni örtmelerini ve içinde gizlemelerini istemem: Sadece kendimi ve doğal biçimde benim olanları göstermek isteyen bana ters düşer bu. Eğer bu konuya inanmış olsaydım kesinlikle kendi başıma konuşurdum. İlk fikrimin ve başlangıçtaki amacımın ötesinde kendimi şimdiki modaya uydurmak için ve tembellikle her gün daha güçlü alıntılar yüklendim. Eğer bu, bana göründüğü gibi, benimle uyum içinde değilse yazık; belki de bir başkasına yararlı olur.

Görmeden ve okumadan Platon ve Homeros’tan alıntılar yapanlar var; ben de onların, özgün anlatımlarından başka şekilde yararlandım. Zahmetsiz ve yetenek gerektirmeden yazılarımı yazdığım bu yerde, etrafımda binlerce kitap olduğundan, karıştırıp bakmaya gerek kalmadan düzinelerle alıntı yaparım. Bir Alman’ın manzum kitabından ne alıntılar bulur çıkardım ve bunlarla övünürüz ve cahilleri kandırırız.

Birçok insanın kendi çalışması için yaptığı bu beylik düzenlemeler, ancak sıradan konularda işe yarar. Sokrates’in Euthydeme’i alaycı bir dille eleştirdiği gibi bilimin gülünç meyvesi davranışlarımıza yön vermemize değil bigilerimizi sergilemeye yarar. Asla anlaşılmamış ve incelenmemiş şeyler üzerine yazılmış kitaplar gördüm. Yazar, bunları araştırmayı, eserini oluşturmaya yarayacak malzemeleri bulmayı bilgin dostlarına havale eder; kendi payına da eseri tasarlamak ve ustalıkla bir araya getirmek düşer. Ama hiç olmazsa mürekkeple kâğıt ona aittir. Bu, bir kitabı yapmak değil satın almak ya da ödünç almaktır. İnsanlara bir kitabı yaratmanın bilindiğini değil, bilinmediğini göstermektir bu; onların o zamana kadar kuşku duydukları bir şeydir bu. Bir başkan, benim de içinde yer aldığım bir kurulda kararlarından birinde başka yazarlardan iki yüzden fazla alıntı yapmakla övünüyordu. Bunu yüksek sesle ilan etmekle kendi önünü siliyordu. Bana göre, böyle bir konuda böyle bir kişinin övünmesi saçmalık ve gülünçlüktür. Bana gelince tersini yapıyorum; bunca alıntı arasında, bazılarını rahatlıkla değiştiririm; yeni duruma göre şeklini ve kalıbını bozarım. Doğal kullanımlarını anlayamadığım için kendi ellerimle başka bir özellik katmayı göze aldığım olur. Bunlar aşırmalarıyla övünüyorlar ve önemsenmek istiyorlar. Demek ki, yasaların gözünde benden daha itibarlılar. Doğanın yandaşı olan benim gibi kişiler için buluş onuruyla, alıntı onuru arasında karşılaştırılamayacak kadar büyük fark vardır.

Bilgisiyle bir kitap yaratmayı isteseydim, bunu daha erken yapardım. Aklımın ve hafızamın daha güçlü olduğu, öğrendiklerimin daha taze olduğu çağda yazardım. Yazarlığı seçmek isteseydim, şimdiki gücüme değil, o zamanki gücüme güvenirdim. Ve talihin bu eser aracılığıyla bana sunabileceği böyle bir lütuf daha elverişli bir mevsime rastlasaydı neler olmazdı. Tanıdığım iki büyük insan, yazılarını altmışında yayınlamak için kırkında yayımlamayı reddederek yarı yarıya kaybettiler. Olgunluğun da hamlık gibi kusurları var, hatta daha beterdir ve yaşlılık yazarlık için tüm öteki çalışmalardan çok daha az elverişlidir. Tükenmişliğini baskı altına alarak saklayan ve böylece gözden düşmüşlük, hayalcilik ve mızmızlık kokmayan fikirler çıkartmayı umut eden kişi tam bir çılgındır. İhtiyarladıkça aklımız tıkanıklaşır ve kalınlaşır. Ben bilgisizliği tumturaklı ve geniş bir biçimde sergiliyor, bilimi cılız ve acıklı bir biçimde anlatıyorum; bilim, ayrıntısal ve rastlantısal, öteki özde ve başlıcadır. Hiçten başka bir şey olmayan hiçi ve bilim olmayan bilimi inceliyorum. Tasvir etmek için yaşamını tam önümde olduğu anı seçtim; geriye kalanı ölümü kapsıyor. Ve hatta ölümüm söz konusu olduğunda, başkalarının yaptığı gibi onunla gevezelik edip, bu dünyadan göçtüğümü herkese seve seve anlatırdım.

Sokrates, bütün üstün yetenekleriyle kusursuz bir örnek oldu. Bir güzellik delisi ve hayranı olan bu bilgenin ruhunun güzelliğiyle hiç bağdaşmayan çok çirkin yüzü ve vücudu olmasına çok üzüldüm. Doğa ona büyük bir haksızlık yaptı. Bedenle aklın uygunluğu ve uyumundan daha önemli bir şey yok. “Büründükleri bedenin niteliği ruhlar için çok önemlidir; Çünkü bedenden gelen birçok nitelik aklı keskinleştirmeye ve başka birçok nitelikte körletmeye katkıda bulunur.” (Cicero, Tusculanes, I XXXIII). Burada sözü edilen doğa karşıtı çirkinlik ve uzuvların şekil bozukluğudur. Ama bize ilk bakışta ters gelene, özellikle yüzde olan ve çok hafif nedenlerle çoğu kez bizi tedirgin eden ten rengine, bir lekeye, kaba bir duruşa, düzgün ve şekilsiz organlardaki açıklanamaz herhangi bir nedene çirkinlik diyoruz. La Boetie’deki çok güzel ruhu örten çirkinlik böyle bir çirkinlikti. Yine de çok etkileyici olan bu çirkinlik, ruhsal ruhuma fazla zarar vermez ve insanlar üzerinde fazla belirleyici olmaz. Daha özgün adıyla ‘şekil bozukluğu’ denilen öteki çirkinlik türü daha derindir ve etkileri insanın derinliklerine kadar işler. İçindeki ayağın şeklini ortaya koyan, derisi iyice cilalı olan ayakkabı değil, biçimi iyi olan ayakkabıdır.

Sokrates, bedensel çirkinliğinin, eğer eğitimle düzeltmemiş olsaydı ruhunda da ortaya çıkabileceğini söylüyordu. Ama bunu söylerken hep yaptığı gibi alay ediyordu sanırım; böyle eşsiz bir ruh asla kendi kendine oluşmaz.

Güçlü ve üstünlük sağlayan bir nitelik olan güzelliğe ne kadar değer verdiğimi ne kadar sık söylesem azdır. Sokrates, güzelliğe “küçük zorbalık”, Platon ise “doğa ayrıcalığı” adını veriyordu. Onun kadar itibarlı başka bir nitelik yoktur. Güzellik, kişilerin arasındaki ilişkilerde en başta gelir; bize kendini gösterir, aklımızı başımızdan alıp, üzerimizde yaptığı olağanüstü etkiyle gözümüzü kamaştırır. Phryne, giysisini açıp güzelliğinin ışıltısıyla yargıçların gözlerini kamaştırmasaydı mükemmel bir avukatın baktığı davasını kaybederdi. Cyrus, İskender ve Sezar’da amaçlarına ulaşmada güzelliği ihmal etmediler. Ve birinci Scipion da ihmal etmedi! Yunancada, güzel ve iyi aynı sözcükle ifade edilir. Kutsal Ruh da, “iyiler” demek isterken sıkça “güzeller” der. Ben, Platon’un çok tanınmış olduğunu söylediği eski bir ozanın eserinden alınan şarkının ‘iyiler’ dizisini olduğu gibi korurdum: Sağlık, güzellik, zenginlik. Aristoteles, yönetme hakkının güzellere ait olduğunu ve bir insanın güzelliği, tanrıların güzelliğine yaklaştığı zaman, benzer bir saygıyı hak ettiğini söyler. Birisi ona güzellerle neden daha sık ve daha uzun süreli düşüp kalktığını sorduğu zaman şöyle yanıt verdi: “Böyle bir soruyu ancak bir kör sorar.” Filozofların çoğunluğu ve aralarında en büyükleri, güzelliklerinin aracılığıyla ve güzelliklerine atfedilen saygıyla öğrenimlerini ödeyip, bilgeliği elde ettiler.

Sadece hizmetimde olan kişilerde değil, bizzat hayvanlarda da güzelliğin iyiliğe iki parmak mesafede olduğunu kabul ederim. Bana öyle geliyor ki, yüzün biçimi ve çizgileri, içimizin ve gelecekteki yazgımızın okunduğu şu ayırt edici çizgiler, doğrudan doğruya bizim güzelliğimizle ya da çirkinliğimizle alakalı değildir; aynı şekilde, her hoş koku ve havanın ferahlığı sağlık umudu vermediği gibi vebanın kırıp geçirdiği bir çağda havanın her ağırlığı ve kokuşmuşluğu da bulaşıcı hastalık değildir. Kadınları davranışlarıyla güzelliklerini yalancı çıkarmakla suçlayanlar her zaman halklı değildir. Çünkü çok iyi resmedilmemiş bir yüzde, yine de güven esinleten bir dürüstlük havası ya da tersi de hâkim olabilir; bazen güzel gözlerde kötü ve tehlikeli bir mizaca bağlı tehditler okudum. Elverişli yüz ifadeleri vardır ve muzaffer bir düşman kalabalığında, tanımadığımız insanlar arasında kendinizi teslim etmek için güvenilir birini seçersiniz; burada dikkate alınan sadece güzellik değildir.

Birinin yüzünün ifadesi oldukça zayıf bir güvencedir; bununla beraber hesaba katılmaya değerdir. Ve ben, kötüleri kamçılatacak olsaydım, doğanın alınlarına yazdığı vaatleri yalancı çıkaran, onlara ihanet eden kötüleri çok acımasızca cezalandırırdım; kötülüğü bir iyi kalplilik görüntüsü altında gizleyen kişilere daha sert olurdum. Bazı yüzler daha mutlu, bazıları daha mutsuzmuş gibi gelir; budalalardan iyimserleri, kabalardan ciddileri, kötülerden mahzunları, kötümserlerden karamsarları ve öteki benzer nitelikleri yüzlerde ayırt etmenin bir sanat olduğuna inanıyorum. Sadece kibirli değil, hoyrat güzeller vardır, yumuşak olanları ve yavan olanları vardır. Güzelliklere gelecekte ne olacağını kestirmekse benim alanım değil.

Başka bir yerde pek basitçe ve kabaca söylediğim gibi, bize doğayı izleyerek hata yapabileceğimizi söyleyen şu eski kuralı kabul ettim. Ben, Sokrates gibi akıl gücüyle doğal huylarımı düzeltmedim ve hiçbir şekilde yapay olarak eğilimlerimi değiştirmedim. Dünyaya nasıl geldiysem öyle gidiyorum. Hiçbir şeyle mücadele etmiyorum. İki egemen yarım – bedenim ve ruhum – kendiliklerinden barış ve iyi uyum içinde yaşıyor; sütannemin sütü, Tanrı’ya şükürler olsun, olağan biçimde sağlıklı ve dengeliydi.

Sırası gelmişken, şunu da söyleyeyim mi? Skolastik kurallara körü körüne bağlı, umut ve korkuya boyun eğen ve bizde adeta tek geçerli olan belirli bir erdem görüntüsüne hak ettiğinden fazla değer verildiği kanısındayım. Onu yasaların biçimlendirdiği haliyle değil, yetkinleştirdikleri ve arındırdıkları zaman severim; erdemin yardımsız ayakta durabilme gücü olmasını, doğa kurallarına aykırı olmayan her kişiye damgasını vuran evrensel aklın ekimiyle kendi köklerinden doğuşunu seviyorum. Sokrates’in günahkâr eğilimlerini düzelten bu akıl, onu kentini yöneten insanlara ve tanrılara itaatkâr kılar, ruhu ölümsüz değil, ölümlü olduğu için onu ölüm karşısında yürekli kılar. Tanrısal adaleti memnun etmek için dinsel inancın tek başına, toplumsal ahlaka gerek kalmadan yeterli olduğuna halkın ikna eden kural, becerikli ve zekice olmaktan çok zararlı ve tüm toplum için kötü bir kuraldır. Yaşananlar, dindarlıkla vicdan arasında muazzam bir fark olduğunu bize gösteriyor.

Hem biçim olarak, hem onun yorumlanışı olarak elverişli bir dış görünüm var.

“Neden var dedim? Vardı demeliydim, Chremes!” (Terentius, Heaut., I, I, 42)

“Heyhat! Bende artık sadece etleri dökülmüş bir iskelet görüyorsunuz.” (Pseudo-Gallus ya da Maximianus, I, 238)

ve bu görünüm, Sokrates’in görünümünün tam tersidir. Heybetli duruşum ve tavrımla beni hiç tanımayan kişilerin bana kendi işlerinde yakınlarım gibi büyük bir güven duydukları çok olmuştur. Yabancı ülkelerde bu hususta kendi hesabıma eşsiz ve az bulunur itibar sağladım.

İşte bunlardan belki de ayrıntılarıyla anlatma değer iki örnek.

Adamın biri evimi ve beni basmaya karar vermiş. Kapıma yalnız başına gelişi ve içeri girmesine izin verilmesi için ısrar edişi bir hayli ustacaydı. Onu ismen tanıyordum, komşum ve evlilik yoluyla uzaktan akrabam olduğu için kendisine güvenmek için nedenim vardı. Herkese yaptığım gibi ona da kapıyı açtırdım. Çok korkmuştu, atı soluk soluğa kalmış ve çok bitkindi. Bana şu masalı sattı: Buradan yarım fersah ötede, benim de tanıdığım (hatta onların arasındaki kavgayı işitmiştim) düşmanlarından biriyle karşılaşmıştı; bu düşman onu pek yakından takip etmiş, sayıca az olduklarından kendisi de sığınmak üzere telaşla kapıma dayanmıştı. Bana ölmüş ya da esir düştüğünü sandığı adamları için çok kaygılı olduğunu da söyledi. Pek doğal olarak onu rahatlatmaya, ona güvence verip, dinlenmesini sağlamaya çalıştım. Ama az sonra aynı yüz ifadesi ve aynı korkuyla dört ya da beş asker, ardından iyi donanmış ve silahlanmış başkaları ve daha başkaları, sayıları yirmi beş, otuza varıncaya kadar arkalarından düşman kovalıyormuş gibi kapımda belirdi. Bu gizemli gariplik beni kuşkulandırmaya başladı. Hangi devirde yaşadığımızdan ve evimin ne kadar çekici olduğundan habersiz değildim; aynı zamanda da, aynı şeyin tanıdığım kişilerin de başına geldiğini biliyordum. Öyle ki, başladığım gibi devam etmezsem, onlardan kurtulamayacağımı düşünerek, her zaman yaptığım gibi en doğal ve en basit yolu tuttum; onların içeri alınmasını buyurdum. Aslında, yapı olarak kuşkucu biri değilim. Bağışlamadan ve olayları olumlu yorumlamaktan yanayım. Kişileri genelde oldukları gibi alıp, beni sıkan belirli bir kanıt yoksa korkunç devlere ve mucizelerle inanmadığım gibi, onların sapkın ve doğa karşıtı eğilimlerine inanmam. Bunun ötesinde, kendini gönüllü olarak talihe teslim eden bir adam olup, gözümü karartarak kendimi onun kollarına bırakırım. Şimdiye kadar, yakınmam gereken nedenlerden çok övünmem gereken nedenlerim oldu ve kaderi işlerime kendimden daha düşünceli ve daha dost buldum. Yaşamımda yürütülmesi zor ya da isterseniz bilgece olduğunu söyleyebileceğim birkaç durum oldu. Tahmin edersiniz ki bunlardan üçte biri bana, en azından üçte ikisi talihe bağlıydı. Tanrı’ya güvenmemekle kendimizi aldatıyoruz ve davranışımızdan fazla şey bekliyoruz sanırım. Bu yüzden niyetimiz başarısız oluyor! Tanrı, hakkı teslim edilmezse, insan ihtiyatlılığına tanıdığımız hakları kıskanır ve biz onları genişlettikçe o daraltır. Liderleri benimle birlikte büyük salondayken, adamları avlumda at üstünde beklediler; önder, adamlarından haber alır almaz çekip gideceğini öne sürerek atını ahıra çektirmeyi bile istememişti. Girişiminde hâkimiyetin kendisinde olduğunu görüyordu; geriye yalnızca uygulamaya geçmek kalıyordu. Sonradan sıkça yüzümün ve kaygısız havamın ihanetini ve yumruklarını engellediğini – bu olayı anlatmaktan çekinmiyordu – bana sıkça söyledi. Atına binerken, adamları ne işaret vereceğini görmek için gözlerini ondan ayırmıyorlardı. Elini geçirdiği fırsatı kullanmadan çıkıp gittiğini görünce şaşırmışlardı.

Bir başka seferinde, ordularımızda ilan edilen bilmem kaçıncı ateşkese güvenip, son derece tehlikeli bir memleketten geçmeye mecbur olduğum bir yolculuk için yola çıktım. Varlığımın keşfedilmesi çok zaman almadı; üç ya da dört atlı kümesi beni ele geçirmek üzere çeşitli yönlerden ileriye atıldı. Bunlardan biri üçüncü günde bana ulaştı; peşlerinde bir miktar okçu süvariyle birlikte, on beş ya da soylu kişinin saldırısına uğradım. Beni yakaladılar ve teslim aldılar; yakındaki bir ormana sürüklendim, atımdan indirildim, sandıklarım boşaltıldı, para kasama el kondu; atlar ve biniş takımları yeni efendilerine pay edildi. Bu ormanlıkta fidyemi tartışmak için uzun süre kaldık; fidyeyi pek yüksek tespit ettiklerine göre beni hiç tanımadıkları belli oluyordu. Adamlar yaşamım konusunda büyük bir tartışmaya giriştiler; doğrusu, içinde bulunduğum tehlikeyi ağırlaştıran birçok koşul vardı.

“O sırada sana cesaret gerekti, Aeneas; o sırada sana sağlam bir yürek gerekti.” (Virgilius, Aeneas, VI, 261)

Ben, başkaca bir fidye vaat etmeksizin, sadece beni soyarken alınan pek küçümsenmeyecek ganimeti onlara bırakarak hep lehime olan ateşkesi öne sürdüm. Orada geçirilen iki ya da üç saatten sonra, beni ellerinden kaçırtmayacak bir ata bindirip, on beş ya da yirmi arkebüzcünün gözetiminde götürülmeye emanet ettiler; adamlarımı diğer askerlere paylaştırdılar ve bizim tutsak olarak çeşitli yollardan götürülmemizi buyurdular. Ben çoktan iki ya da üç ok atımı yol almıştım bile.

“Pollux ve Castor’a önceden yalvarmıştım.” (Catullus, LXVI, 65)

Ani ve hiç beklenmedik bir değişiklik oldu: Grubun başının daha yumuşak sözcüklerle yeniden yanıma yaklaştığını, ortalığa dağılmış takımlarımı aramaya koyulduğunu ve para kasama varıncaya kadar bulabildiklerini bana geri çalıştığını gördüm! Ama o sırada bana verilen en büyük armağan özgürlüğümün iade edilmesi oldu; o anda benim için geri kalanın hiçbir önemi yoktu. Bu çok ani değişikliğin ve bu görünür sebebi olmayan geri dönüşün, bu devirde olağan bir uygulama olan böyle planlı ve gelenekleşmiş eşkıyalıktan (çünkü onlara hangi taraftan olduğumu ve hangi yolu tuttuğumu hemen itiraf etmiştim) bu kadar mucizevi bir pişmanlığın gerçek nedenini hâlâ bilmiyorum. Maskesini çıkaran elebaşı, bana adını açıkladı, bu kurtuluşu yüzüme, beni böyle bir muameleye hiç yakıştırmayan sözlerimdeki ataklığa ve sağlamlığa borçlu olduğumu birçok kez tekrarladı ve fırsat düşerse benim de kendisine aynı şekilde davranacağıma dair söz istedi. Tanrı beni korumak için bu yolu kullanmış olabilir; Çünkü bu irade beni ertesi gün uyardıkları çok daha kötü pusulara düşmekten kurtardı. Bu öyküyle ilişkisi olan elebaşılardan birisi hâlâ hayattadır, bunu anlatabilir; diğeri daha yakınlarda öldürüldü.

Eğer benim yerime yüzüm cevap vermeseydi, gözlerimde ve sesimde niyetlerimin içtenliği okunmasaydı, aklıma yerli yersiz gelen bu büyük pervasızlıkla ve ölçüsüz yargılarla çok uzun zaman yaşamamış olurdum. Bu tavır, haklı olarak görgüsüzlük ve geleneklerimizle bağdaşmaz görülebilir; Ama kimsenin bunu hakaret dolu ve kötü niyetli olarak yargıladığını, kimsenin ağzımdan çıkan sözlerden yaralandığını görmedim. Tekrarlanan sözlerin başka bir sesi, sonunda başka bir anlamı vardır. Ben de kimseye diş bilemiyorum ve akla hizmet için bile, birini kötülük etmeye gönlüm el vermez. Suçluları mahkûm etmem gerektiğinde adaleti pek yerine getiremedim. “Cezalandırmaya cesaret edemediğim hataların bir daha olmamasını isterdim.” (Titus-Livius, XXIX, XXI). Aristoteles’e, kötülüğü seven bir adama karşı aşırı bağışlayıcı davranmış olduğu için sitem edilince, “bu doğru, öyle davrandım,” der “Ama kötülüğe karşı değil adama karşı bağışlayıcı davrandım.” Sıradan yargılar, kötülüğün vahşeti karşısında intikam duygusuna kapılırlar. Aksine bu bile beni soğutmaya yeter: Birinci cinayetin vahşeti beni bir ikinciden korkutur ve ilk zalimliğin çirkinliği beni aynısını yaptırmaktan tiksindirir. Sadece bir “ispati valesi” olan bana, Sparta kralı Charillus hakkında şu söylenen uyabilir: “Kötülere karşı iyi olduğuna göre, iyi birisi olmalı.” Ya da (çünkü Plutarkhos, bin bir başka şeyde yaptığı gibi bunu değişik ve çelişik biçimlerde iki görünüş altında takdim ediyor) : “O, kötülere karşı bile iyi olduğuna göre kesinlikle iyi olmalı.” Yasal yolları hoşlanmadıkları halde başkalarına karşı kullanınca kendime kızarım; ama doğrusunu söylemek gerekirse, onlar razı geldikleri zaman yasal işlere giriştim diye utanmam.

Michel de Montaigne
Denemeler (IV. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar | Say Yayınları

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version