Ana Sayfa Psikoloji G. JUNG: İLK KEZ O ZAMAN YOKSUL, TAŞRALI BİR RAHİBİN OĞLU OLDUĞUMU...

G. JUNG: İLK KEZ O ZAMAN YOKSUL, TAŞRALI BİR RAHİBİN OĞLU OLDUĞUMU ÖĞRENDİM

Carl Gustav Jung Okul Yıllarını Anlatıyor

I
On bir yaşına basmam başka bir açıdan da önemli oldu. O yıl, Basel’deki liseye yollandım. Böylece kasabadaki arkadaşlarımdan koparılıp görkemli büyük evlerde oturan, olağanüstü güzel atların çektiği arabalarda dolaşan ve pürüzsüz Almanca ve Fransızca konuşan, babamdan çok daha güçlü kişilerin oluşturduğu “büyük dünya”nın bir parçası oldum. Bu kişilerin harçlıkları ve kibarlıkları bol, iyi giyimli oğulları artık benim sınıf arkadaşlarımdı. Büyük bir şaşkınlık ve göstermediğim gizli bir kıskançlıkla onların Alpler’de geçirdikleri tatillerini dinliyordum. Zürich’in çevresindeki ışıl ışıl parlayan o karlı tepelere gitmişler, daha da kötüsü denizi bile görmüşlerdi. Onlara, alev alev yanan karla kaplı dağların erişilmez görkeminden ve düşünü bile kuramayacağım uzak denizlerden gelmiş, başka dünyanın insanları gözüyle bakıyordum. İşte o zaman ilk kez, ne denli yoksul olduğumuzun, babamın yoksul bir taşra rahibi olduğunun, benim de ayakkabıları delik olduğu için ıslak çorapla sınıfta altı saat oturmak zorunda kalan, ondan da yoksul oğlu olduğumun bilincine vardım. Annemle babama farklı bir gözle bakmaya başladım. Sıkıntılarını ve üzüntülerini anlar olmuştum. Babama üzülüyordum. Anneme de nedense daha az. Bana her zaman babamdan daha güçlü gelmiştir. Gene de, babamın arada sırada patlak veren öfke nöbetleri sırasında hep annemi tutuyordum. Taraf tutma yapıma uymuyordu. Çelişkilerden kurtulabilmek için annesini ve babasını ister istemez yargılamak zorunda kalan güçlü bir arabulucu rolünü üstlendim. Bu durum göğsümü kabartmasına kabarttı ama dengesiz özgüvenimi bir yandan çoğaltırken bir yandan da azalttı.

Ben dokuz yaşındayken annem bir kız çocuk doğurdu. Babam gergindi ama çok da mutluydu. “Bu akşam sana bir kız kardeş geldi,” dediğinde iyice şaşırdım çünkü hiçbir şeyin farkında değildim. Annemin sık sık uzanmak istemesinde bence bir gariplik yoktu. Yatmasını da bağışlanmaz bir zaaf olarak nitelendiriyordum. Babam beni annemin yatağının başucuna götürdü. Annem bana doğru, buruşuk kırmızı yüzlü bir yaşlıyı anımsatan, gözleri kapalı bir yaratık uzattığında büyük bir düş kırıklığına uğradım. “Gözleri, bir köpek yavrusununkiler gibi kördür herhalde,” diye düşündüm. Yaratığın sırtında birkaç tane uzun kızıl kıl vardı. Bunları bana gösterdiler. Acaba aslında maymun mu olacaktı? Dehşete düşmüştüm. Ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum. Yeni doğan bebekler hep böyle mi olurdu? Bebeği leyleğin getirmiş olduğunu ağızlarında gevelediler. Öyleyse, bir batında doğan kedi ve köpek yavruları nasıl geliyordu? Batındaki yavrular tamamlanana dek leylek kaç kez gidip gelmek zorunda kalıyordu? Ya inekler? Leyleğin birkaç tane buzağıyı gagasında nasıl taşıdığına akıl erdiremiyordum. Üstelik köylüler buzağının doğduğunu söylüyorlardı. Leylekten söz etmemişlerdi. Öyleyse, bu da bana sık sık yutturulmaya çalışılan palavralardan biriydi. Annemin bir kez daha bilmemem gereken bir şey yaptığına karar verdim.

Ortaya ansızın bir kız kardeşin çıkışı merakımı ve gözlemlerimi bileyen belirsiz bir güvensizlik duygusuna neden oldu ve annemin doğumdan sonraki garip tepkileri bu olayda pişman olunacak bir şeyler olduğuyla ilgili kuşkularımı körükledi. Bunun dışında, bu olay beni fazla rahatsız etmiyordu. Yalnızca, on iki yaşındayken başımdan geçen bir olayın etkisinin artmasına neden olmuş olabilir. Davet edildiğim bir yere giderken annemin uyarılarda bulunmak gibi can sıkıcı bir huyu vardı. Bu gibi durumlarda, en iyi giysilerimi seçer, ayakkabılarımı parlatır, yaptığım işten gurur duyar ve herkesin ortasına çıkmayı önemserdim. Oysa annemin arkamdan bağırdığı küçük düşürücü uyarıları sokaktakilerin duyması beni yerin dibine geçirirdi. “Annenin babanın saygılarını iletmeyi ve burnunu silmeyi unutma! Mendilin var mı? Ellerini yıkadın mı?” vb. Kendime olan hayranlığımdan ve burnumun büyüklüğünden, olduğunca kusursuz bir izlenim yaratmaya çalışırken, aşağılık kompleksime eşlik eden kendini önemseme duygularımın dünyanın gözü önüne serilmesi bana karşı yapılan büyük bir haksızlık gibi gelirdi. Bu olayların benim için büyük önemi vardı. Davet edildiğim eve giderken hafta içinde pazar giysilerimi giydiğimde olduğu gibi çok gururlanır, kendimi önemli hissederdim, ama konuk olacağım ev görünür görünmez durum tümüyle değişir, orada oturanların büyüklüğü ve gücü beni ezmeye başlardı.

Onlardan korkar, değersizliğim beni yerin altına saklanmaya iterdi. Bu duygular içinde zili çalar, içerden gelen zil sesi çanlar çalıyormuşçasına kulaklarımda çınlardı. Kendimi, yolunu kaybetmiş bir köpek gibi ufalmış ve ürkek hissederdim. Annem bana uyarılarını tam yapma olanağı bulmuşsa durum daha da kötüleşirdi. O zaman zilin sesi kulağımda, “Ellerim de, ayakkabılarım da kirli. Mendilim yok. Yakam da kirden simsiyah,” diye uğuldardı. Kendimi savunmak için annemin babamın selamlarını inadına iletmez, gereksiz bir utangaçlık ve dikkafalılık sergilerdim. Durum çok kötüleşirse, tavan arasındaki gizli hazinemi düşünürdüm. Bu beni kendime getirirdi. Ne yapacağımı bilemediğim zamanlarda, siyah taşın ve redingotlu ve silindir şapkalı küçük adamın oluşturduğu hiç açıklanmayacak gizin sahibi “öteki” olduğumu aklıma getirirdim.

Büyüme çağındayken Hz. İsa’yla (ya da kara cüppeli Cizvit’ le) ne bir mezarın başında duran siyah redingotlu ve silindir şapkalı adamların, ne de çayırdaki çukurun bir bağlantısı olduğu aklıma geldi. Fallusun yeraltı tapınağının ve kalem kutumdaki küçük adamın da onunla bir ilgisi olabileceğini düşünemedim. Dik duran tanrı öncelikli gizimdi. Ondan sonra da küçük adam geliyordu. Sanırım, belirgin olmasa da ruh taşıyla, aynı zamanda ben olan taşın bir ilgisi olduğunu sezinliyordum.

Seksen üç yaşında anılarımı yazmaya başladığım bugüne dek, ilk anılarım arasındaki bağlantıları çözebilmiş değilim. Bilinçsiz bir gelişme yolundaki duraklar gibiler. Tek bir kök gövdeden çıkan ayrı ayrı filizleri andırıyorlar. O sırada, Hz. İsa’ya karşı olumlu bir tutum takınabilmem giderek zorlaştı ve bu nedenle, on bir yaşımdan itibaren Tanrı kavramı ilgimi çekmeye başladı. Tanrı’ya dua etmeye başladım. Çelişkili olmadığı için bu dua daha doyurucuydu. Tanrı, kuşkum yüzünden karmaşık bir hale gelmiyordu. Üstelik, kara cüppeli biri değildi. Resimlerinde görüldüğü gibi, insanların içli dışlı olduğu, parlak giysiler içindeki İsa da değildi. Duyduğuma göre, tam olarak saptanması olanaksız, eşi olmayan bir kavramdı. Çok güçlü, yaşlı bir adam gibi bir şey olduğuna kuşku yoktu. “O’nu ne gözünün önüne getirmelisin ne de O’nu başka bir şeyle karşılaştırmalısın,” buyruğu doğrusu çok hoşuma gidiyordu. Demek ki, “giz” olmayan Hz. İsa gibi, onunla içli dışlı olamıyordun. Zihnimde, tavan arasındaki gizimle bir benzerliği olduğu düşüncesi oluşmaya başladı…
Okul beni sıkmaya başlamıştı çünkü yeğ tuttuğum savaş resimleri çizmek ve ateşle oynamak için hiç zamanım kalmıyordu. Din dersleri anlatılamayacak denli sıkıcıydı.

Matematikten de ödüm kopuyordu. Öğretmene göre cebir çok doğal, sıradan bir şeydi. Oysa ben, sayıların bile ne olduğunu doğru dürüst anlayamıyordum. Ne çiçek ne hayvan ne de fosildiler. Sayma sonucunda ortaya çıkan niteliklerdi yalnızca. Üstelik de bu nitelikler, artık duyulabilen seslere dönüşüp harf olmuşlardı. Garip olan da, sınıf arkadaşlarımın bunlarla başa çıkabilmeleri ve onları hiç de yadırgamamalarıydı. Kimse bana sayıların ne olduğunu açıklayamadı. Daha doğrusu ben soruyu doğru dürüst soramadım. Zor durumda olduğumu kimsenin anlamaması beni dehşete düşürüyordu. Öğretmenin, bana garip gelen bu nitelikleri, seslere dönüştürme işlemini açıklamak için elinden geleni yaptığını itiraf etmeliyim. Sonunda anlayabildiğim, sayısız niteliğin kısa formüllerle ifade edilebilmesi için bir tür kısaltmalar sistemine gerek duyulduğu oldu ama bu da beni hiç ilgilendirmiyordu. Bu işin tümüyle keyfî olduğunu düşünüyordum. Sayıları seslerle ifade etmenin ne anlamı vardı? Pekâlâ a ardıç ağacıyla, b begonyayla, x de bir soru işaretiyle ifade edilebilirdi. A, b, c, x ve y’nin elle tutulur bir yönleri yoktu ve bir ardıç ağacı bana sayıların özünü ne kadar anlatabiliyorsa, onlar da o kadar anlatabiliyorlardı. Beni en çok işin içinden çıkamadığım denklemler bunaltıyordu: a=b’ye ve b=c’ye, o halde a=c’ye. Tanıma göre a, b’den farklıydı; öyleyse bırakın c’yi bir yana, b’ye nasıl olup da eşit olabiliyordu? Eşitlik söz konusu olduğunda hep a=a’ya, b=b’ye vb. deniyordu. Bunu anlıyordum ama, a=b bence büyük bir yalan ya da bir üçkâğıttı. Öğretmen, yaptığı paralel çizgilerin tanımına ters düşerek bu çizgilerin sonsuzda birleştiklerini varsaydığında da sinirleniyordum. Bence bu yalnızca cahilleri kandırabilecek aptalca bir numaraydı ve bu nedenle hiç üstüme almıyordum. Zihinsel ahlakımın bu keyfî tutarsızlıklarla savaşması ömür boyu matematiği anlamamı engelledi. İyice yaşlanana dek sınıf arkadaşlarım gibi karşı çıkmadan, a=b denklemini ya da güneş=ay, köpek=kedi’yi kabul edebilseydim matematik beni ömür boyu kandırabilirdi ama bugün, seksen üç yaşımda, acaba ne kadar kandırabilirdi diye kuşkuya düşüyorum. Yaşamım boyunca, doğru dürüst hesap yapabilmeme karşın, nasıl olup da matematikle bir türlü bağdaşamadığım sorusuna yanıt bulamadım. Ahlaksal açıdan matematikten neden kuşku duyduğumu da hiç anlayamadım.

Denklemlerde, ancak harflerin yerine belirli sayısal değerler koyarak işlemin doğruluğunu hesaplayabiliyordum. Matematikte ilerledikçe, anlamlarını kavrayamadığım cebir formüllerini, belirli harf bileşimlerinin tahtanın neresinde olduklarına dikkat ederek yazıp ezberliyor ve böyle idare ediyordum. Sonra öğretmen arada sırada, “Şimdi buraya şunu koyuyoruz,” deyip tahtaya birkaç harf karaladığında kafam iyice karışıyordu. Bu harfleri nereden çıkarttığı ve neden oraya koyduğu konusunda en ufak bir fikrim yoktu.

Görebildiğim tek neden, onu tatmin edecek bir sonuca ulaştırabilecek işlemi sürdürebilmek için bunları koyduğuydu. Bir türlü anlayamamama öylesine kızıyordum ki soru sormaya bile cesaret edemiyordum.
Matematik dersleri işkenceye dönüşmüştü. Öbür derslerse kolay geliyordu. Görsel hafızam güçlü olduğu için matematikte de idare edip iyi notlar almayı uzun bir süre başardım. Başarısız olma korkusu ve çevremdeki dünyanın karşısındaki küçüklüğüm bende hem nefret hem de suskun bir umutsuzluk yarattı ve okul yaşamımı mahvetti. Üstelik, hiç yeteneğim olmadığı gerekçesiyle resim derslerinden muaf tutulmuştum. Daha çok boş zamanımın olması işime geliyordu ama bu da başka bir yenilgiydi. Oysa başarısının ruh halime bağlı olduğunun farkına varamadığım biraz resim yeteneğim vardı. Yalnızca, düş gücümü canlandıran şeyler çizebiliyordum. Benden istenen, görmeyen gözlerle bakan Yunan tanrılarını kopya etmemdi. Bunu beceremeyince öğretmen –sanırım– daha doğaya dönük bir şeye gereksinim olduğuna karar verdi ve önüme bir keçi başı koydu. Bu ödevin daha da başarısız olması, resim derslerimin sonu oldu.

On iki yaşına girdiğim yıl kaderim değişti. Yazın ilk günlerinde, bir gün, katedralin olduğu meydanda durmuş, evine benimle aynı yoldan gidip gelen bir okul arkadaşımı bekliyordum. Saat öğlen on ikiydi. Sabah dersleri bitmişti. Ansızın çocuklardan biri bana omuz atınca kendimi yerde buldum. Başım kaldırımın kenarına öylesine hızlı çarptı ki nerdeyse bilincimi yitirdim ve yarım saat kadar kendimi toparlayamadım. Başımı çarptığım anda zihnimden şimşek hızıyla, “Artık okula gitmen gerekmeyecek,” düşüncesi geçmişti. Bana çarpan çocuktan intikam almak için, yarı baygın olmama karşın orada gerektiğinden birkaç dakika daha fazla kıpırdamadan yattığımı anımsıyorum. Sonra insanlar beni kaldırıp yakında oturan bekâr ve yaşlı iki teyzenin evine taşıdılar.

O günden sonra, okula geri dönmem gerektiği söylendiğinde ya da annemle babam ödev yapmam için zorladıklarında düşüp bayılmaya başladım. Altı aydan uzun bir süre okuldan uzak kaldım. Bu benim için bayramdı. Özgürdüm. Saatlerce hayallere dalabiliyor, istediğim yere, ormana ya da su kenarına gidebiliyor, resim yapabiliyordum. Savaş resimleri, şiddetle çarpışanlar, hücuma uğramış ya da yakılıp yıkılmış eski kaleler ve sayfalarca karikatür çizmeyi sürdürüyordum. Bugün bile, uykuya dalmadan önce, onlara benzer karikatürler gözümün önüne gelir. Sürekli değişen ve sırıtan yüzlerdir bunlar. Aralarında, tanıdığım ve bir süre önce ölen insanların yüzleri de olur. Her şeyden önemlisi gizemin dünyasına da dalabilmiş olmamdı. Bu dünya, ağaçları, suları, bataklıkları, taşları ve babamın kütüphanesini kapsıyordu. Giderek dünyadan kopuyordum ve vicdanım ara sıra beni biraz rahatsız ediyordu. Zamanımı orada burada dolaşarak, onu bunu toplayarak, okuyarak ve oynayarak öldürüyordum. Bunlar beni mutlu etmiyordu. İçimden bir ses belirgin olmasa da bir şeylerden kaçtığımı söylüyordu.

Bu durumun nasıl oluştuğunu hiç düşünmüyordum. Yalnızca, sürekli doktorlara danışan annemin ve babamın kaygı duymalarına üzülüyordum. Doktorlar kafalarını kaşıyor ve beni, tatilimi geçirmek üzere apar topar Winterthur’daki akrabalarımın yanına yolluyorlardı. Bu kentin bana sonsuz zevk veren bir istasyonu vardı. Eve döndüğümde eski durumumda bir değişiklik olmuyordu. Doktorlardan biri sara hastalığım olduğu kanısındaydı. Sara nöbetlerinin nasıl olduğunu bildiğim için bu saçmalığa içimden gülüyordum. Annemle babamın kaygıları daha da artmıştı. Bir gün babamın arkadaşlarından biri onu görmeye geldi. Hiç bitmeyen merakım yüzünden, sık bir çalılığın arkasına saklanmıştım. Konuğun, “Oğlun nasıl?” diye sorduğunu duydum. Babam, “Sorma, bu çok tatsız bir durum. Doktorlar ne olduğunu anlayamıyorlar. Sara diyorlar. İyileşmeyecek bir hastalığı varsa bu bir felaket olur. Elimde ne varsa tükendi. Zaten fazla bir şeyim yoktu. Çalışamayacak durumda olursa ne yapar bu çocuk?” diye dert yandı.

Yıldırım çarpmışa döndüm. Gerçek başıma bir balyoz gibi indi. Ansızın, “Demek ki çalışmam gerekli,” diye düşündüm. O anda aklı başında bir çocuğa dönüştüm. Sessizce oradan uzaklaşıp babamın kütüphanesine gittim. Latince gramer kitabımı çıkarıp istekle çalışmaya koyuldum. On dakika geçmeden çok şiddetli bir nöbete yakalandım. Neredeyse sandalyeden düşüyordum ama birkaç dakika sonra kendimi daha iyi hissetmeye başlayınca çalışmamı sürdürdüm. Kendi kendime, “Lanet olsun, bayılmayacağım işte,” diyor, çalışmamı sürdürüyordum. İkinci bir nöbet bu kez on beş dakika sonra geldi. O da birincisi gibi kısa sürede geçti. “Şimdi direnmelisin,” dedim kendi kendime. Yarım saat sonra bir nöbet daha geldi. İnatla çalışmayı sürdürüyordum. Bir saat kadar çalıştıktan sonra nöbetlerin üstesinden geldiğimi sezinledim ve birdenbire kendimi, son birkaç aydır hissetmediğim kadar iyi hissettim. Nöbetler de gerçekten bir daha gelmedi. O günden sonra her gün gramer ve öbür dersleri çalışmaya başladım ve birkaç hafta sonra okula geri döndüm. Orada bile bir daha nöbet gelmedi. Numara yapmanın sonu gelmişti. Nevrozun ne olduğunu işte böyle öğrendim.

Nöbetlerin nasıl oluştuklarını yavaş yavaş anımsamaya başladığımda, bu utanç verici numaraları benim planladığım ortaya çıktı. Bu nedenle, beni iten okul arkadaşıma hiçbir zaman gerçekten kızmamıştım. O beni itmeye mecbur kalmış denebilir; ondan sonrasıysa benim şeytanca uydurduğum bir senaryodan öte bir şey değildi. Bir daha böyle bir şeye kalkışmayacağımı biliyordum. Kendime kızıyor ve utanıyordum. Kendimi aldattığımın ve kendi gözümde küçük düştüğümün bilincindeydim Başka kimsenin bu işte bir suçu yoktu; kaçan bendim. O günden sonra annemle babamın benim için kaygılanmalarına ya da bana acır gibi konuşmalarına dayanamaz oldum.

Nevrozum da bir gize dönüşmüştü ama bu kez utanç verici bir giz, bir yenilgiydi; ama bana her işi zamanında yapma ve çalışkanlık aşılamıştı. O günler sorumluluk yüklenmeyi öğrenmeye başladığım günlerdir. Bir işe yarayacaksam bunu ilk önce kendi iyiliğim için yapmam gerekiyordu, göstermelik değil. Ders çalışmak için düzenli olarak sabah beşte kalkmaya başladım. Bazen de, gece üçten sabah yedide okula gidene dek çalışıyordum.
Tutkuya dönüşen yalnız kalma isteğim ve yalnızlıktan çok zevk almam yolumu şaşırmama neden olmuştu. Doğa bana mucizelerle dolu geliyordu; onun içine dalmak istiyordum. Her bir taş, her bir bitki ve doğanın her bir parçası canlı ve anlatılmayacak denli olağanüstüydü gözümde. O zamanlar doğaya gömülmüştüm, daha doğrusu insanların dünyasından tümüyle uzaklaşıp doğanın özüne emekleyerek girmeye çalışmıştım.

O zamana denk düşen önemli bir anım daha var. Bir gün, yaşadığımız Klein-Hüningen’den Basel’deki okula gitmek için kullandığım uzun yolda yürürken, bir an için çok yoğun bir bulutun içinden çıkmışım gibi bir duyguya kapıldım ve o anda “kendimi” bulduğumu anladım. Arkamda sanki sisten bir duvar vardı ve o duvarın arkasındaki gerçek ben değildim. Ancak o anda, “kendim” olabilmiştim. O andan önce de vardım ama olaylar rasgele başıma geliyordu. Oysa artık ben, “ben” olmuştum. Benliğime kavuşmuş, varlığımı bulmuştum. Daha önce benden bazı şeylerin yapılması istenirdi, oysa artık ben istiyordum. Bu deneyim bana çok yeni ve çok önemli geldi. Demek ki içimde bir “yetki” vardı. O günlerde ve daha önce bayılma nevrozuna tutulduğum aylarda tavan arasındaki hazinem aklımın ucundan bile geçmemişti. Anımsasaydım, büyük bir olasılıkla yetki duygumla, hazinemin bana verdiği değerli olma duygusunun benzerliklerini görebilirdim. Oysa böyle olmamış, kalem kutusu tümüyle belleğimden silinmişti.

O günlerden birinde, tatili geçirmek üzere Luzern Gölü’nün kenarında evi olan bir aile dostumuza davet edilmiştik. Evin gölün üzerinde olması ve bir kayıkhaneyle bir teknenin olması beni çok sevindirdi. Evin sahibi oğlunu ve beni, dikkatli olmamız konusunda iyice uyardıktan sonra tekneyi kullanmamıza izin verdi. Ne yazık ki, bir Weidling’in nasıl kullanılacağını biliyordum. Kullanmak için ayakta durmak gerekiyordu. Bizim de derme çatma, altı düz bir sandalımız vardı. Ona binip olmadık numaralar yapmaya kalkardık. O gün tekneye binince, hemen idareyi ele alıp tek kürekle gölde açılmaya başladım. Bu davranışım evhamlı ev sahibine yetti. Bizi ıslık çalarak geri çağırdı ve beni çok fena azarladı. Yerin dibine geçtim ama bize yapmayın dediği şeyi yapmıştım; azarlamakta haklıydı. Öte yandan, bu cahil şişko ayının “bana” hakaret etmesine de çok öfkelenmiştim. İçimdeki “ben” ergindi, önemliydi ve yetkindi, yeri olan onurlu biriydi, çekinilecek saygın bir yaşlı adamdı. Düşündüklerim gerçekle öylesine çelişkiliydi ki öfkem sırasında birdenbire duraksadım ve kendime, “Tanrı aşkına sen de kim oluyorsun?” sorusunu sormak zorunda kaldım. “Sanki çok önemliymişsin gibi tepki gösteriyorsun. Adam bal gibi haklı. Henüz on iki yaşında bile olmayan bir öğrencisin. O bir baba ve güç sahibi zengin bir adam. İki güzel evin ve bir sürü güzel atın sahibi,” diye düşündüm.

O anda, aslında iki ayrı insan olduğumun bilincine varmak beni allak bullak etti. Bunlardan biri cebiri sökemeyen ve kendine güveni olmayan bir öğrenci, öbürü de hafife alınamayacak denli önemli ve büyük, yetki sahibi bir adamdı. Onu yaratan kadar güçlü ve etkindi. On sekizinci yüzyılda yaşamıştı. Tokalı ayakkabılar giyen, beyaz bir peruk takan ve kalesche; yüksek içbükey arka tekerlekleri arasındaki yaylara deri kemerlerle bağlanmış, bir atlı arabada dolaşan yaşlı bir adamdı.

Bu düşünce, garip bir deneyim sonucunda oluşmuştu. Klein-Hüningen’de otururken bir gün Kara Ormanlar’dan gelen çok eski yeşil bir atlı araba bizim kapının önünden geçmişti. Sanki on sekizinci yüzyıldan çıkmış, tam bir antikaydı. Onu gördüğümde büyük bir heyecanla, “Tamam bu işte! Benim zamanımdan geliyor,” diye düşünmüştüm. Benim kullandığım arabanın aynısı olduğu için tanımıştım onu sanki. Sonra biri benden bir şey çalmış ya da beni aldatıp sevdiğim geçmişimi elimden almış gibi garip bir sentiment, écoeurant’a (akıp giden duygulanımlara) kapılmıştım. Atların çektiği araba o zamandan kalma bir yadigârdı. İç dünyamda nelerin olup bittiğini ya da beni neyin bu denli etkilediğini bilemiyorum. Güçlü bir özlem, bir nostalji ya da tanıdık geldiği için içimden, “Evet, işte tam böyleydi! İşte tam böyleydi!” diye onaylayan bir ses olabilir.

On sekizinci yüzyıla dönük başka bir deneyimim daha var. Teyzelerimden birinin evinde, o yüzyıldan kalma iki tane boyalı pişmiş toprak biblo görmüştüm. Bunlardan biri on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru Basel’in tanınmış kişilerinden biri olan yaşlı doktor Stückelberger, öbürü de onun hastalarından biri olan genç bir kızdı. Gözlerini kapatmış, dilini çıkartmıştı. Söylentiye göre yaşlı Stückelberger bir gün Ren Köprüsü’nden geçerken, onu rahat bırakmadığı için bıkıp usandığı hastalarından biri yanında bitmiş ve gene hastalığıyla ilgili bir şeyler gevelemiş. Yaşlı Stückelberger de, “Tamam tamam, hastasın anladık. Ağzını aç. Gözlerini kapa,” demiş ve hasta dediğini yapar yapmaz, çevredekiler gülmekten kırılırken, onu öylece orada bırakıp sıvışmış.

Doktorun biblosundaki tokalı ayakkabıların nedense benim olduklarını düşünüyordum. Bu ayakkabıları giymiş olduğuma kuşkum yoktu. Buna inanmam beni çok heyecanlandırıyordu, “Bunlar benim ayakkabılarım,” diyordum. Ayakkabıları hâlâ ayağımda hissedebiliyor ama bu çılgın inancın nedenini çözemiyordum. Nasıl oluyordu da on sekizinci yüzyıla ait olabiliyordum! O günlerde tarihi sık sık, 1886 yerine 1786 diye atardım ve her attığımda da anlaşılmaz bir nostalji sarardı beni.

Tekneyi kaçırıp hak ettiğim azarı yediğimden beri ayrı ayrı izlenimlerin üzerinde düşünmeye başladım ve sonunda bunlar tek bir imgeye dönüştü: Aynı anda iki ayrı zamanda yaşıyordum ve iki ayrı insandım. Kafam karmakarışıktı ve sürekli bunu düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum ama sonuçta, büyük bir düş kırıklığına uğrasam da, azarı hak eden küçük bir öğrenciden başka bir şey olmadığım ve yaşıma göre davranmam gerektiği gerçeği ağır bastı. Öbür kişilik büyük bir olasılıkla saçmalıktan başka bir şey değildi. Annemle babamın ve akrabalarımızın, büyükbabamla ilgili anlattıklarından etkilendiğimi sandım. Oysa bu da tümüyle doğru olamazdı; çünkü o 1795’te doğmuştu, dolayısıyla on dokuzuncu yüzyılda yaşamıştı. Üstelik ben doğmadan çok önce ölmüştü. Onunla özdeşleşmiş olamazdım. Bu düşüncelerin ara sıra, belirsiz sezinlemeler ve düşler biçiminde ortaya çıktıklarını belirtmem gerekir. O zamanlar Goethe’yle olan efsanevi akrabalığım konusunda bir şey bilip bilmediğimi anımsayamıyorum ama sanmam, çünkü bunu ilk kez yabancılardan duyduğumu biliyorum. Üstelik, büyükbabamın Goethe’nin öz oğlu7 olduğuyla ilgili tatsız söylentilerin süregeldiğini de eklemek zorundayım.

Matematik ve resimdeki başarısızlığıma bir üçüncüsü eklenmişti: Baştan beri jimnastik dersinden nefret ediyor, başkalarının bana nasıl hareket etmem gerektiğini söylemelerine dayanamıyordum. Okula bir şeyler öğrenmeye gidiyordum, yararsız ve anlamsız akrobasi numaraları yapmak için değil. Ayrıca, daha önce geçirdiğim kazalar nedeniyle, bedensel hareketlere karşı, çok sonraları yenebildiğim bir çekingenliğim vardı. Bu çekingenlik dünyayla ve onun getirebilecekleriyle bağlantılıydı. Dünya, kuşkusuz bana güzel ve istenen bir yer olarak görünüyordu ama anlaşılamayan görünmez tehlikelerle dolu olduğu da su götürmezdi. Bu nedenle her zaman, baştan neye ve kime emanet edildiğimi bilmek istiyordum. Acaba buna annemin beni birkaç ay terk etmesi mi neden olmuştu? Doktorun bayılma nöbetlerim nedeniyle jimnastik derslerine girmemi yasaklaması çok işime geldi. Böylece hem bir yükten hem de yeni bir başarısızlıktan kurtulmuş oluyordum.

Aynı yıl (1887) bir gün, öğlen okuldan çıkıp katedralin olduğu meydana gittim. Işıl ışıl bir gündü. Gökyüzü masmaviydi ve katedralin yeni parlatılmış damına güneş yansıyordu. Görüntünün güzelliği beni öylesine etkiledi ki, “Dünya da Kilise de güzel ve bu güzelliklerin tümünü Tanrı yarattı. O çok uzaklarda mavi göğün içinde altın bir tahtta oturuyor ve…” Bundan sonra bir kopukluk oldu. Boğulur gibi oldum. Elim ayağım tutmaz olmuştu. Yalnızca zihnimden, “Sakın düşünmeyi sürdürme. Aklına çok kötü bir şey gelecek. Düşünemeyeceğin denli kötü bir şey. Yaklaşmaman gerekli ona. Neden mi? Çünkü günahların en büyüğünü işlemiş olacaksın. En büyük günah hangisidir? Cinayet mi? Hayır, o değil. En büyük ve en bağışlanmaz günah Kutsal Ruh’a karşı işlenendir. Sonsuza dek Cehennem’de yanarsın. Bu denli düşkün oldukları tek oğullarının sonsuza dek lanetlenmesi anneni babanı perişan eder. Bunu onlara yapmamalısın. Düşünmemen gerekli,” diye geçiyordu!

Bunu söylemek yapmaktan daha kolaydı. Eve oldukça uzak yolda, başka şeyler düşünmek için kendimi zorladım ama o çok sevdiğim güzel katedrali ve tahtta oturan Tanrı’yı düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Sonra da düşüncelerim güçlü bir elektrik cereyanına kapılmışçasına dağılıyorlardı. Sürekli kendime, “Bunu düşünme, sakın bunu düşünme,” diye telkinde bulunuyordum. Eve vardığımda allak bullaktım. Annem farkına vardı ve, “Ne oldu? Yoksa okulda mı bir şey oldu?” diye sordu. Onu yalana başvurmadan bir sorun olmadığına inandırabildim. Gerçekten de okulda bir şey olmamıştı. Anneme gerginliğimin gerçek nedenini söylemenin beni rahatlatacağını düşünüyordum. Oysa buna olanak yoktu çünkü ona söyleyebilmek için düşündüklerimin sonunu getirmem gerekiyordu. Zavallı annem hiçbir şeyden kuşkulanmıyordu ve korkunç bir günah işleyip Cehennem’de yanma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumu bilmiyordu. İtiraf etmekten vazgeçip olabildiğince sakinleşmeye çalıştım.

O gece, henüz çözemediğim yasak düşünce beni sık sık rahatsız ettiği için doğru dürüst uyuyamadım. Umarsızca, onu zihnimden silmeye çalışıyordum. O geceyi izleyen iki gün tam bir karabasandı. Sonunda annem hasta olduğuma karar verdi. İtiraf etmemekte direniyordum çünkü annemi ve babamı çok üzeceğimden korkuyordum.

Üçüncü gece, işkence öylesine dayanılmaz bir hal aldı ki artık ne yapacağımı bilemez oldum. Huzursuz bir uykudan uyandığımda gene katedrali ve Tanrı’yı düşünürken buldum kendimi. Üstelik düşünmeyi sürdürmek üzereydim. Direncim giderek azalıyordu. Korkudan ter içinde kalmıştım. Uykumu dağıtabilmek için yatağın içinde oturdum. “İş ciddileşiyor,” diye düşündüm. “İşte gene geliyor. Gelmeden “düşünmeliyim”. Bilmediğim bir şeyi neden düşüneyim? Bunu kesinlikle istemiyorum Tanrım! Böyle düşünmemi kim istiyor? Kim beni bilmediğim ve bilmek istemediğim bir şeyi düşünmeye zorluyor? Bu ürkünç istek nereden geliyor ve neden ben? Bu güzel dünya için Yaratıcı’ya övgüler yağdırıp bu paha biçilmez armağanı verdiği için ona minnet duyduğum bir anda neden böylesine anlaşılmaz bir kötülük düşünmem gerekiyor? Ne olduğunu bilmiyorum gerçekten ama uzak durmam gerektiğini biliyorum, yoksa beni ansızın yakalayacak. Bunu ben istemedim, elimde de değil. Kötü bir düş gibi geldi. Böyle şeyler nereden çıkıyor? Ben bir şey yapmadan neden bunlar oluyor? Ben kendimi yaratmadım ki! Tanrı’nın beni yarattığı gibi doğdum. Annemle babamın beni biçimlendirdiği gibi. Yoksa annemle babam mı böyle bir şeyin olmasını istedi? Böyle bir şeyi istemiş olamazlar. Böylesine ürkünç bir şey akıllarının ucundan bile geçmemiştir.”

Bu düşünceyi tümüyle saçma buldum. Yalnızca resimlerinden tanıdığım büyükbabamı ve büyükannemi düşündüm. Onları suçlayamayacak kadar onurlu ve iyi yürekli görünüyorlardı. Geçmişte yaşayan tanımadığım atalarımı izleye izleye sonunda Âdem’le Havva’ya kadar geriye gittim ve son noktaya geldim: Âdem’le Havva ilk insanlardı. Anneleri ve babaları yoktu ve onları oldukları gibi yaratan Tanrı tarafından doğrudan doğruya bilinçli yaratılmışlardı. Tanrı onları nasıl yarattıysa öyle olmuşlardı çünkü başka seçenekleri olmamıştı. Dolayısıyla, nasıl farklı olabileceklerini bilmiyorlardı. Tanrı yalnızca kusursuzu yarattığı için onlar da kusursuz yaratıklardı. Oysa Tanrı’nın istemediği ilk günahı işlemişlerdi. Nasıl olmuştu bu? Tanrı onların içine bunu yapma olasılığını vermeseydi bunu yapamazlardı. Onlardan önce, onları günaha itsin diye yılanı yaratmasından da belliydi bu. Her şeye kadir olan Tanrı, ilk anne ve baba günah işlesin, diye yapmıştı bunu. Öyleyse, onların günah işlemelerini öngören Tanrı’nın kendisiydi.

Böyle düşünmek beni işkencelerin en büyüğünden kurtardı çünkü artık beni bu duruma sokanın Tanrı’nın kendisi olduğunu anlamıştım ama günah işlememi isteyip istemediğine karar veremiyordum. Aydınlanmak için dua etmeyi artık düşünmüyordum çünkü bu durumu beni isteğim dışında yaratan ve bana yardım etmeyen Tanrı’nın kendisiydi. Onun neyi istediğini ben bulup çıkarmalı ve tek başıma işin içinden çıkabilmeliydim. Bu noktada başka bir sav ortaya çıktı: “Tanrı neyi istiyordu? Harekete geçmemi mi yoksa geçmememi mi? Tanrı’nın ne yapmamı istediğini anlamalı ve doğru yolu bulmalıydım.” Geleneksel ahlaka göre günah işlemenin tartışılacak bir yanı olmadığını kuşkusuz biliyordum. O güne dek buna uymuştum ama artık uyamayacağımı biliyordum. Düzensiz uykularım ve ruhsal huzursuzluğum direncimi öylesine azaltmıştı ki düşünmemeye çalışmak içimi düğüm düğüm ediyordu. Bu böyle süremezdi ama Tanrı’nın isteğinin ve niyetinin ne olduğunu bilmeden de boyun eğmem olanaksızdı. Bunun nedeni de, umarsız sorunun mimarının o olduğuna artık kuşkumun kalmamasıydı. Garip olan, bir an bile Şeytan’ın bana oyun oynayabileceğini düşünmeyişimdi. O zamanlar zihinsel dünyamda Şeytan’ın hemen hemen hiç yeri yoktu ve onu hep Tanrı’ya oranla çok daha güçsüz bulurdum. O sisten çıktığım ve kendi benliğimi bilinçli algıladığım andan itibaren Tanrı’nın tekliği, yüceliği ve insanüstü oluşu düş gücümü rahat bırakmaz olmuştu. Sonuç olarak, Tanrı’nın beni karara varmak için sınadığından ve her şeyin, benim O’nu doğru anlamama bağlı olduğundan hiç kuşkum kalmamıştı. Sonunda direnemeyeceğimin bilincindeydim ama ruhumun sonsuza dek kurtuluşu tehlikede olduğu için neler olduğunu doğru dürüst anlamadan böyle bir duruma düşmek istemiyordum.
“Tanrı uzun süre dayanamayacağımı biliyor ve bu bağışlanmaz günahı işlemek üzere olmama karşın yardım etmiyor. Her şeye kadir olduğu için üzerimden bu zorunluluğu kolayca kaldırabilir ama belli ki bunu yapmayacak. Sonsuza dek lanetleneceğimden korktuğumdan ahlak değerlerime, dinime ve hatta O’nun buyruklarına ters düşen hiçbir şeyi yapmamak için tüm gücümle direnmeye çalışıyorum ama acaba beni sınamak için mi bana bu zor görevi veriyor? İnancımın ve aklımın ölüm ve Cehennem korkusuna kapılmış oldukları bu durumda bile O’nun isteğine boyun eğme yetimin olup olmadığını görmeyi istiyor olabilir mi? Gerçek yanıt bu olabilir ama bunlar yalnızca benim düşüncelerim. Yanılmış olabilirim. Mantığıma bu denli güvenemem. Bir kez daha baştan alarak düşünmeliyim!”

Birçok kez yeniden düşünüyor ama hep aynı sonuca varıyordum. “Tanrı’nın yürekli olmamı göstermemi istediği kesin,” diye düşünüyordum. “Bu doğruysa ve bu deneyimi baştan sona yaşayabilirsem beni kutsar ve aydınlatır.”

Sonunda, tüm cesaretimi kendimi cehennem ateşine atarcasına topladım ve düşünceyi engellemedim. Gözümün önünde katedral ve mavi gökyüzü canlandı. Tanrı, dünyadan yüksekte, altın tahtında oturuyor ve tahtın altından düşen çok büyük bir dışkı ışıldayan yepyeni damın üzerine düşüp onu paramparça ediyor ve katedralin duvarlarını yıkıyordu.
Demek ki buymuş! İnanılmaz rahatladım. Beklediğim lanet yerine, kutsanmış gibi oldum. O güne dek duyumsamadığım bir huzur sardı beni ve mutluluktan ve minnetten ağlamaya başladım. Tanrı’nın karşı çıkılmaz gücüne boyun eğince, O’nun iyiliği ve bilgeliği bana gösterilmişti. Sanki aydınlanmış gibiydim. Daha önceleri anlayamadığım şeyleri anladım. “Babam işte bunu anlayamadı,” diye düşündüm. Tanrı’nın isteğini sorgulamamış, derin inancı nedeniyle ve belirli nedenleri öne sürerek buna karşı çıkmış ve dolayısıyla, O’nun, her yarayı saran ve insanın her şeyi anlamasına neden olan mucizevi lütfunu hiçbir zaman elde edememişti. Rehber olarak İncil’in buyruklarını kabullenmiş, Tanrı’ya İncil’in reçete gibi sunduğu biçimde inanmış, ona atalarının öğrettiğiyle yetinmişti. İncil’den ve Kilise’den üstün ve o anda da canlı olan, her şeye kadir ve özgür Tanrı’yı hiç tanımamış ve O’ nun kendi özgürlüğüne insanı da katmak istediğini ve çekinmeden O’nun buyruklarına uyabilmesi için insanı kendi düşüncelerini ve inandıklarını yadsımasına zorladığını anlayamamıştı. Tanrı insanın yürekliliğini sınarken ne denli kutsal olurlarsa olsunlar geleneklerden etkilenmeyi yadsır ve her şeye kadir olduğu için bu cesaret sınavlarının sonucunda ortaya bir kötülük çıkmamasını sağlar. Tanrı’nın isteğini yerine getirirseniz doğru yolda olduğunuza güvenebilirsiniz.

Âdem’le Havva’yı, düşünmek istemediklerini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştı. Onların söz dinler olup olmadıklarını anlamak için yapmıştı bunu. Dinle ilgili geleneksel nedenler yüzünden yadsımam gerekli olan bir şeyi yapmamı istemiş olabilirdi. Onun isteğine uyduğum için benden lütfunu esirgememişti ve ancak o deneyimden sonra Tanrı’nın lütfunun ne olduğunu öğrenebilmiştim. İnsanın kendini tümüyle Tanrı’nın iradesine bırakması gerekiyordu. Önemli olan O’nun iradesine uymaktı ve bu sağlanamazsa, her şey anlamını yitiriyordu. Gerçek sorumluluğum da o anda, O’nun lütfuna erdikten sonra başladı. Ama katedralini neden kirletmişti? Bana göre bu, ürkütücü bir düşünceydi ve bu düşünce belirgin olmasa da, başka bir düşünceye yol açtı: Belki de Tanrı ürkünçtü. Karanlık ve ürkütücü bir giz yaşamıştım. Sonuçta bu düşünce bütün yaşamıma gölge düşürdü. Aşırı düşünür oldum.

Bu deneyimin başka bir etkisi de aşağılık duygumu körüklemesi oldu. Bir şeytan ya da bir eşeğim ben ve sonsuza dek yitik olmaya mahkûmum, diye düşünmeye başladım ama sonra İncil’i karıştırmaya başlayıp Ferisilerin ve vergi toplayanların nasıl aşağılandıklarını ve asıl seçkinlerin itilip kakılanlar olduğunu okuyunca rahatladım. Güvenilmez ev sahibinin övülmesi ve kararsız Petrus’a kilisenin üzerine inşa edildiği taşın verilmesi üzerimde kalıcı bir etki yarattı.

Aşağılık duygum arttıkça Tanrı’nın lütfunu anlamam zorlaşıyordu. Zaten hiçbir zaman kendime güvenememiştim. Annem bana bir gün, “Sen her zaman iyi bir çocuk oldun,” dediğinde ne demek istediğini anlayamadım. Ben mi iyi bir çocuktum? Bu da yeni çıkmıştı. Oysa ben kendimi hep bozulmuş, değersiz biri olarak görmeye alışmıştım.

Katedralle ilgili deneyimimden sonra, en sonunda, büyük gizin bir parçasıyla bağlantısı olan bir şeye sahip olmuştum. Sanki her zaman gökyüzünden düşen taşlardan söz edercesine ve artık cebimde de onlardan biri varmışçasına. Aslında utanç verici bir deneyimdi. Ayrıcalığı olmasına karşın kötü, kötü olduğu kadar da karanlık bir duruma düşmüştüm. Bazen bir şey söylememek için kendimi zor tutuyordum. Olanları anlatmak için değil, yalnızca, bende kimsenin bilmediği bir gariplik olduğuna değinmek için. Başkalarının da bu tür deneyimlerden geçip geçmediklerini bilmek istiyordum. İnsanların hiçbirinde böyle bir durumun izine bile rastlamamıştım. Sonuç olarak dışlandım mı, seçildim mi, lanetlendim mi, yoksa kutsandım mı, çözemedim.

Ne deneyimimden ne yeraltı mabedindeki fallusla ilgili düşten ne de oyma küçük adamımdan açık açık söz etmek aklımın ucundan geçiyordu. Aslına bakarsanız, fallusla ilgili düşten altmış beş yaşına gelene dek kimseye söz etmedim. Öbür deneyimlerimden karıma söz etmiş olabilirim. O da uzun yıllar sonra. Bu gibi konularda çocukluğumdan kalan çok katı bir tabunun etkisi vardı üzerimde. Arkadaşlarımla bunları konuşamazdım.
Tüm gençliğim bu gizle değerlendirebilir. Bu durum beni dayanılmaz bir yalnızlığa itmişti. O yıllardaki tek başarım bunlardan kimseye söz etmemekte direnebilmemdir. Böylece, dünyayla ilişkim baştan saptanmış oldu: Bugün de o zamanki gibi yalnızım çünkü bazı şeyleri biliyorum ve başkalarının bilmediği ve genelde bilmek istemediği şeylere değinmek zorunda kalıyorum.

Annemin ailesinde altı rahip var. Babamın tarafında da hem babam rahipti hem de iki amcam. Bu nedenle birçok dinsel tartışmaya, sohbete ve vaaza kulak misafiri oldum. Bu tür konuşmaları her duyuşumda, “İyi hoş da, gizden neden hiç söz edilmiyor? Giz aynı zamanda lütuf. Hiçbirinizin bundan haberi yok. Tanrı’nın beni, lütfunu anlayabilmem için yanlış yapmaya ve doğru sayılmayan şeyleri düşünmeye zorladığını bilmiyorsunuz,” diye düşünürdüm. Konuşulanların hiçbiri, böyle bir şeye değinmiyordu. “Tanrı aşkına, bunları bilen birileri olmalı, gerçek bir yerlerde olmalı,” derdim kendi kendime. Babamın kütüphanesine dalıp Tanrı, İsa ve Kutsal Ruh Üçlemesi (Teslis) ve ruh ve de bilinçle ilgili ne varsa yutar gibi okuyordum ama bir damla bile ilerleyemiyordum. Sürekli, “Bunlar da bilmiyor,” diye düşünüyordum. Babamın Luther İncili’ne bile baktım ama ne yazık ki Eyub’un geleneksel “öğretici” yorumu bu kitaba olan ilgimin sönmesine neden oldu. Aslında, onda teselli bulabilirdim. Özellikle de dokuzuncu bölümde, “Sabrın otuyla yıkansam (…) Beni yine pisliğe batırırsın,” sözlerinde.

Annem sonradan bana, o günlerde sık sık bunalıma girdiğimi söyledi. Aslında bunalımda değildim, yalnızca gizi derin derin düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. Böyle zamanlarda, taşın üzerinde oturmak bana garip bir biçimde güven ve huzur veriyor, her nasılsa kuşkularımdan arınmamı sağlıyordu. Ne zaman taş olduğumu düşünsem çelişki kayboluyordu. “Taş, çelişkiler içinde değil, iletişim kurmak için çaba göstermiyor ve yüzyıllardır böyle ve sonsuza dek de böyle kalacak. Oysa ben, her türlü duygunun etkisinde kalan geçici bir olguyum,” diye düşünüyordum. “Bir alev gibi bir parlıyor bir sönüyor bu duygular.” Duygularımın sonucuydum; içimdeki “öteki” de zamanla kısıtlı olmadığı için yok olmayan taştı.

Carl Gustav Jung
Anılar, Düşler, Düşünceler (Otobiyografi)
Almanca Aslından Çeviren: İris Kantemir, Can Yayınları

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version