Ana Sayfa Psikoloji JUNG: BABAM BURS İÇİN BAŞVURDUĞUNDA ÇOK UTANDIM, HERKESİN YOKSUL OLDUĞUMUZU ANLADIĞINI SANIYORDUM

JUNG: BABAM BURS İÇİN BAŞVURDUĞUNDA ÇOK UTANDIM, HERKESİN YOKSUL OLDUĞUMUZU ANLADIĞINI SANIYORDUM

Gustav Jung Üniversite yıllarını anlatıyor

Bilime duyduğum ilgiye karşın, arada sırada felsefe kitaplarına döndüğüm de oluyordu. Meslek seçimi zamanı sinir bozacak kadar yaklaşmıştı. Liseyi bitirmeyi iple çekiyordum. Kuşkusuz, üniversiteye gidip doğabilim okuyacak ve gerçek bir şeyler öğrenecektim ama kendime bu sözü verir vermez kuşkularım yineleniyordu. Acaba, tarih ve felsefeye daha mı yatkındım? Mısır ve Babil’le ilgili her şeye aşırı merakım olduğu aklıma gelince de, en çok arkeolog olmayı istediğimi düşünüyordum. Oysa Basel’den başka yerde okuyacak param yoktu, orada da bunu öğretecek kimse. Bu nedenle, bu tasarıdan vazgeçmem gerekti. Uzun bir süre, bir türlü karar veremedim. Kararı sürekli erteliyordum. Babam çok kaygılanıyordu. Bir kez, “Bu çocuk akla gelen her şeyle ilgileniyor ama ne istediğini bilmiyor,” dedi. Haklı olduğunu kabul etmek zorunda kaldım. Mezuniyet yaklaştığı için hangi fakülteye kayıt olmak istediğimizi bildirmek zorundaydık. Bilimi seçtim ama sınıf arkadaşlarıma fen ya da sosyal bilimler mi olduğunu söylemeyip onları merakta bıraktım.

Kararımı birdenbire vermemin bir gerekçesi vardı. Birkaç hafta önce 1 ve 2 no, karar vermede birbirleriyle çatışırken, iki düş görmüştüm. İlkinde, Ren Nehri’nin kenarında uzanan karanlık ormandaydım. Orada bir höyük buldum. Bir gömü yeriydi. Kazmaya başladıktan bir süre sonra, tarihöncesi hayvanlarının kemikleriyle karşılaşınca çok şaşırdım. Çok ilgimi çektiler. O anda ne yapacağımı biliyordum artık. Üzerinde yaşadığımız dünyayı, çevremdeki şeyleri ve doğayı öğrenmem gerekiyordu.

Ardından ikinci düş geldi. İçinde su yolları olan bir ormandaydım yeniden. Ormanın en karanlık yerinde, çevresi otlarla ve çalılarla kaplı, daire biçiminde bir su birikintisi gördüm. Çok garip, muhteşem bir yaratık, suyun içine yarı yarıya gömülü yatıyordu. Sayısız küçük hücrelerden ya da kol biçiminde organlardan oluşmuş yuvarlak bir hayvandı bu. Saydam renkleri ışıl ışıl parlıyordu. Aşağı yukarı bir metre çapında dev bir Radiolarian (ışın saçan). Bu olağanüstü hayvanın bu gizli yerde, duru derin suda hiç rahatsız edilmeden yatması bana anlatılamayacak kadar olağanüstü geldi. Öylesine yoğun bir öğrenme merakıyla sarsıldım ki, yürek çarpıntıları içinde uyandım. Bu iki düş, beni kararsızlıktan kurtardı ve bilime karar vermeme neden oldu.

Zamanın ve içinde bulunduğum ortamın, insanı çalışıp geçimini sağlamaya zorladığını anlamıştım. Ne olursa olsun, bir meslek sahibi olmam gerekiyordu. Sınıf arkadaşlarımın tümünün, bu zorunluluğun peşinde koşmaları ve bundan başka bir şey düşünemez olmaları beni çok etkiliyordu. Bir türlü karar veremeyip kendime bir yön çizemediğim için kendimde bir gariplik olduğunu düşünüyordum. Almanca hocamın çalışkanlığa ve sorumluluğu bilmeye örnek gösterdiği D. adlı arkadaşım bile, çoktan din bilimini seçmişti. Oturup bu işi daha ciddi düşünmem gerektiğini anladım. Zooloji eğitimi yapsam öğretmen ya da ola ola hayvanat bahçesinde bir görevli olabilirdim. Hayvanat bahçesinde çalışmayı öğretmenliğe yeğ tutardım ama hırslı olmamama karşın, bu işte gelecek olmadığını görebiliyordum.
Böyle bir çıkmazdayken aklıma tıp okuyabileceğim geldi. Babamın büyükbabası doktordu. Onunla ilgili pek çok şey duyduğum için bunun hiç aklıma gelmemesi garipti ama, “Sakın taklit etme!” prensibine bağlı kaldığım için tıp mesleğine direniyordum. “Hiç olmazsa fen dersleriyle başlıyor,” diyordum kendime. O bağlamda istediğim bir şeyi yapmış olacaktım. Üstelik tıp çok geniş bir konu olduğu için ilerde, değişik bir konuda ihtisas yapma olanağım da vardı. Fen bilimlerini tercih etmesine etmiştim ama geçimimi nasıl sağlayacaktım? Başka bir yerde eğitim görmek için param yoktu. Dolayısıyla, bilimsel bir kariyer yapma umudum da. Olsa olsa, bilimde bir amatör olabilirdim. Okul arkadaşlarım ve bu konularla ilgili kişilerce, örneğin öğretmenlerce, sevilmeyen bir yapıda olduğum için arzumu destekleyecek bir koruyucu bulma olanağım da yoktu. Böylece, tıp eğitimine karar vermeme bu durumu kabul etme zorunluluğu da eşlik etti. Hiç olmazsa geri dönülmez kararı sonunda verebildiğim için rahatlamıştım.

Can sıkıcı soru ön plana çıkmıştı: Para nereden bulunacaktı? Babam ancak bir bölümünü karşılayabiliyordu. Burs alabilmem için Basel Üniversitesi’ne başvurdu ve beni çok utandırdı, çünkü bütün dünyanın yoksul olduğumuzu anladığını sanıyor, üstelik, çok üst düzeydeki önemsenecek kişilerin tümünün bana karşı olduğunu düşünüyor ve onlardan anlayış beklemiyordum. Babamın karmaşık bir yapısı olmayan iyi bir insan olarak tanınmasının etkili olacağını ama benim ondan çok farklı olduğumu sezinliyordum. Aslında, kendimle ilgili iki farklı görüşüm vardı. 1 no’nun gözüyle baktığımda kendimi, pek de sevimli olmayan, orta karar yetenekli fakat hırslı bir genç olarak görüyordum. Saf meraklar ve çocuksu düş kırıklıkları arasında gidip gelen disiplinsiz biri. Özünde de, münzevilik ve tutuculuk. Öte yandan 2 no, 1 no’yu, zor başa çıkılabilen ve takdir edilmeyen ahlaksal bir görev olarak görüyordu. Haylazlık nöbetleri, hüzün, bunalım ve kimsenin değer vermediği yararsız düşüncelere ve şeylere merak gibi değişik kusurlar arasında, karmaşık da olsa, ona bir yolunu bulup bir ders vermesi gerekiyordu. Ayrıca, ona göre, düşsel arkadaşlıklara yatkındı. Önyargılı ve yetersizdi. Kafası felsefi konularda bulanıktı. Aptaldı da. (Matematik!) Başka insanları anlayamıyordu. Ne dürüst bir Hıristiyan ne de başka bir şeydi. 2 no’nun tanımlanabilecek bir kişiliği yoktu. Doğuşu, yaşamı ve ölümü, tümü bir bütündü. Yaşamın tüm yüzlerini gösteren bir Vita peracta’ydı o. Kendine acımaksızın, ne olduğunu değerlendirebiliyor ve arzu etmesine karşın, 1 no’nun yoğun karanlık ortamından sıyrılıp kendini ifade edemiyordu. Egemen olduğunda, 1 no’nun içinde saklı oluyor ve onun denetimi altına giriyordu. Tersi olduğunda da, 1 no, 2 no’yu içsel karanlığın bölgesi sayıyor, bunu bilen 2 no, anlaşılabilir bir biçimde kendisini ifade etmeye kalkarsa, ifade ettiklerinin, dünyanın kenarından atılan bir taş gibi sessizce, sonsuz geceye düşeceğini biliyordu. Oysa 2 no, bir kral sarayının geniş salonlarındaki yüksek pencereler açıldığında içeriye dolan gün ışığında yıkanan bir manzaranın olduğu gibi aydınlıktı. Çevresiyle gerçek iletişimin kesiştiği noktalara sahip olmayan 1 no’nun tutarsız kalesinin tersine, anlamı ve tarihsel tutarlılığı vardı. 2 no, Goethe’nin, büyük bir olasılıkla, onu derinden etkileyen geçmişin mirasıyla kimliğini yarattığı Faust gibi, kendini gizliden gizliye ortaçağla uyum içinde görüyordu. Goethe için de 2 no’lu kişilik bir gerçekti. Bu da benim en büyük avuntum oluyordu. Faust’un, Kutsal Kitap’taki çok sevdiğim “Aziz Yuhanna” kitabından çok daha anlamlı olduğuna karar vermem beni oldukça şaşırttı. Faust’ta, doğrudan duygularıma seslenen bir şey vardı. Oysa Aziz Yuhanna’nın İsası bana garip geliyordu. Kutsal Kitap’ın öbür kitaplarındaki Kurtarıcı da daha garip. Buna karşın, Faust, 2 no’nun canlanmasıydı. Onun Goethe’nin kendi zamanına verdiği yanıt olduğuna kuşkum kalmamıştı.

Bu sezgi, beni rahatlamakla kalmıyor, özgüvenimi ve insan topluluğuna ait olduğum duygusunu da pekiştiriyordu. Artık zalim doğanın bir kaprisi sonucunda oluşmuş ve öbür insanlardan ayrılmış garip bir yaratık değildim. Büyük Goethe, benim manevi babam ve koruyucumdu.

O sıralarda beni hem ürküten hem de yüreklendiren bir düş gördüm. Bir gece, neresi olduğu belli olmayan bir yerde çok şiddetli bir rüzgârla boğuşarak ilerlemeye çalışıyordum. Her yerde yoğun sis kümeleri uçuşuyordu. Elimde, her an sönmeye hazır bir ışığı sımsıkı tutuyordum. Her şey bu ışığı yanar tutmama bağlıydı. Ansızın, izlendiğim duygusuna kapıldım. Arkama baktığımda, dev bir karaltı gördüm. Ne denli tehlikede olsam da geceye ve rüzgâra karşı küçük ışığımın sönmesine izin vermemem gerektiğinin bilincindeydim. Uyandığımda, karaltının, sisin içinde savrulan ruhumun bölünmüş bir parçası olan gölgem olduğunu anladım. Taşıdığım zayıf ışıkta belirmişti ve bu ışık, sahip olduğum tek ışık olan bilincimdi. Kavrayabilme yetim tek ve en değerli hazinemdi. Karanlığın güçlerine oranla, her zaman yetersiz ve kırılgan kalacaktı fakat gene de bir ışıktı, benim ışığımdı.

O düş beni çok aydınlattı. Artık 1 no’nun ışığın taşıyıcısı olduğunu, 2 no’nun da onu bir gölge gibi izlediğini biliyordum. Görevim ışığı korumak ve kuşkusuz, farklı bir türde yasak bir ışık dünyası olan Vita peracta’ya dönüp bakmamaktı. İnsanı arka planda kalan şeylerin yüzeylerinden öte hiçbir şey göremediği bir dünyanın sonsuz karanlığına itmeye çalışan bir fırtınaya karşı ilerlemek zorundaydım. Çalışmaya, para kazanmaya, sorumluluklara, başa gelen dertlere, kusurlara, yanlışlara, boyun eğmelere ve yenilgilere doğru ilerlememi sağlayacak olan, 1 no’lu kişiliğimdi. Bana karşı esen fırtına, durmamacasına geçmişe doğru akan ve sürekli arkamda soluğunu hissettiren zamandı, tüm canlıları büyük bir güçle emen. Biz de ilerlemeyi sürdürerek bir süre için ondan kaçabiliriz. Geçmiş ürkünç bir gerçektir ve varlığını sürdürürken tatmin edici bir yanıt bulup canını kurtaramayan herkesi yakalar.
Böylece, dünya görüşüm doksan derecelik bir dönüş daha yaptı. Yolumun, kaçınılmaz bir biçimde, dış dünyanın üç boyutluluğunun kısıtlamalarına ve karanlığına yöneldiğinin bilincine vardım. Bence, bir zamanlar Âdem de Cennet’i böyle düşündüğü için terk etmişti. Cennet bahçesi onun gözünde bir düşe dönüşmüş ve ışığı ancak alınteriyle sürmek zorunda olduğu taşlı bir tarlada bulabileceğini anlamıştı.

“Böyle bir düş nereden kaynaklanır?” diye sordum kendime. O güne dek, o tür düşleri Tanrı’nın yolladığını varsayardım. Somnia a Deo missa. Oysa şimdi, onları belirlemek için öylesine ölçüp biçmiştim ki kuşkular yakamı bırakmıyordu. Örneğin, sezgilerimin uzun bir süredir olgunlaşma sürecinde oldukları ve sonunda ansızın bir düşle ortaya çıktıkları söylenebilir. Gerçekten de böyledir belki. Bu açıklama yalnızca bir tanımlamadır. En önemli soru, bu olgunun nedeni ve neden bilinç düzeyine çıktığıydı. Bu gelişmeyi sağlayacak bilinçli bir girişimde bulunmamıştım. Tam tersine, öbür yöne eğilimim vardı. Demek ki, perde arkasında bir şeyler oluyordu. Kuşkusuz benden daha zeki bir şey, bir zekâ faaliyetteydi. Bilincin ışığında, içsel ışık âleminin dev bir gölge gibi ortaya çıktığı düşüncesi sıra dışı bir düşünceydi. Bunu durup dururken akıl etmiş olmam olanaksızdı. Birdenbire, o güne dek açıklayamadığım birçok şeyi anlamıştım. Özellikle de, içsel dünyayı anımsatan herhangi bir şeye değindiğimde insanların yüzünde beliren o soğuk sıkılganlık ve yabancılaşma ifadesini.
2 no’yu geride bırakmam gerektiğine kuşku yoktu fakat içimdeki varlığını da kesinlikle yadsımamam ya da geçersiz saymamam gerekiyordu. Bunu yapamazsam içsel bir körlüğe düşer, düşlerimin kaynaklarını açıklama olasılığımı yitirirdim. 2 no’nun, düşlerin yaratılmasıyla bağlantısı olduğunu ve bu iş için gereken üstün zekâya sahip olduğunu kabul etmem zor değildi. Kendimi giderek 1 no’yla eş tutmaya başladım ve zamanla, 1 no’nun, sözünü ettiğim nedenlerle, kendimi eşit sayamadığım çok daha geniş kapsamlı 2 no’nun bir parçasından öte bir şey olmadığı ortaya çıktı. 1 no hayalîydi ve karanlıklar dünyasına karşı durabilen bir güçtü. Geçmişe baktığımda, bu gerçeğin varlığını o zamanlar duygularım sayesinde bildiğimi, fakat düşümden önce bunu gerçekten bilinçli düşünmediğimi çok iyi anlıyorum.

Her neyse 2 no’yla benim aramda bir bölünme oldu ve ben, 1 no için ondan ayrıldım. 2 no’dan kopmam, ona bağımsız bir kişilik kazandırdı. Onu, belirli bir kişilikle, yani bir hayaletle bağdaştırıp nitelendiremiyordum. Oysa taşra kökenli olduğum için bu olasılığın bana garip gelmemesi gerekirdi. Kırsal kesim insanları, koşullara göre, bu tür şeylerin varlığına ya da yokluğuna inanırlar. Bu hayaletle ilgili tek belirginlik, onun tarihsel niteliği ve zamana uzantısı, daha doğrusu zamansızlığıydı. Kuşkusuz onu, o zamanlar kendime, ne bu kadar çok sözcükle açıklayabilmiştim ne de uzamsal varlığıyla ilgili kesin bir görüşe varabilmiştim; fakat sürekli, varoluşumun arka planında, hiçbir zaman kesinlikle nitelendirilemeyen fakat varlığı da yadsınamayan bir öğe olarak rol oynadı.

İnsanoğlu dünyaya gelirken beraberinde, bedensel ve ruhsal açıdan kendine özgü bir mizaç eğilimini de getirir ve kişiliği nedeniyle, tanıştığı aile ortamına ve ailenin ruhuna uyum sağlar. Oysa aile ruhu büyük bir oranda, zaman ruhunca biçimlendirilmiştir ve bu durum çoğu zaman bilinmez. Aile ruhuyla bir consensus omnius oluşturabilen birey, kendini bu dünyada güven içinde hisseder. Tersine, çoğuna karşı çıkıyorsa ve kendi içinde çelişkiliyse dünyaya karşı güvensiz demektir. Çocuklar yetişkinlerin söylediklerine, çevrelerinin etkisinin ne olduğu bilinmeyen havasına oranla daha az tepki verir. Çocuk bilinçsizce o havaya uyar ve böylece telafi edici bir uyum içine girmiş olur. Çok küçük yaşlarda bile aklıma takılan “dinle ilgili” garip sorular, aile çevreme karşı geliştirdiğim ani tepkiler olarak değerlendirilebilirler. Babamın, daha sonra su yüzüne çıkmasını engelleyemediği inançla ilgili kuşkularının, doğal olarak, uzun bir kuluçka dönemi olmuştu. İçsel dünyada ya da genelde dünyayla ilgili düşüncelerde olan böyle bir devrim gölgelerini ileriye yansıtmış, gölgeler uzadıkça babamın bilinci de onların gücüne karşı umarsızca direnmeye çalışmıştı. Babamın huzursuz olmasının nedeninin, doğal olarak bana da yansıyan, o kaçma çabaları olduğu anlaşılıyor.

Annem, toprağın derinlerine görünmez köklerle bağlı olduğu için bu tür etkilerin ondan geldiğine hiçbir zaman inanmadım. Bildiğim tek şey, bu köklerin kaynağının Hıristiyanlık inancına olan bağlılığıyla ilgisi olmadıklarıydı. Bence, görünüşteki Hıristiyan inancına ve onun geleneksel savlarına olan bağlılığının tersine, bu köklerin her nasılsa, hayvanlarla, ağaçlarla, dağlarla, ovalarla ve akarsuyla ilintileri vardı. Bu arka plan benim tutumumla o denli uyumluydu ki bana hiçbir rahatsızlık vermiyor, tam tersine, özgüven ve basılan toprağın sağlam olduğu duygusunu veriyordu. Bu kaynağın ne denli “pagan” olduğunu anlayamamıştım. Babamdan gelen gelenekle, bilinçdışımın yaratılması için uyardığı garip, telafi edici ürünler arasında o günlerde başlayan çelişkide bana en büyük desteği veren annemin 2 no’lu kişiliğiydi.

Geriye baktığımda, çocukluktaki gelişmemin gelecekteki olaylara nasıl gönderme yaptığını, babamın dinsel açıdan çöküşüne ve aniden oluşmamış olan ve gölgeleri çok önceden zamanımıza yansımış olan, insanı sarsan günümüz dünyasının durumuna uyum sağlayabilmem için beni nasıl hazırladığını görebiliyorum. Biz insanlar, her ne kadar özel yaşamlarımız varsa da, büyük bir oranda, yaşadığı yıllar yüzyıllarla sayılan ortak bir ruhun temsilcileri, kurbanları ve geliştiricileriyiz. Çoğu zaman, dünya sahnesinde sesi çıkmadan rol alanlardan biri olduğumuzun farkına bile varmadan, bir ömür boyu, kendi kafamıza göre yaşadığımızı varsayabiliriz. Farkında olmasak da, bilinçdışı olduklarında bizi daha da çok etkileyen bazı gerçekler vardır. En azından benliğimizin bir parçası yüzyıllarda yaşar. Bu parçaya ben, bana kolaylık olsun diye 2 no adını verdim. Bunun yalnızca bana özgü bir merak olmadığına, insanın içselliğine ısrarla girmeye çalışan ve neredeyse iki bin yıldır ciddi bir biçimde ona yüzeysel bilinç bilgisini ve onun gerektirdiği kişiliği aktarmaya çalışan Batı dini bir kanıttır: “Non foras ire, in interiore homine habitat veritas!” (Dışarıda arama; gerçek, insanın içindedir.)

1892-1894 yılları arasında babamla oldukça ateşli tartışmalarımız oldu. Göttingen’de Ortadoğu dilleri eğitimi yapmıştı. Tezi “Ezgilerin Ezgisi”ni de Arapçasından irdeleyerek hazırlamıştı. Parlak dönemi mezuniyetiyle sona ermiş, o günden sonra dil yeteneğini unutmuştu. Bir taşra rahibi olarak, duygusal bir idealizme ve öğrenciliğinin parlak döneminin anılarına kapılmış, o yıllardan kalma uzun piposunu içmeyi sürdürmüş ve evliliğinin hiç de umut ettiği gibi olmadığını keşfetmişti. Birçok iyilik (gereğinden fazla) yapıyor, bu da onun çoğu zaman gergin olmasına neden oluyordu. Annem de babam da aralarında çok öfkeli ağız kavgalarının patlak vermesine neden olan adanmış yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu zorluklar sonradan, doğal olarak babamın inancını sarstı.
O günlerde, gerginliği ve yaşamından memnuniyetsizliği artmıştı. Durumu beni kaygılandırıyor, annem de onu heyecanlandıracak her şeyden ve tartışmadan kaçınıyordu. Davranışının çok akıllıca olduğunu kabul etmeme karşın, ben de bazen kendime hâkim olamıyordum. Öfke nöbetleri tuttuğunda sessiz kalmayı yeğliyor, sakin anlarında iç dünyasını ve kendisiyle ilgili görüşlerini anlayabilmek için onunla sohbet etmeye çalışıyordum. Onu özel bir sorunun yiyip bitirdiği belliydi. Bunun, inancıyla ilgili olduğundan kuşkulanıyordum. Birkaç ipucu, dinle ilgili kuşkularımı doğruladı. Bana göre, gerekli deneyimden geçmemesinin doğal sonucuydu bu. Konuşma çabalarım sırasında, her soruma dinle ilgili her zamanki kalıplaşmış ve coşkusuz yanıtlar vermesinden ya da karşı çıkma dürtülerimi körükleyen boyun eğercesine omuz silkmesinden, böyle bir deneyimden geçmediğini anladım. Hırçınlaşıp sırası gelmişken durumunu neden değerlendirmediğine aklım ermiyordu. Sorduğum hassas soruların onu üzmesine karşın, tüm deneyimlerin en belirgin olanı olan Tanrı deneyiminden geçmemiş olmasını neredeyse olanaksız bulduğum için yapıcı bir konuşmanın yararı olacağını umuyordum. Tanrı’yı tanımanın kanıtlanamayacağını anlayacak kadar kuramları biliyordum fakat bildiğim başka bir şey de, bunun, günbatımının güzelliği ve gecenin ürkünçlüğü gibi kanıtlara gerek olmayan bir şey olduğuydu. Kaderin ona oynadığı oyuna daha iyi dayanabilmesine yardım edebilmeyi umduğum için çok acemice de olsa, apaçık ortada olan bu gerçekleri ona göstermeye çalışıyordum. Birileriyle kavga etmesi gerektiği için ailesiyle ve kendisiyle kavga ediyordu. Neden her şeyin karanlık yaratıcısı ve dünyadaki acıların tek sorumlusu Tanrı’yla yapmıyordu bunu? Tanrı ona cevap olarak, bana istenmeden yolladığı ve tüm hayatımı kapsayacak gizemli ve olabildiğince derin düşlerinden birini yollamış olmalıydı. Nedenlerini bilmiyordum fakat öyle olmuştu. Kendi varlığına göz atabilmeme bile izin vermişti. Bu, babama da kesinlikle açıklamaya cüret edemeyeceğim bir gizdi. Tanrı’yla dolaysız bir deneyimi anlama yeteneği olsaydı, ona bunu açıklayabilirdim. Oysa sürekli işin duygusal yönünden sakındığım ve sorunu, hiç de psikolojik bir yaklaşım olmayan, tümüyle entelektüel bir açıdan ele aldığım için onunla yaptığım konuşmalarda hiçbir zaman bu aşamaya gelemediğim gibi, soruna yaklaşamadım bile. Her kez benim bu yaklaşımım bir boğaya kırmızı göstermeye benziyor, hiç çözemediğim gergin tepkilere yol açıyordu. Son derece mantıklı bir düşüncenin, bu denli duygusal bir tepkiyle karşılanmasına akıl sır erdiremiyordum.

Sonuçta, bu verimsiz tartışmalar beni de babamı da çileden çıkardığı için her ikimiz de, kendimize özgü aşağılık duygularının yükü altında ezilerek bu konuşmalardan vazgeçtik. Din bilim birbirimize yabancılaşmamıza neden olmuştu. Bir kez daha ölümcül bir yenilgi aldığım, fakat bu yenilgide yalnız olmadığım belliydi. Çaresiz, kaderine razı olduğunu az da olsa sezinleyebiliyordum. Yalnızdı. Konuşabileceği dostu yoktu. En azından tanıdıklarımız arasında kurtarıcı sözcükleri söyleyebilecek birini ben bilmiyordum. Bir kez dua ettiğini duydum. İnancını yitirmemek için umarsızca çabalıyordu. Kilisenin ve onun dinle ilgili düşüncelerinin içinde ne denli umarsızca sıkışıp kaldığını anlamam beni hem çok sarstı hem de öfkelendirdi. Tanrı’ya dolaysız ulaştıktan sonra inancını yitirip O’nu terk etmeye varabilecek tüm yollar kapanmıştı. Sonuçta, daha önceki deneyimimin en derin anlamını bulup çıkarabilmiştim: Tanrı’nın kendisi din bilimi ve bunun üzerine inşa edilmiş olan Kilise’yi yadsıyordu fakat öte yandan da gene kendisi, bir sürü şeye göz yumduğu gibi bu din bilime de göz yumuyordu. Bu tür gelişmelerden insanların sorumlu olduğu varsayımı bence gülünçtü. İnsan neydi ki? “Tümü, köpek yavruları gibi aptal ve kör doğuyor ve Tanrı’nın öbür yaratıkları gibi yalnızca içinde el yordamıyla dolaştıkları karanlığı hiçbir zaman yeterince aydınlatamayan iyice solgun bir ışığa sahipler,” diye düşünüyordum. Din bilimcilerin hiçbirinin “karanlıkta parlayan ışığı” gözleriyle görmediklerine hiç kuşkum yoktu. Görmüş olsalardı, umarsızca inanmanın ötesinde yapılabilecek hiçbir şey olmadığı için bana oldukça yetersiz gelen “din bilimsel din”i öğretemezlerdi. Babam yiğitçe bu işe soyunmuş ve yenik düşmüştü. Psikiyatristlerin maddeciliğine karşı bile kendini koruyamamıştı. Maddecilik de, din bilim gibi inanılması gerekli bir şeydi fakat karşıt bağlamda. İkisinin de bilgi kuramı, eleştiri ve deneyim açısından yeterli olmadıklarına her zamankinden daha çok inanıyordum.
Babam büyük bir olasılıkla, psikiyatristlerin, beyinde, zihnin olması gerektiği yerde hava gibi bir şey değil de bir madde olduğunu keşfetmelerinden ve bunu kanıtlamış olmalarından çok etkilenmişti. Bu inancı öğütlerinden anlaşılıyordu. Tıp eğitimi görürsem maddeci olmaktan sakınmalıydım. Materyalistlerin de din bilimciler kadar tanımlarına güvendiklerini bildiğim için bu uyarıdan hiçbir şeye inanmamam gerektiği anlamını çıkarıyordum. Zavallı babam, yağmurdan kaçarken doluya tutuluyordu. Kutsanan bu inancın, babama bu ölümcül oyunu oynamış olduğunu düşünüyordum. Yalnız ona da değil. Tanıdığım birçok iyi okumuş ciddi insana da aynı oyunu oynamıştı. Bence, inancın en büyük günahı deneyime izin vermemesiydi. Din bilimciler, Tanrı’nın bazı şeyleri bilinçli ayarladığını ve bazı şeylere izin verdiğini nereden biliyorlardı? Psikiyatristler de, maddenin insan zihninin niteliklerine sahip olduğunu nasıl anlamışlardı? Benim için maddeciliğin ağına düşme tehlikesi yoktu. Oysa babam, bu tehlikeye kesinlikle açıktı. Anlaşılan biri ona “telkin”le ilgili bir şeyler fısıldamıştı çünkü onu, Bernheim’ın telkin üzerine yazdığı kitabı Sigmund Freud’un çevirisinden okurken gördüm. Bu önemli bir sapmaydı çünkü o güne dek, babamın roman, arada sırada da gezi kitapları dışında bir şey okuduğuna tanık olmamıştım. Tüm “zeki” ve ilginç kitaplar tabuydu. Fakat okuduğu psikiyatriyle ilgili kitaplar ona mutluluk getirmedi. Karamsar ruh hali giderek artmaya ve onu daha sık yoklamaya başladı. Hastalık hastalığı da. Doktoru hiçbir şey bulamamasına karşın, yıllardır karın şikâyetleri vardı. Şimdi de “karnında taşlar” varmış duygusundan yakınıyordu. Uzun bir süre, bunları ciddiye almadık fakat sonunda, 1895 yılının sonlarına doğru, doktoru kuşkulanmaya başladı.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version