Ana Sayfa Felsefe MONTAIGNE: GEÇMİŞ ZAMANI ÖVMEYEN BİR İHTİYAR HİÇ GÖRÜLMÜŞ MÜDÜR?

MONTAIGNE: GEÇMİŞ ZAMANI ÖVMEYEN BİR İHTİYAR HİÇ GÖRÜLMÜŞ MÜDÜR?

“Önemli bir şey söz konusu oluyor gibi canını sıkma, Marcellinus; uşakların ve hayvanların yaşadıklarına göre, yaşam büyük bir şey değil. Ama onurlu biçimde, bilgece, sarsılmazlık örneği vererek ölmek büyük bir şeydir. Bir düşün: kaç yıldır aynı şeyleri yapıyorum, yemek yiyor, içiyor ve uyuyorsun. Hiç ara vermeden dönüp duruyoruz; sadece kötü ve dayanılmaz olaylar değil, bizzat doymuşluk bile ölme hevesi verir.”

BAŞKALARININ ÖLÜMÜNÜ YARGILAMA ÜZERİNE

Kuşkusuz insan hayatında en ilgi çekici eylem olan ölüm karşısında başkalarının sarsılmazlığını düşündüğümüz zaman, kişilerin buraya varmış oluşlarına güçlükle inandıkları olgusuna dikkat etmek gerekir. Son saatine geldiğine inanmış olarak ölen pek az kişi vardır; umudun bizi en fazla aldattığı yer burasıdır. Bu hayal hiç durmadan kulağımıza, “Başkaları çok daha fazla hasta oldu, ölmedi; durum düşünüldüğü kadar umutsuz değil. En kötü olasılıkla, Tanrı nice mucizeler yarattı” diye fısıldar. En büyük değeri verdiğimiz şey budur. Bize tüm evren yok olmamızdan acı duyuyormuş, içinde bulunduğumuz duruma üzülüyormuş gibi gelir. Görüşümüz gitgide değiştikçe, olguları da bize değişik gösterir; denizde yolculuk yapan kişiler için dağların, kırların, kentlerin, göğün ve karanın aynı zamanda kendileriyle birlikte bütünüyle hareket halinde olması gibi, görüş onlarda eksik olduğu ölçüde olguların da eksildiğini düşünürüz;

“Limandan uzaklaşıyoruz; karalar ve kentler geri çekiliyorlar.”
(Virgilius, Aeneas, III, 72)

İhtiyarlığın, dünyayı ve insanların adetlerini kendi sefaleti ve acısıyla doldurarak geçmiş zamanı övmediği ve şimdiki zamanı kınamadığı hiç görülmüş müdür?

“Yaşlı çiftçi başını sallayarak içini çekti; o, şimdiyi geçmişle kıyaslıyor, durmadan babasının mutluluğunu övüp, eski zamanların dindarlığını ağzından eksik etmiyor.”
(Lucretius, II, 1165)

Her şeyi kendimizle birlikte alıp götürüyoruz. Ölümümüzü yıldızların şaşaalı danışması olmaksızın pek kolay geçip gitmeyen önemli bir şey gibi düşünmemiz bundan ileri geliyor; “tot circa unum caput tumultuantes deus.” [“Bunca tanrı bir tek insanın çevresinde dört dönerken.” (Seneca, Suasoriœ, I, IV)]. Ve buna ne kadar değer verirsek, kendimizi o kadar önemli sayarız. Nasıl mı? Kader için özel bir tasa duymayan onca bilgi onca zararla birlikte nasıl da kaybolup gidiyor. Bunca bulunmaz ve ender bir canın alınması, şu halde, sıradan ve yararsız bir canınkinden daha güç değil midir? Bunca başka canın bağlı olduğu bir alay başka canı ölümden koruyan ve bu kadar çok yer işgal eden bu yaşama, basit bir düğümle tutunuyor gibi yer değiştirilebilir mi?

Aramızdan hiç kimse orada diğerlerinin arasında sadece bir tek fert olduğunu yeterince düşünmez.

Sezar’ın kendisini tehdit eden denizden daha fazla şişinen kaptanına şu sözleri bundan dolayıdır:

“Eğer gök İtalya sahiline ulaşmanı senden esirgiyorsa bana başvur: korkularını doğrulayan tek neden taşıdığın yolcunun adını bilmemendir. Fırtınaların üzerine atıl, seni koruyacağımdan emin ol.”
(Lucain, V, 579)

Ve dahası şunlar:

“Sezar, o sırada tehlikelerin kaderine yakıştığı düşüncesindedir. ‘Nasıl!’ der o, ‘Ölümlüler beni yok etmek için durduğum kırılgan tekneye pek azgın bir denizi bunca çabayla saldırtmak gereği duyuyor.”
(Lucain, V, 653)

Ya güneşin bir yıl süreyle parlak alnında bir matem tülü taşıdığına dair halk inancına ne demeli?

“O dahi Sezar’ın ölümü üzerine, Roma merhametiyle duygulanmış olarak parlak alnını bir matem tülüyle örttü.”
(Virgilius, Georgiques, I, 466)

İnsanların çıkarlarımızın göğü duygulandırdığını ve onun sonsuzluğunun iştahının eylemlerimizin yemek listesiyle kabardığını düşünerek kendilerini nasıl aldattığını gösteren benzer bir örnek dile getirilebilirdi; “Non tanta cœla scietas nobiscum est, ut nostro fato mortalis sit ille quoique siderum fulgor .” [“Gökle bizim aramızda, ölümümüzde yıldızların ışığının sönmesini gerektirecek bir anlaşma yoktur.” (Pline, Doğa tarihi, II, VIII)].

Öyleyse, ölüm tehlikesi içinde olduğu halde tehlikede olduğuna kesinlikle inanmayan kişinin kararlılığı ve metaneti üzerinde bir kanıya varmak akıllıca değildir. Hatta, eğer o ölüme kesin biçimde hazırlanmamışsa, bu koşul içinde ölmesi bile yetmez. İnsanların çoğunluğu, henüz yaşarken keyfini çıkarmayı umut ettikleri bir ünü bu yolla elde etmek için davranışlarını ve sözlerini sertleştiriyorlar. Ölümlerini gördüğüm kişilerde, davranışlarını niyet değil, rastlantı tayin etti. Dahası eski çağda, kendini ölüme teslim eden kişiler arasında ani ölümle zaman alan ölüm arasında bir fark gözetmek gerekir. Zalim bir Roma imparatoru (Caligula) esirlerine ölümü tattırmak istediğini söyler, hapiste biri kendini öldürürse, bunu “Bu herif elimden kaçıp kurtuldu!” diye açıklardı. Kısacası o, ölümü sürdürmeyi ve bunu işkencelerle hissettirmeyi istiyordu;

“Gördük ki, yaralarla kaplı bu beden henüz ölümcül darbeyi almamış, vahşice bir zalimlik alışkanlığı uyarınca soluklanan bir ölümün hazırlığı yapılıyor.”
(Lucain, II, 178)

Gerçekten de, sağlıklı ve esenken kendini öldürmeye karar vermek pek önemli bir şey değildir; kötülük olgusuna varmadan önce kötülük yapmak oldukça kolaydır. Bu şekilde dünyanın en kadınsı erkeği olan Heliogabalus, hazların en gevşettiği zamanlarında, koşullar kaçınılmaz olduğu vakit, ölümü yaşamının tam tersi olmasın diye kendini incitmeden öldürmeyi amaçlıyordu. Sırf üzerinden atlayabilmek için tabanı ve yüzü altın ve mücevher kakmalı basamaklarla donatılmış görkemli bir kule inşa ettirdi. Kendini boğmak için de altın ve koyu kırmızı ipekten ipler yaptırıp, bedenine saplamak üzere demirciye altından bir kılıç dövdürttü; üstelik, kendini zehirlemek için de, zümrüt ve topaz vazolarda zehir saklıyordu,

“Zorlayan bir erdemle ölüm karşısında kararlı ve cesurdu.”
(Lucain, IV, 798)

Bununla birlikte, Heliogabalus söz konusu olduğunda, hazırlıklarının gösterişli çıtkırıldımlığı içinde burnu kanasa talı canının derdine düşüyordu. Ama daha kararlı, eyleme geçmeye ahdetmiş kişilerde, ölümün etkilerini hissetmeye zaman olmaksızın bir tek darbede olup olmadığını incelemek gerekir diye düşünüyorum. Çünkü geriye, bedenin etkilenimleri ruhunkilerle karışırken, yaşamın azar azar çekildiğini görüp fikir değiştirme olasılığını muhafaza ederek, bunca ölümcül bir istenç içinde sebat ve inat örneği verip vermediklerini bilmek kalıyor.

Sezar’ın iç savaşları sırasında, Prusse’de [Abruzzes, İtalya] yakalanan Lucius Domitius, kendini zehirlediyse de sonradan pişman oldu. Zamanımızda ölmeye karar vermiş birinin, acı kolunu saptırdığından ilk darbeyi yeterince güçlü indiremeyip, ölümcül darbe için kendini iki üç kez daha derinden yaralaması gerektiği oluyor. Plantius Sylvanus, davası görülürken büyükannesi Urgulania’nın göndermiş olduğu hançerle kendini öldürmeyi sonuçlandıramayınca, damarlarını adamlarına kestirtmek zorunda kaldı. Tibere’nin zamanında, Albucilla kendini öldürmek için çok cansız vurduğundan, hasımlarına onu zehirleyip, kendi tarzlarında öldürme fırsatı verdi. Atinalı komutan Demosthenes için de Sicilya’daki bozgunundan sonra aynısı oldu. C. Fibria’ya gelince, o da kendini pek hafif yaralamıştı, işi tamamlamayı uşağına bıraktı. Ostorius ise aksine, hizmetçisinden hançeri düz ve sağlam tutmakta yararlandı sadece; silahın üzerine kendisi atılıp gırtlağını deldi. Ölüm, zahmete dayanacak boğaz sahibi olunmadığında, çiğnemeksizin yutulması gereken bir besindir. Bu nedenle imparator Adrianus, hekimine kendisini özenle öldürmesi görevini verirken, öldürücü yeri nişan alması için hekiminden memesinin ucunu daire içine alarak belirlemesini istedi. İşte Sezar da, bu yüzden hangi ölümü en arzu edilir bulduğunu soranlara, “Önceden en az tasarlanmış ve en kısa olanını” diye yanıt verir.

Ya Sezar, buna “Bence inanılmaz bir korkaklık” demeye cesaret etseydi.

“Kısa bir ölüm” der Plinius, “insan yaşamı için en yüce mutluluktur.” İnsanlar, ölümü kabul etmekten hoşlanmazlar. Eğer düşünmekten korkuyor, ölüme gözü açık dayanamıyorsa, hiç kimse ölmeye kararlı değildir. İşkence altında kişilerin sonlarına koşmakta acele edip, infazlarını çabuklaştırmaları kararlılığın kanıtı değildir; onlar bunu gözleriyle izlemeye zaman kalmamasını ister. Ölmüş olmak değil, kendilerini ölüm düşüncesinden kurtamak istiyorlar.

“Ölmek istemiyorum; ama ölmek de bana çok mühim bir şey gibi
gelmiyor.”
(Ciceron, Tusculanes, I, VIII, Epicharme’ın bir dizesinden çeviri)

Denize atlarcasına gözleri kapalı tehlikeye atılanlar gibi, ulaşabileceğini sınadığını bir sarsılmazlık derecesi bu.

Bana göre, Sokrates’ın yaşamında en dikkat çekici olan şey, kendisini ölüme mahkûm eden kararnameyi tam otuz günlük süreçte kafasında evirip çevirmiş, tüm bu zaman içinde bunu gözden geçirmiş, heyecansız, sıkıntısız, bir söylevle böyle bir derin düşünmenin ağırlığı altında gerginlikten ve çalkantıdan azade, dingin bir tutum göstererek beklemiş olmasıdır.

Ünlü Pomponius Atticus, hastalanınca mektuplaşmaya koyulup, damadı Agrippa’yı ve üç dört öteki dostunu davet ettirdi; onlara iyileşmeyi istemenin ona hiçbir yarar sağlamadığını ve yaşamını uzatmanın sadece acısını uzatmak olduğunu saptamış olarak, aralarından birinin sonunu getirmesine karar verdiğini söyledi. Onlardan kararını kabul etmelerini, en azından boş yere onu bu karardan caydırmaya çalışmamalarını rica ediyordu. Oysa ağzına lokma koymaksızın kendini öldürmeyi seçtiğinde, hastalığı apansız şifa buldu işte; yaşamını bitirmek için seçtiği çare ona sağlığını iade etmişti. Hekimleri ve dostları bu pek mutlu olayı kutlayıp, iyileşmesini şimdiden sevinirken kursaklarında kaldı bu; aslında onun fikrini değiştirmeyi başaramamışlardı. Çünkü o, her durumda günün birinde kesinkes ölüme adım atmak zorunda kalacağını, bu kadar yakınına gelmişken bir kez daha yeniden zahmete katlanmak istemediğini söylüyordu. Şu halde, işte ölüme sıkıntı duymaksızın yaklaşmış birinin onunla yüz yüze geldiğinde sadece cesaretini yitirmemesi değil, aksine, kendini mücadeleye kışkırtmış olan şeyi hoşnut etmiş olarak ölümün peşinde koşmaya çabalaması; işte onun sonu küçümsemeyle tanımakta kendini gayrete getirişi. Ölümün tadını almaya ve tadını çıkarmaya çalışıldığı zaman bu ondan korkmamaktan da ileri gitmektir.

Filozof Cleanthes’in öyküsü, buna bir hayli benzerdir. Dişetleri şişmiş ve çürümüş bir durumdayken, hekimler ona perhiz yapmasını tavsiye etti. İki gün perhizden sonra öylesine iyileşir ki, hekimler şifa bulduğunu bildirip, tekrar eski hayatına dönmesine izin verir. Ama o, aksine, bu güçsüzlükte belirli bir tat bularak bir daha geri adım atmamaya, önceden çok iyi atılmış bu adımı aşmaya karar verir.

Tullius Marcellinus, artık kendisini dayanılmayacak derecede sıkıntıya sokan, hekimlerinin yakın değilse bile kesin bir iyileşme sözü verdikleri bir hastalıktan kurtulmak için ölüm saatini öne almayı istiyordu; bunu görüşmek üzere dostlarını çağırdı. “Kimileri”, der Seneca , alçaklıkla “ona kendilerinin de peşinden gitmeyi öneriyordu”; kimileri de, dalkavuklukla ondan önce olmanın daha hoş olduğunu düşünenlerdi. Ama bir Stoacı ona şöyle dedi: “Önemli bir şey söz konusu oluyor gibi canını sıkma, Marcellinus; uşakların ve hayvanların yaşadıklarına göre, yaşam büyük bir şey değil. Ama onurlu biçimde, bilgece, sarsılmazlık örneği vererek ölmek büyük bir şeydir. Bir düşün: kaç yıldır aynı şeyleri yapıyorum, yemek yiyor, içiyor ve uyuyorsun. Hiç ara vermeden dönüp duruyoruz; sadece kötü ve dayanılmaz olaylar değil, bizzat doymuşluk bile ölme hevesi verir.” Marcellinus’un tavsiyede bulunacak bir kişiye değil, onu kurtaracak bir kişiye gereksinimi vardı. Hizmetçiler buna karışmaya korkuyorlardı; ama bu filozof her durumda efendilerinin gönüllü ölümü hakkında kuşku olduğu takdirde kendilerinin suçlanacağına ya da kendisini öldürmekten alıkoymanın onu öldürmek kadar kötü olacağını onların kafasına soktu; mademki,

“Kendine rağmen bir insanı kurtarmak, onu öldürmektir.”
(Horatius, Şiir sanatı, 467)

Arkasından, yemeğin sonunda yaşamının sonunda da kendisine hizmet etmiş kişilere bir şeyler dağıtmak yakışık alır diyerek Marcellinus’u uyardı. Cömert ve yüce gönüllü olan Marcellinus, hizmetçilerine para verdirtip, onların gönüllerini aldı. Geriye kalan için, ne kılıca, ne de kana gereksinimi vardı; o, bu yaşamdan kaçmaya değil, kurtulmaya girişti. Ölümden kaçıp kurtulmaya değil, onu el yordamıyla bulmaya. Ve bunu değerlendirmeye zaman kazanmak için her türlü beslenmeyi terk etti, üçüncü gün kendini ılık suyla yıkattı ve dediğine göre haz alarak yavaş yavaş can verdi. Gerçekten de kalbi tekleyenler hiçbir ağrı hissetmediklerini, bunun yerine sanki uykuda ve dinlenmede kendinden geçer gibi bir tür zevk aldıklarını söylüyor.

İşte çalışılmış ve tasarlanmış ölümler

Ama yalnız Cato’un bize kusursuz bir erdem örneği vermiş olmalı; öyle görünüyor ki, kaderi cesaretini tehlike önünde zayıflatacağı yerde güçlendirip, bu şekilde ölümle yüzleşmesi ve boğaz boğaza gelmesi için gerekli tüm zamanı kazandırarak, ölümcül darbeyi indiren ele güçlük çıkardı. Onu en muhteşem duruşuyla tasvir etmek durumunda olsaydım, kendi zamanının heykelcileri gibi elde kılıç değil de kanlar içinde, kendi elleriyle bağırsaklarını parçalarken tasvir ederdim. Çünkü bu ikinci ölüm birincisinden çok daha korkunçtu.

Michel de Montaigne
Denemeler (III. Kitap)
Fransızcadan Çeviren: Engin Sunar| Say Yayınları

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version