IRKSAL FARKLILIKLAR MI, EVRİMSEL ADAPTASYONLAR MI? NEDEN ÇEŞİTLİYİZ, NE KADAR ÇEŞİTLİYİZ?

20-25 bin gene sahip olsak da, hepimiz yüzde 99,9 oranında genetik olarak benzeriz. Yani küresel bir felaket sonucunda dünyada sadece İstanbul’un Anadolu yakasında yaşayan insanlar hayatta kalsa bile türümüze ait genetik çeşitliliğin neredeyse hepsi korunacaktır. Gelecekte yeni tür ırkçılıklar çıksa bile, genetik ve antropolojiden destek bulamayacak. Aksine bunu durduracak iki güçlü dayanak modern genetik ve antropoloji olacak.

Antropolojik ‘ırk’ kavramı nasıl ortaya çıktı?

– Son yıllara kadar biyologlar ve antropologlar arasında “insan ırkları” kavramı tartışmasız kabul ediliyor ve kullanılıyordu. Hatta hâlâ kullananlar var. “Irk” kavramı nasıl ve neden ortaya çıktı? Bu bilimciler “ırk” derken neyi kastediyorlardı, “ırkları” birbirinden nasıl ayırıyorlardı?

– Aslında ilk olarak Ortadoğu dillerinden Batı dillerine geçmiş olan ırk (race) kavramı, hayvanlarda aynı atadan gelen dölleri ifade etmek için kullanılmıştır. Etimolojik açıdan bu kavramın ne zaman ortaya çıktığını bir kenara bırakacak olursak; insan topluluklarının renk, mizaç, görünüş gibi özelliklerine göre sınıflandırmaya ilişkin bilinen ilk tarihi örnekler Eski Mısır, Yunan, Çin ve Roma dönemine kadar gidiyor. Mısırlılar deri rengini temel alarak insanları dört gruba ayırmışlar ve kendilerini koyu kırmızı renkli üstün bir topluluk olarak tasvir etmişler. Ancak bu girişimlerin daha çok etnosantrik tepkiler olduğunu belirtmekte yarar var. Yani kendilerinden olmayan rakip toplumlara karşı geliştirilen korumacı bir refleksin ürünü bunlar.

Doç. Dr. Barış Özener’in “İnsan Çeşitliliği: Irksal Farklılıklar mı, Evrimsel Adaptasyonlar mı?” başlıklı bir kitabı yayımlandı (Evrensel Basım Yayın, Ocak 2016). Bu konuda çeviri kitaplar mevcut, ayrıca Türkiye’de çeşitli dergilerde (Bilim ve Gelecek’te de) konu ile ilgili yayınlar yapıldı. Fakat ilk kez Türkiyeli bir biliminsanı sorunu bir kitap boyutunda ele alıyor. Güncel tartışmaları da içeren, hatta politik yansımaları da olan bir çerçeveye sahip olduğu için kitabın konularını dergimizde genişçe yansıtmak istedik.

1975 Ankara doğumlu Barış Özener, lisans eğitimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Fiziki Antropoloji Bölümünde tamamladı. Yüksek lisansını aynı bölümde, doktora eğitimini ise Hacettepe Üniversitesi’nde yaptı. Başkent Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalında ve Cumhuriyet Üniversitesi Antropoloji Bölümünde görev yaptıktan sonra, İstanbul Üniversitesi Antropoloji Bölümü’nde doçent olarak görevini sürdürüyor. Çalışma alanı, insanın fiziksel ve biyolojik çeşitliliği ile insan davranışlarının evrimi üzerine.

Özener ile yeni çıkan kitabından yola çıkarak, ırk kavramının nasıl ortaya çıktığı ve günümüz bilim çevreleri tarafından artık neden terk edildiği, insan çeşitliliğinin evrimsel mekanizmaları, kan grupları, etnisite gibi kavramların ne olduğu gibi konularda bir söyleşi gerçekleştirdik.

Irk kavramının antropolojik anlamda ilk kullanımının coğrafi keşifler çağı sonrasında başladığını söyleyebiliriz. Avrupalılar dünyanın geri kalan bölgelerini keşfettikçe, farklı görünen ve kendilerinden farklı geleneklere sahip insan toplulukları ile karşılaştılar. Kafalarını sürekli meşgul eden soru; farklı ırklar ya da türler olarak tasvir ettikleri bu toplumların neden “vahşi” oldukları, Avrupalıların ise neden bu derece “medeni” olduğuydu.
Dönemin düşünür ve politikacılarının çoğu, söz konusu farklılığın doğal, değişmez ve insanlığın kökeni kadar eski olduğuna inanmaktaydı. 19. yüzyıla gelindiğinde ırk kavramı kolonyalist Avrupa’nın politikacıları ve düşünürlerinin sömürgecilik ve köleliği meşrulaştırmak için kullandığı sosyopolitik bir kavram olarak kalmadı, bilim de göreve çağrıldı. Kölelik ve sömürgeciliğin kurumsallaşması, ırk kavramının sadece politikanın değil, bilimin de onayını alması ile mümkündü. Avrupa merkezli ırk ve ırkçılık düşüncesinin bilimselleştirilmesi görevi adeta antropo-sosyolojiden koparılarak üretilen bir bilime, fiziki antropolojiye verildi. İşte bu tarihten itibaren “ırk” kavramının artık -sözde- bilimsel anlamıyla kullanılmaya başlandığını söyleyebiliriz. Böylelikle başta kafatası şekli olmak üzere non-adaptif olduğu düşünülen -burun şekli, göz şekli, deri rengi, dudak şekli gibi- birçok fiziksel özellik kullanılarak çok sayıda ırksal sınıflandırmanın yapılacağı bir dönem başlamış oldu.

‘Irk’ kavramı ve buna bağlı bir hiyerarşi üretilmesi, Avrupalıların kölelik ve sömürgeciliği kurumsallaştırmasının bir ihtiyacı olarak ortaya çıktı.

Sömürgeciliği ve köleliği meşrulaştırmak

– “Irk” kavramı neden “ırkçılığa” yol açtı? Biyolojik bir kavram nasıl oldu da bir ideolojiye dönüştü?

– Aslında ırk kavramı hayvanları sınıflandırmada kullanılan alt tür kavramına karşılık geliyor. Sınıflandırma biliminde tür dışında kalan -şube, sınıf, takım gibi- basamakların tümü sınırları belirsiz kategoriler. Tür kavramının bile sınırlarının ne olduğu hususunda derin şüpheler var. Hele konu alt tür, yani ırk olunca işler daha da çıkmaza giriyor. Günümüzde taksonomistlerin büyük kısmı hayvanları alt türler kapsamında sınıflandırmanın üretken bir çaba olmadığı konusunda hemfikirler. Dolayısıyla ırk kavramının bilimsel taksonomide herhangi bir karşılığının olduğunu artık tam anlamıyla söyleyemeyiz.

İnsanın karmaşık çeşitliliğini ayrı ve örtüşmeyen gruplar temelinde sınıflama, derecelendirme ve ırk olarak adlandırılan paketlere sığdırma eğilimi, 18. ve 19. yüzyılda biyoloji bilimindeki taksonomik yaklaşımın hâkim olduğu döneme karşılık geliyor. Canlı dünyayı sınıflandırmak için birbiriyle yarış halinde olan bilim dünyası neden kendi türünü de sınıflandırmasın ki?

Bu konudaki ilk -iyi niyetli- bilimsel girişim taksonominin babası olarak anılan Carolus Linne’ye aitti. Linne insan türünü dört alt türe ayırmış, ancak bunu yaparken gruplar arasında herhangi bir üstünlük hiyerarşisi tanımlamamıştı. Ancak öğrencisi ve fiziki antropolojinin kurucusu Blumenbach, Linne’nin sınıflandırmasını beyaz Avrupalıların üstünlüğünü vurgulayan hiyerarşik modele taşıyan kişi oldu.

Bu dönüşümün takipçileri Louis Agassiz, Samuel Morton, George Gliddon ve Josiah Clark Nott idi. Bu dört kafadar hararetle ırkların ayrı türler olarak dünyanın farklı bölgelerinde yaratıldığını ve tarih boyunca hiç değişmediklerini iddia ettiler. Beyaz Avrupalıların üstünlüğünü, siyahi Afrikalıların ise Blumenbach’ın tanımladığı beş temel ırk içindeki en aşağılık ırk olduğunu her fırsatta vurguladılar. Aslında arkalarında aristokrat sınıfın ve politikacıların yer aldığı bu iddiaların temel hedefi aynıydı; sömürgeciliği ve köleliği meşrulaştırmak.

Türkiye’de fiziki antropolojinin misyonu ve günümüzde durum

– Türkiye fiziki antropoloji tarihinde özellikle antropologlar tarafından “bilimsel ırk ve ırkçılık” örnekleri var mıdır, varsa nelerdir? Almanya’da fiziki antropoloji temelli bilimsel ırkçılığın Türkiye’de herhangi bir yansıması olmuş mudur?

– Başta Almanya ve Fransa olmak üzere ulus devletlere dönüşmüş Batılı toplumlarda dönüşüm sürecinde fiziki antropoloji neye hizmet etmişse, Türkiye Cumhuriyetinin “ulus kimlik” oluşturma çabası çerçevesinde de fiziki antropoloji bilimi aynı şeye hizmet etmiştir. Bunu anlamak için antropolojinin Türkiye özelinde kuruluş süreçlerine odaklanmak gerekli. Farklı halklardan oluşan Anadolu’dan bir ulus devlet yaratabilmek için, öncelikle özgün bir kimlik oluşturulması gerekliydi. İşte tam bu sırada antropolojinin Batı’da devam eden tarihsel misyonuna ihtiyaç vardı.

Antropoloji Türkiye’de 1925 yılında İstanbul Darülfünunu Tıp Fakültesi’nde Türkiye Antropoloji Tetkikat Merkezi adıyla kuruldu. Sonrasında ise bu merkez Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ne taşınarak Antropoloji Kürsüsü adı altında yapılandı. Bu süreçte antropoloji eğitimi almaları amacıyla dönemin “seçkin” biliminsanları Atatürk’ün emriyle Amerika’ya ve Avrupa’ya gönderildi. Amaç belliydi aslında: Türklerin sarı ırka mensup ikinci sınıf bir ırk olduğu şeklindeki Avrupalı antropologların iddialarını çürütmek.

Sonrasında çok sayıda vücut ve kafatası ölçümüne dayalı çalışmaların yapıldığını görüyoruz. Bunlardan en ünlüsü, aynı zamanda Afet İnan’ın da doktora tezi olan ve ülke genelini kapsayan antropometrik bir çalışma. Danışmanlığını Eugene Pittard’ın yaptığı bu çalışmanın ana hipotezi, Türklerin brakisefal Alpin ırkının mükemmel temsilcileri olduğunu göstermekti.

Fazla uzatmadan belirtmek gerekirse; antropolojinin Batıda sahip olduğu -dönemin- o ırkçı misyonunun, Türkiye’de antropolojinin kuruluş süreçlerinde de aynen var olduğunu görüyoruz. Ancak burada şaşılacak/yadırganacak bir şey olmadığını düşünüyorum. 20 yüzyılın ortalarına kadar fiziki antropolojinin evrensel misyonu zaten buydu. Peki neydi bu misyon? Her ulus devletin içindeki baskın etnik grubun kendi -sözde- ırksal üstünlüklerine dair bilimsel ve nesnel dayanaklar oluşturmak.

– Sherwood Washburn’un 1951 yılında yazdığı Yeni Fiziki Antropoloji Manifestosundan söz ediyorsunuz. Türkiye ne zaman bu yeni fiziki antropoloji metodolojisine geçmiştir, Washburn’un çalışmasının Türkiye’de yansımaları olmuş mudur?

– Her ne kadar Washburn’un Yeni Fiziki Antropoloji Manifestosu 1951’de yayımlansa da, antropolojideki beklenen dönüşüm Batılı ülkelerde öyle hemen gerçekleşmedi. Yeni yaklaşımı ırk kavramı bağlamında ele alırsak; varlık nedeni ırk tasnifleri yapmak olan fiziki antropolojinin ırk kavramını bu kadar kolay terk etmesini beklemek yanlış olur. Bu süreç 70’lere kadar uzamış ve ancak 80’lerle birlikte Darwinci doğal seçilimle şekillenen dinamik popülasyon anlayışı, 19. yüzyıldan kalan statik/tipolojik ırk anlayışının yerini almıştır.

Fiziki antropolojinin kurucusu Johann
Blumenbach (1752-1840), beyaz
Avrupalıların üstünlüğünü vurgulayan
hiyerarşik modeli yarattı.

Batılı ülkelerde süreç bu şekilde işlerken, Türkiye’de bu dönüşümün izlerine ne yazık ki pek rastlamıyoruz. Kuramsal amaçtan yoksun, varyasyon ve farklılıkların basit tanımına dayanan, basit morfometrik ölçümlerin temel metot olduğu çalışmaların yoğun biçimde yapılmaya devam ettiğini görüyoruz. Durum böyle olunca ülkemiz antropolojisinde ne yazık ki arka planda varlığını hâlâ sürdüren bir ırk anlayışına tanık oluyoruz. Bazı antropologlar derslerinde ve kitaplarında ırkçılık karşıtı argümanlar sunsalar da, ırkçılık yapmadan ırkları sınıflandırmanın doğru bir yol olduğu konusunda hâlâ ısrarcılar.

Bu antropologlar derslerinde ve kitaplarında hâlâ Beyazlar, Siyahlar, Sarılar, Nordikler, Alpinler gibi modası çoktan geçmiş kategorileri 1950’lerdeki kaynaklara atıfta bulunarak kullanmaktalar. Bununla da kalmayıp, bu grupların kafatası biçiminden, burun şekline kadar uzanan bazı özelliklerini eski fiziki antropolojik yaklaşım doğrultusunda sıralamaktalar.

Bu yaklaşım 1950’lerde ortaya çıkan Yeni Fiziki Antropoloji akımını ve klinal çeşitlilik kavramını yok saymak anlamına gelmektedir. Günümüzde insan çeşitliliği üzerine yazılmış hiçbir kitapta geçmişte yapılmış ırksal sınıflandırma örnekleri kullanılmazken, ülkemizde antropologların bu örnekleri hâlâ kullanıyor olması antropoloji adına üzücü bir durumdur. Zaten kaleme aldığım “İnsan Çeşitliliği” kitabımı yazma ihtiyacı da bu nedenle ortaya çıktı.

İnsan çeşitliliğine neden olan genetik etmenler

– Artık biliniyor ki, Homo sapiens dışındaki diğer insan türleri yok oldu, hepimiz Homo sapiensiz. Öte yandan “Afrika-kökenlilik” şu anda en geçerli tez. Peki, insanlar neden bu kadar çeşitli, bizi bu kadar çeşitli yapan evrimsel mekanizmalar neler?

– Diğer türlerde olduğu gibi popülasyon içindeki ve popülasyonlar arasındaki çeşitliliğimizin temel nedeni evrimsel dinamiklerdir. Doğal seçilime dayalı evrim kuramı, 1930’lardan itibaren Mendel’in kalıtım kuramının ayrıntılarının keşfi, modern moleküler biyoloji ve matematiksel popülasyon genetiği sayesinde gelişerek güçlenip, Yeni Darwinizm, ya da Modern Sentez/Sentetik Teori olarak isimlendirildi. Bu kuram çeşitliliğimizi anlamak açısından kilit bir öneme sahiptir.

blankMendel popülasyonlarında evrimin işlemesi için gen havuzundaki çeşitliliğin yüksek miktarda olması gerekir. Diğer bir ifadeyle genetik çeşitlilik evrimin ana motorudur. Bu çeşitliliğe neden olan etmenler; mutasyonlar, rekombinasyonlar, crossing-over, gen akışı (göçler) ve genetik sürüklenme olarak sıralanabilir. Bütün bunlar türümüzün gen havuzunun sürekli olarak çeşitlenmesini ve böylelikle doğal seçilim için malzeme oluşmasını sağlar.

Ancak son çalışmalar insanlar arasında gözlenen bu çeşitliliğin genetik temelinin tahmin edilenden daha az olduğunu göstermekte. Modern genetik bize, insan ve şempanze arasında yüzde 1-2 civarında bir genetik farklılığın olduğunu ve bu farklılığın yaklaşık 7 milyon yıllık bir süreçte ortaya çıktığını söylemekte. Diğer taraftan türümüzün gen havuzu, yaklaşık 35 bin yıl önce anatomik olarak modern insanın ortaya çıkışından bu yana pek fazla değişmemiştir. Yani bizler, Üst Paleolitik avcı-toplayıcı atalarımızla genetik anlamda neredeyse aynıyız.

Afrika kökenliliğin kanıtları

– “Afrika-kökenlilik” kanıtlanmış bir olgu mu, yoksa bilimsel bir tez mi?

– Geçen yüzyılın ikinci yarısından günümüze dek anatomik açıdan modern insanın ne zaman ortaya çıktığı konusu paleoantropolojinin ana tartışma eksenini oluşturmuştur. İki rakip kuramdan en eskisine göre modern insan birbirinden bağımsız olarak Afrika, Asya ve Avrupa’da ortaya çıkmıştır. Çok merkezli evrim kuramı olarak bilinen bu kuramın kökeni aslında 20. yüzyılın başlarındaki ırkların kökeni üzerinde yapılan tartışmalara kadar uzanır. Günümüzde bu modelin en hararetli savunucuları John Relethford ve Milford Wolpoff’dur.

Çok merkezli model 1970’lere kadar pek az paleoantropolog tarafından şüpheyle karşılanıyordu. Ancak yeni buluntular ve eski buluntuların tekrar yorumlanması sonucunda fosillerin anlattığı hikâyenin pek de böyle olmadığı ortaya çıktı. Her şeyden önce, modern insanın evrimi ayrı kollardan Afrika dışında gerçekleşmişse, bu süreci temsil edecek hiçbir modern örneğin Afrika’da bulunmaması gerekliydi. Ancak Afrika’dan ele geçen alt ve orta Pleistosen insansılarına ait fosiller Asya ve Avrupa’dan ele geçen fosillere göre çok daha modern özellikler taşımaktadır.

Afrika kökenli olduğumuza ilişkin ikinci önemli kanıt kümesi ise genetik çalışmalardan geliyor. California Berkeley Üniversitesi’nden moleküler biyologlar Rebeca Cann, Mark Stoneking ve Allan Wilson, 46’sı Avrupa, Kuzey Afrika ve Yakındoğu’dan, 20’si Sahra altı Afrika’dan, 24’ü Asya’dan, 26’sı Yeni Gine’den ve 21’i Avustralya’dan olmak üzere toplam 147 kadına ait plasentadan elde ettikleri genetik malzemeyi incelediler ve özellikle mitokondriyel DNA (mtDNA) üzerine odaklandılar.

Daha hızlı mutasyon oranı, mtDNA yardımıyla yakın zamanda gerçekleşen kuşaklar arası farklılaşmaların daha kolayca belirlenmesine yardımcı olur. Sadece dişi soyundan kalıtılması ise tekil evrim çizgisini takip etme avantajı sunar. Diğer taraftan çDNA’sında gerçekleşen mutasyonların birçoğu tamir edilirken, mtDNA’larda mutasyon tamir mekanizmaları kusursuz biçimde çalışmaz; bu nedenle ortaya çıkan mutasyonların büyük kısmı kuşaklar boyunca sabitlenir. çDNA’sı erkek ve dişiden yarı yarıya kalıtılır, dolaysıyla evrim çizgisinin geriye doğru takibi oldukça zorlaşır.

Californialı ekip, 147 modern insana ait mtDNA’larda 33 farklı varyasyonun varlığını tespit etmişler, örnekleri karşılaştırabilmek için bir evrim ağacı oluşturmuşlardır. Afrika’dan başlayan dallanma sonra iki gruba ayrılmış ve birinci grup Afrika’da kalmıştır. Dikkat çekici nokta, Afrika dışında kalan grupların başka gruplara bölünmesidir. mtDNA içindeki en belirgin çeşitlilik ise Afrikalı grup içinde görülür. Kuzey Afrika ve Sahra altında yaşayan Afrikalı bireylerde gözlenen bu yüksek çeşitlilik, bu grubun daha uzun bir evrimsel geçmişi olduğu anlamına gelir.

blank
1951 yılında ‘Yeni Fiziki Antropoloji
Manifestosu’nu kaleme alan
Sherwood Washburn.

Cann ve arkadaşları Nature dergisinde sundukları makalelerinde, günümüzde yaşayan her bireyin yaklaşık 200 bin yıl önce Sahra altı Afrika’da yaşamış bir kadın soyundan geldiğini bilim dünyasına duyurmuşlardır. Bu bireye Havva, hipotezlerine ise Mitokodriyel Havva Hipotezi adını vermişlerdir. Her kadının annesinden ödünç aldığı mtDNA üzerine kazınmış bu hikâye, Havva soyundan gelenlerin yaklaşık 70 bin yıl önce Afrika’dan kuzeye göç ederek Ortadoğu, Avrupa ve nihayetinde Uzak Doğu’ya yayıldıklarını ve kendilerinden önce Afrika’yı terk etmiş Homo ardıllarının yerini aldıklarını ortaya koymaktadır.

Gerek anatomik gerekse moleküler kanıtlara dayanarak türümüzün Afrika’da ortaya çıktığı ve kısa bir zaman aralığında dünyanın geri kalan bölgelerine yayıldığı hemen hemen bütün uzmanlar tarafından kabul edilmektedir.

Neden farklı kan grupları var?

– Neden farklı kan gruplarına sahibiz? Kan grubu nedir? “Kan gruplarının evrimi”ni nasıl açıklayabilirsiniz?

– Kan grubunuz, kanınızda bulunan alyuvarların zarlarında A ve B tipi proteinlerden hangisinin yer aldığı ile ilgilidir. Alyuvarlarınızın zarında yalnızca A tipi protein var ise kan grubunuz A, B tipi protein var ise B olacaktır. Her iki tip proteinin bulunması durumunda ise kan grubunuz AB olurken, 0 kan grubu alyuvarlarınızın çeperinde her iki proteinin de olmadığı anlamına gelir.

ABO kan grubu, türümüzle beraber diğer maymun türlerinde de vardır. Ancak genetik anlamda bize en yakın tür olan şempanzelerin tamamı A kan grubuna sahiptir. Bu bulgu, evrimin erken aşamalarında türümüzün temsilcilerinin A kan grubuna sahip olabileceği anlamına gelmektedir.

Peki, diğer kan grupları nasıl ortaya çıkmıştır? Enfeksiyon hastalıklarının yaygınlığı, kan grubu çeşitliliği ile yakından ilişkilidir. Bazı kan gruplarına sahip bireylerin çeşitli hastalıklara olan direnci farklı olabilmektedir. İlk kez 1917’de kan grubu AB olan bireylerin verem hastalığına daha duyarlı oldukları gözlenmiştir. A ya da AB kan grubundan olan bireyler, kan grubu 0 ya da B olanlara göre çiçek hastalığına karşı daha dayanıksızdır.

1965-1966 yıllarında Hindistan’ın kırsal bölgelerinde ciddi bir çiçek hastalığı salgını olmuş ve nüfusun yarısına yakını bu salgından dolayı telef olmuştur. Salgın sırasında Alman epidemiyolog Vogel ve Hintli meslektaşı Chakravartti Bihar, Batı Bengal’in kırsal bölgelerinde çiçek hastası çocuklar ve hasta olmayan kardeşlerinden kan örnekleri alarak test etmişlerdir. Analizler sonucunda çiçek virüsü enfekte olmuş 415 çocuğun A kan grubu alelini taşıdığı, 154’ünde ise bu alelin olmadığı, hastalık taşımayan 407 kardeş arasında ise A alelini taşıyanların sadece 80 kişi olduğu, geriye kalan 327’sinde ise bu alelin olmadığı görülmüştür. Bu değerli araştırmanın bulguları bize kan grubu A ya da AB olan bir kişinin, kan grubu 0 ya da B olan bir kişiye göre yedi kat daha yüksek oranda çiçek hastalığına yakalanma olasılığı olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak kan gruplarının çeşitlenmesine, bazı kan gruplarının bazı enfeksiyonlara karşı seçilimsel avantaj sağlamasının neden olduğunu söyleyebiliriz.

Uzak Doğuluların deri rengi ve göz yapısı

– Kitabınızda deri renginin evrimini ve çeşitliliğini tartışırken siyah-beyaz farkı üzerinde duruyorsunuz. Bir de eskiden “sarı ırk” diye tanımlanan, genellikle Uzak Doğu’da yaşayan insanlar var. Bu insanların gerek deri rengi gerekse göz yapısı (çekik gözlülük) açısından farklılıklarını nasıl açıklayabilirsiniz? Uzak Doğulular neden çekik gözlü?

– Kitabımda vurguladığım önemli noktalardan biri, deri renginin beyaz ya da siyah gibi kategorik biçimde tanımlanamayacağıdır. Antropolojik gözlemler, deri renginin dünya genelinde çok açıktan çok koyuya kadar, dağılımında hiçbir boşluk olmaksızın çeşitlilik gösterdiğini ortaya koyar. Gerçekten de dağılım o kadar boşluksuzdur ki, gözlenen renk çeşitliliğinin sınırlarını tespit etmek imkânsız gibidir. Bu nedenle açık renk tonlarına beyaz, koyu renk tonlarına ise siyah demek oldukça hatalıdır. Aslında çok açık ya da koyu da olsa pek az insanın ten rengi tam olarak beyaz ya da siyahtır. Siyah-beyaz gibi tanımlar gene hatalı biçimde kafamızda yarattığımız kategorik ifadelerdir. Benzer şekilde, Uzak Doğulu toplumların deri rengini sarı olarak ifade etmek de aynı hataya düşmek anlamına geliyor.

Öte yandan farklı düzeylerde olmak üzere Uzak Doğulu toplumların göz yapısının kendine has özellikleri olduğu doğrudur. Çekik gözlülük olarak ifade edilen bu durum, uzun zaman önce bilimcilerin dikkatini çekmiştir. Atalarımız 30-40 bin yıl önce Uzak Doğu ve Asya kıtasının güney kıyılarına ulaştıklarında, Würm Buzul döneminin dondurucu etkileri hâlâ devam etmekteydi. Bu dönemde sert rüzgâr ve kar fırtınalarının hâkim olduğu Asya’nın kuzey steplerine ulaştıktan sonra bazı topluluklar bu sert iklim koşullarına karşı bazı adaptif özellikler geliştirmiş olmalıdır. Bunlardan birisi, gözü şiddetli rüzgâr ve kar fırtınasından koruyan mongol pilisi olarak da adlandırılan göz yapısıdır. Üst göz kapağından alt göz kapağına kadar uzanan perdemsi bu uzantı, muhtemelen sert iklim koşullarına karşı bu bölgelerde ortaya çıkmış evrimsel bir adaptasyondur.

blank
Brezilyalı bir ailenin üç kuşağını içeren
bir tablo(Redençao do Can, 1895).
Deri rengi giderek beyazlaşıyor.

Artık insan çeşitliliği kategorize edilmiyor

– “Irk” kavramının bilimsel olmadığı artık biliniyor. Peki, modern antropoloji insan çeşitliliğini kategorize ediyor mu, sınıflandırıyor mu? Ediyorsa hangi kıstaslar kullanılıyor?

– 19. yüzyıl boyunca ve 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar fiziki antropolojinin temel ilgi alanı ırkların tanımlanması ve tasnifiydi. Günümüzde ise biz fiziki antropologlar türümüzün sahip olduğu klinal çeşitlilikleri ve adaptasyonları, evrimsel nedenleri ve sonuçlarına odaklanarak ele alıyoruz. Dolayısıyla pozitivist Batı düşüncesinin -temeli 19. yüzyıla dayanan- her şeyin ölçülebileceği ve tasnif edilebileceğine yönelik hastalıklı saplantısının bir sonucu olan karmaşık insan çeşitliliğini sınıflama, derecelendirme, basamak basamak yükselen bir merdivenmiş gibi tanımlama geleneği çoktan terk edildi. Sonuç olarak insan çeşitliğini sınıflandırmak ve kategorize etmek artık fiziki antropologların ilgi alanına girmiyor.

Etnisite nedir?

– “Etnisite” nedir? Biyolojik veya antropolojik bir kavram mıdır? Etnik çeşitliliğin kökenleri nelerdir?

– Etnisiteyi, bir toplumda ya da belirli bir coğrafi bölgede kültürel -yaşam biçimi, dinsel, dilsel- olarak kendisini diğerlerinden ayrı gören, bununla birlikte diğerleri tarafından da ayrı kabul edilen grup kimliği olarak kabul edilebiliriz. Harvard ve Princeton gibi Amerika’nın seçkin üniversitelerinde çalışmış ünlü antropolog Ashley Montagu, 1945 yılında ırk kavramının karmaşık insan çeşitliliğini açıklamakta yetersiz kaldığını iddia ederek, ilk kez ırk yerine etnik grup teriminin kullanılmasını önermiştir.

Tanımından da anlaşılacağı gibi etnisite, biyolojik olmaktan çok kültürel kökene işaret etmektedir. Etnik çeşitliliği bir çeşit çok kültürlülük olarak da tanımlayabiliriz. Günümüzde çok fazla biyolojik anlam içermeyen bu terim antropologlar tarafından ırk kavramı yerine yaygın olarak kullanılmaktadır. Kendine has kültürleme süreçleri zamanla dil, din, kültür ve yaşam biçimi açısından bir grubu diğer komşu gruplardan ayrıştırır. Dolayısıyla bütün etnik çeşitliliğin temelinde grup kimliği algısı ve buna bağlı kültürel süreçler yer alır.

Modern genetik ve antropoloji ayrımcılığın önünde engel

– Genetik ve antropoloji alanındaki yeni bulgular sonucunda ırkçılık benzeri yeni tür ayrımcılıkların çıkma tehlikesi var mı? Bunlar neler olabilir ve bilimsel açıdan nasıl karşı konulabilir?

– Her ne kadar 20-25 bin gene sahip olsak da, hepimiz yüzde 99,9 oranında genetik olarak benzeriz. Sahip olduğumuz yaklaşık 3 milyar baz çifti dikkate alındığında, farklılıklarımız yaklaşık 3 milyon baz çiftindeki dizilimde ortaya çıkar. İki insana ait herhangi bir kromozom çiftini karşılaştırdığımızda, bu kromozomda yer alan art arda dizili her bin baz çiftinden sadece biri farklılık gösterir. Örneğin, sıralamada birinde adenin varken, diğerinde guanin olabilir.

blankAncak İnsan Genom Projesi bu üç milyon baz çiftinin büyük bölümünün işlevsiz tekrarlar olduğunu ve farklılıkların daha az sayıdaki baz çiftinden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Bu çarpıcı sonuçlar türümüzün genetik olarak oldukça homojen olduğunu ortaya koyar.

Homojen bir tür olduğumuza ilişkin ilk genetik kanıt hatırlanacağı gibi Lewontin tarafından 1972’de bilim dünyasına duyurulmuştu. Lewontin’in bulgularını doğrulayan yakın tarihli bir diğer çalışma Rosenberg ve arkadaşları tarafından 52 farklı popülasyon üzerinde yürütülmüştür. Science dergisinde 2002’de yayımlanan bu çalışmada 1056 bireye ait 377 mikrosatellit lokusu incelenmiş ve toplam varyasyonun yüzde 93-95’inin popülasyonlar içinde, sadece yüzde 3-5’inin ana “ırk” grupları arasında gözlendiği ortaya çıkmıştır.

Bu sonuçlar dünyanın herhangi bir bölgesinde yaşayan orta büyüklükteki herhangi bir popülasyonun türümüze ait genetik çeşitliliğin yaklaşık yüzde 85-90’ını taşıdığı anlamına gelir. Bu oran şempanzelerde yüzde 40, Afrika çitalarında ise yüzde 99’dur.

Yani basitçe ifade edecek olursak, küresel bir felaket sonucunda dünyada sadece İstanbul’un Anadolu yakasında yaşayan insanlar hayatta kalsa bile türümüze ait genetik çeşitliliğin neredeyse hepsi korunacaktır. Sonuç olarak, gelecekte ırkçılığa dayalı bir ayrımcılık dalgasının var olma ihtimali olsa bile, bu dalga genetik ve antropolojiden destek bulamayacaktır. Aksine bu dalgayı durduracak iki güçlü dayanak modern genetik ve antropoloji olacaktır.

Bilim ve Gelecek – 1 Mart 2016

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz