Sade, söylemin ve klasik düşüncenin ucuna ulaşmaktadır. Tam onların sınırında hüküm sürmektedir. Şiddet, hayat ve ölüm, arzu, cinsellik ondan itibaren, temsilin altına, bizim şimdi söylemimizde, özgürlüğümüzde, düşüncemizde elimizden geldiğince yeniden ele almaya çalıştığımız muazzam bir karanlık tabloyu yapacaklardır. Fakat düşüncemiz o kadar dar, özgürlüğümüz o kadar bağımlı, söylemimiz o kadar kabak tadı vermiştir ki, sonunda bu alttaki karanlığın içilecek deniz olduğunu farketmemiz gerekmektedir.
ARZU VE TEMSİL
XVII. ve XVIII. yüzyıl insanları zenginliği, doğayı ve dilleri, onlara daha önceki yüzyılların bıraktıklarıyla ve bir süre sona keşfedilecek olan çizgi üzerinde düşünmemektedirler; bunlar, onlara yalnızca kavram ve yöntem dayatmakla kalmayıp, aynı zamanda daha da temelli bir şekilde olmak üzere, dil, doğa varlıkları, ihtiyaç ve arzu nesneleri için belli bir varoluş tarzını tanımlayan genel bir düzenlemeden itibaren düşünmektedirler; bu varoluş tarzı, temsilinkidir. Bu ândan itibaren, bilim tarihinin bir yüzey hareketiymiş gibi gözüken, ortak bir zemin ortaya çıkmaktadır. Bunun anlamı, bu tarihin artık bir yana bırakılabileceği değil de, bir bilginin tarihçesi üzerindeki bir düşüncenin artık bilgilerin soy zincirini zaman içinde geriye doğru izlemekle yetinmeyeceğidir; nitekim bu bilgiler verasetten veya gelenekten kaynaklanan olgular değillerdir; ve onlardan daha önce bilinenleri bildirmekle, onları mümkün kılmış olan şeyler ve öyle denildiği üzere, bunların “yeni olarak getirdikleri” söylenmiş olmamaktadır. Bilginin tarihi ancak, ona çağdaş olandan hareketle ve hiç kuşkusuz karşılıklı etkileşim terimleriyle değil de, zaman içinde oluşmuş koşullar ve apriori’ler terimleriyle yapılabilir. Arkeoloji işte bu anlamda, genel bir gramerin, doğal bir tarihin ve bir zenginlikler analizinin varlığını fark edebilir ve böylece bilim, fikirler ve kanaatler tarihlerinin, eğer istenirlerse çılgınca eğlenecekleri kesintisiz bir alanı serbest bırakabilir.
Temsil, dil, doğal düzenler ve zenginlikler çözümlemeleri birbirleriyle tamamen tutarlı ve türdeşlerse de, gene de derin bir dengesizlik bulunmaktadır. Bunun nedeni, temsilin dilin, bireylerin, doğanın ve bizzat ihtiyacın varoluş tarzına hükmetmesidir. Öyleyse, temsilin çözümlenmesinin, bütün ampirik alanlar için belirleyici değeri vardır. Bütün klasik düzen sistemi, şeyleri özdeşliklerinin sistemiyle tanımaya izin veren şu büyük taxinomia, temsilin kendi kendini temsil ettiğinde kendi içinde açılan mekânda sergilenmektedir: varlığın ve aynının orada yerleri vardır. Dil, kelimelerin temsilinden başka bir şey değildir; doğa, varlıkların temsilinden başka bir şey değildir; ihtiyaç, ihtiyacın temsilinden başka bir şey değildir. Klasik düşüncenin -ve genel grameri, doğal tarihi ve zenginlikler bilimini mümkün kılan şu episteme’nin- sınırı, temsilin geri çekilmesiyle, veya daha doğrusu, dilin, canlının ve ihtiyacın temsil karşısındaki özgürleşmeleriyle çakışacaktır. Konuşan bir halkın karanlık, ama inatçı zihniyeti, hayatın şiddeti ve kesintisiz çabası, ihtiyaçların sağır gücü temsilin varoluş tarzından kurtulacaktır. Ve temsil ikiye katlanacak, sınırlandırılacak, dış hatları belirlenecek, belki de aldatıcı hale gelecek, her halü kârda kendilerini bilincin metafizik tersi olarak sunacak bir özgürlüğün veya bir arzunun veya bir iradenin muazzam ilerlemesi tarafından dıştan yönetilecektir. Modern deneyin içinde bir istek veya bir güç gibi bir şey ortaya çıkacaktır; onu belki oluşturan, kesinlikle haber veren klasik çağ sona ermektedir ve onunla birlikte temsili söylemin saltanatı, kendi kendini işaret eden ve şeylerin uykudaki düzenini kelimelerin dizisi içinde ilan eden bir temsilin hanedanı da sona ermektedir.
Bu altüst oluş Sade ile çağdaştır. Veya daha doğrusu, bu yorulma bilmeyen çaba, arzunun yasasız yasası ile aşama aşama ilerleyen bir temsilin özenli düzenlenişi arasındaki narin dengeyi açığa çıkarmaktadır. Söylemin düzeni burada sınırını ve Yasasını bulmaktadır; ama yöntemle birlikte aynı varoluş içinde kalmasına yetecek güce hâlâ sahiptir. Batı dünyasının sonuncu “ahlak bozukluğunun ilkesi de herhalde buradadır (ondan sonra cinsellik çağı başlamaktadır): her temsil, arzunun yaşayan bedeninde hemen canlanmalıdır, her arzu, temsili bir söylemin saf ışığında ilan edilmelidir. “Sahne”lerin şu katı ardışıklığı (Sade’da temsil, temsilin düzeninin düzenli bir şekilde bozulmasıdır) ve sahnelerin içinde, bedenlerin bileşkesi ile akılların birbirlerine bağlanması arasındaki özenli denge buradan kaynaklanmaktadır. Justine ve Juliet te herhalde modern kültürün doğduğu dönem için, Don Quichotte’un Rönesans ile klasisizmin arasında sahip olduğu rolün aynına sahiptir. Cervantes’in kahramanı, XVI. yüzyılda yapıldığı gibi, dünya ve dil raporları okurken, bir tek benzerliği işleterek hanlarda şatoları ve çiftlik hizmetçilerinde soylu hanımları görürken, kendini farkında olmaksızın saf temsil biçiminin içine hapsediyordu; ama bu temsil benzeşmeden başka yasa tanımadığı için, hezeyan biçiminde görülmekten geri kalamazdı. Oysa, Don Quichotte romanın ikinci bölümünde, gerçeğini ve yasasını bu temsil edilmiş dünyadan almaktaydı; içinde doğduğu, okumadığı, ama yolunu izlemek zorunda olduğu bu kitaptan, artık ona bundan sonra diğerleri tarafından dayatılan bir kaderden başka bir şey umamazdı. Kendi saf temsilinin dünyasına deliliği yüzünden girmiş olan kendinin, sonunda orada bir temsilin yapaylığı içinde, düpedüz bir kişi haline geldiği şatoda yaşamaya razı olması yeterdi. Sade’ın kişileri, ona klasik çağın diğer ucundan, yani gerileme anından cevap vermektedirler. Artık temsilin benzerliği üzerindeki alaycı zaferi söz konusu değildir; temsilin sınırlarını döven, arzunun tekrarlanan karanlık şiddetidir. Quichotte’un ikinci bölümüne denk düşebilir; tıpkı Don Quichotte’un kendine rağmen, onda derin varlığında bulunan temsilin nesnesi olması gibi, Justine de saf kökeni olduğu arzunun belirsiz nesnesidir. Arzu ile temsil Justine’de, ancak Justine’i arzu nesnesi olarak kendinde temsil eden bir Başkası aracılığıyla iletişim kurabilirken, Justine’in kendisi arzu olarak yalnızca, temsilin hafif, uzak, dışsal ve donmuş biçimini tanımaktadır. Mutsuzluğu şöyledir: masumiyeti, arzu ile temsil arasında hep üçüncü bir kişi olarak kalmaktadır. Juliette ise, mümkün bütün arzuların öznesinden başka bir şey değildir; fakat bu arzular, onları söylem halinde akli olarak kuran ve onları iradi olarak sahnelere dönüştüren temsilin içinde, tortu bırakmaksızın yeniden ele alınmaktadırlar. Öylesine ki, Juliette’in hayatının büyük anlatısı, şiddetler, vahşetler ve ölüm boyunca, temsilin parıldayan tablosunu sergilemektedir. Fakat bu tablo o kadar ince, onda yorulmaksızın biriken ve bir tek bileşmelerin gücüyle çoğalan tüm arzu biçimlerine o kadar şeffaftır ki, Don Quichotte’un benzerlikten benzerliğe geçerken, dünya ile kitapların karma yolundan geçtiğini sandığı, ama kendi temsillerinin labirentine saplandığı tablo kadar akıl dışıdır. Juliette, bütün arzu olabilirliklerinin burada en küçük bozukluk, en küçük çekince, en küçük örtü olmaksızın çiçek açmaları için, temsil edilişin bu kalınlığını yormaktadır.
Don Quichotte’un açtığı klasik çağ, bununla kendi içine kapanmaktadır. Ve bunun Rousseau ile Racine’in çağdaşı olan sonuncu dil olduğu doğruysa da, bu “temsil etmeye”, yani adlandırmaya girişen sonuncu dilse de, onun aynı ânda hem töreni tam yerine indirgediği (şeyleri tam adlarıyla çağırmakta, böylece retorik mekânın tümünü bozmaktadır) ve onu sonsuza kadar uzattığı (her şeyi, en küçük olasılığı bile unutmaksızın adlandırarak, çünkü bunların hepsi, Arzunun evrensel Karakteristiğine göre katedilmişlerdir) iyi bilinmektedir. Sade, söylemin ve klasik düşüncenin ucuna ulaşmaktadır. Tam onların sınırında hüküm sürmektedir. Şiddet, hayat ve ölüm, arzu, cinsellik ondan itibaren, temsilin altına, bizim şimdi söylemimizde, özgürlüğümüzde, düşüncemizde elimizden geldiğince yeniden ele almaya çalıştığımız muazzam bir karanlık tabloyu yapacaklardır. Fakat düşüncemiz o kadar dar, özgürlüğümüz o kadar bağımlı, söylemimiz o kadar kabak tadı vermiştir ki, sonunda bu alttaki karanlığın içilecek deniz olduğunu farketmemiz gerekmektedir. Juliette’in mutlulukları her zaman daha yalnızdırlar. Ve bunların sonu yoktur.
Michel Foucault
Kelimeler Ve Şeyler
İmge Kitabevi