“Herkes kendini öyle az biliyordu ki…” Kafes – Pelin Buzluk

“Kafesin biri, bir kuş aramaya çıktı.” Franz Kafka
Uyandığında tüm bedeni sıcaktan yanıyor, gözleri ta içlerine dek kavruluyordu. Yüzünde denizden çıkmışçasına bir tuzluluk vardı. Ne yapıp etti, anımsadı: Deniz değildi bu tuzun sebebi. Gözyaşıydı.

Günler ve gecelerce ağlamıştı. Bir boşluk yüzünden. Bir şeyin artık var olmayışı sürekli anımsatmıştı kendini. Şimdi de duyuyordu o boşluğu, ancak önceleri orada ne vardı, bilmiyordu. Kupkuru dudakları kıpırdadı ve ona bir isim verdi: Nergis. İşte bu sözcük beraberinde binlerce anıdan hayaller taşıyıp getirdi. Bu gölgelerin hiçbiri anlamlı bir bütüne dönüşmüyordu ama gene de ağlatıyordu onu. Bir kadına ya da bir kadınla ilgili şeylere ağladığını biliyordu yalnızca. O kadının kim olduğunu bilmiyordu. İsmini birkaç kez daha tekrarladıysa da çabuk vazgeçti bundan. Çünkü “Nergis” demek için zihninden, soluğundan ve en son ağzından dışarı uğrayan tüm sesler, ona sayısız acı getiriyor, sonra bu acıları tüm bedenine ve zihnine saplıyordu.
Elini başına attı. Pütür pütür pıhtılaşmış, eskimiş kanına dokundu. Biraz doğrulmaya çalıştı. Üzerinde uzandığı taş zemini tüm teninde hissetti. O zaman çırılçıplak olduğunu anladı. Nicedir yumulu duran gözlerini açtı. Gökyüzü doldu gözlerine. Gök birçok yerde benzer olduğundan nerede olduğunu anlamak için çevresine baktı. Kalabalık bir meydandaydı. İnsanların kimi uzanmış yatıyor, kimi şaşkın şaşkın dolaşıyordu. Yüzlerceydiler. Hepsi çıplak ve gençti. 1971’de bir konser alanı anımsadı. Alkol ve müziğin verdiği sarhoşlukla herkes böyle soyunmuştu. Orada da herkes gençti. Şimdi o yıllarda olmadığından emindi. 2000’li yılların geçtiğini anımsıyordu. Gene dudakları açıldı, söyledi: Nergis. Bütün hücreleriyle bir kederi emdi bedeni. Bu acıyı yeniden çağırmaktan korksa da anımsamak istiyordu. Yine denedi: Pink Floyd konseri, Nergis. Zihni hızla kaçan bir şeylerin ardına düştü. Renklerine, seslerine, dokularına ulaşacakken yitirdi.
Güçlükle kalktı. Meydanda yürümeye başladı. Onlarca uyanışa tanıklık etti. Uyananlar başka seslerle kendi Nergis’lerini heceledi. Etrafta tanınmayı boşuna umdu. Herkes kendini öyle az biliyordu ki kimse kimsenin yüzünü göremiyordu. Hepsi kendiyle meşguldü. Anılar yitikti. Ufak lekelerini bırakmışlardı, çıkarılan çerçevelerin ardından duvarda kalan izler gibi. Bir zamanlar yerlerinde asılı duran fotoğrafları anımsamak öyle güçtü ki…
Bir şeyler bulma umuduyla dolaşırken bir heykele tosladı. Heykel yetişkin bir insan boyunda olduğu için ilkin yanılıp “Affedersiniz,” dedi. Sonra birden fark etti ve birçok görüntü üşüştü kafasına. Heykele bakmayı sürdürdü. Meydana inen yokuşlardan birine doğru el sallar vaziyetteydi. Garip bir dürtüyle heykele eşlik etmek istedi. Sanki eski bir dostu anımsadı. İçine tarifsiz bir sıcaklık aktı. O dostu, her kimse, özlemişti sanki. Bu fikirle gariplendi. Burada olsa belki kanlı başını gösterirdi ona. Bedenindeki yaralardan, çürüklerden dert yanardı. “Nergis kimdi?” diye sorardı. Hıçkırarak ağlamaya başladı. “Nergis, seni çok özledim,” dedi kendi sesine şaşarak.
Çevrede mezarlardan kalkmış ölüler gibi kimsesiz ve çıplak binlerce genç geziniyordu. Uyananlar çoğalmıştı. Kendine yol açmaya çabalarken, eti etlerine değiyordu. Kadınların memelerine, erkeklerin önlerine takılıyordu gözü. Kendi önünü kapatmayı düşündüyse de vazgeçti.
Kalabalıkta kendine kolayca geçitler açan birini ayırt etti. Herkesten farklı olarak, bu adamın omuzlarından bir paçavra sarkıyordu. İyice yaklaşınca, insanların ona neden böyle kolay yol verdiği ortaya çıktı. Adamın kocaman açılmış gözleri süt gibi ak’tı. Göğüs göğüse geldiler. Dehşete düşerek olduğu yere çakılıp kaldı. Nefesini tutup körün o zehirli fısıltısını dinledi: “Halbuki siz ölüler idiniz de o sizi diriltti. Sonra sizi yine öldürecek, sonra yine diriltecek.” Birden kabarıp bedeninin dışına taşan bir öfkeyle itti körü. Adam yere yuvarlandı, saatlerdir orada yatıyormuşçasına taş kesildi. Çevreden onu ayıplayanlar oldu. Tepesi atmıştı:
“Ayıplayacak haliniz mi var? Kim olduğunuzu biliyor musunuz? Üzerinizde tek parça kumaş yok. İçinizde bir parça ruh yok. Ama ayıplarınız, günahlarınız gene de yaşıyor, tutunuyor. Ayıp yok artık! Hem bu adam sırf kör olduğu için mi bizi korkutma hakkına sahip? İşte uyudu bile, sarhoş mudur nedir!” Yerde donakalmış olan körü işaret ediyordu. Az önce kendilerinde söz söyleme hakkı bulanlar hemen sindiler.
Böylece yürümeyi sürdürmek üzere arkasını dönmüştü ki batmakta olan güneş gözünü aldı. Elini alnında siper edip gene de o yöne doğru yürürken, ışığı ardına aldığı için kararmış bir su değirmeni gördü. İlgiyle yaklaştığında değirmeni döndürenin su değil selefon olduğunu fark etti. Pencerelerinden küçük yüzler gözlerini dikmiş, onu izliyorlardı. İçlerinden biri konuştu, ancak hiçbiri ağzını kıpırdatmamıştı:
“Sonra insanların akıp geldiği yerden akıp gelin.”
İstemsizce yanıtladı:
“Nereden geldiğimin ne önemi var? Gideceğim yeri bilmiyorum ki!” Korktuğu için konuşmuştu sesin sahibiyle. Anladılar. Kıs kıs güldüler. Korkusu büsbütün arttı. Arkasını dönüp uzaklaşmak istedi.
“Yüzlerinizi doğu ya da batıya dönmeniz iyilik ve erdem değildir,” dedi ses.
O zaman, tükürük saçarak okkalı bir küfür savurdu pencerelere. “Korkutmaktan başka bir işe yaramazsınız,” diye tısladı. Öfkesine rağmen doğu ve batı dışında bir yön seçmeyi uygun buldu. İnsanların akıp geldiği bir yer yoktu ki onlarla yürüsün. Bu ahmaklar ezbere konuşuyorlardı. Zamandışıydılar. Sesleri tazeliğini çoktan yitirmişti, hırıltılı, tozluydu. Görüntüleri dağılmaya yüz tutmuştu, eskiydi. Bedenlerinin hatları belirsizdi. Sabit çeperleri yoktu, dalgalanıp duruyorlardı. Sinirleri bu kadar laçka olmasaydı, değirmene dalıp hepsini birer fiskede yere sermesi işten değildi. İpleri kesilen kuklalar gibi yere serileceklerine emindi. Ama ölümcül bir yorgunluğu vardı. Başındaki yara zonkluyordu.
Öyle bitkindi ki sık sık dayanacak bir yer arıyordu. Etrafta baston olarak kullanmak üzere bir dal araştırdı. Az sonra bulduğu dalı eline alır almaz plastikten olduğunu gördü. Bu kez şaşmadı. İşini görüyordu ya… Bir süre sonra yoluna yapay olduğu her halinden belli olan bir kaya çıktı. Yakınına gelince üzerinde şunu okudu: “Asanı taşa vur.” Bu bir oyundu. Söyleneni yaptı. Kaya parçası abartılı ve kendine ait olmayan bir gürültüyle yana kaydı. Görkemli bir kapıya doğru giden yolu açtı. Geri dönüp insanlara seslenmek istedi. Ancak herkesin yolu başka olabilirdi, vazgeçti. Yaklaşınca kapının kanatları kendiliğinden açılıp onu karşıladı. Upuzun bir koridor uzanıyordu önünde. Girişte büyük bir tabela vardı:
Etrafta bir merdiven göremedi. Renk renk kapıların üzerinde birtakım yazılar yanıp sönüyordu. Koridor boyunca ilerledi. İlk kapıda “Babam” yazıyordu. Biraz tereddüt etse de girdi içeri. Odaya adım atar atmaz üzeri giysilerle donandı: beyaz bir gömlek, ipekli bir yelek, cep saati! Yüzüne dokundu. Aniden anladı. Gerisingeri kapıya yöneldi. Kapı, sandığının tersine kolaylıkla açıldı ve koridora adım atar atmaz çıplaklığından hiç beklemediği kadar mutluluk duydu. Sonuçlarını tahmin ettiği halde “Dedem” hariç her odaya girdi. (Dedesinden nefret ederdi.) Böylece bütün ailesinin ve yakın akrabalarının donlarına büründü, yaşamlarını aldı. Bazı odalardan hoşlandı, uzunca kaldı. O kattaki son odadan çıkınca merdiveni gördü. Sahanlıkta şunlar yazılıydı:
Hatırlayınız: Yalnızca bir tek seçme şansınız bulunmaktadır. Ancak, denemek serbesttir. Seçtikten sonra geri dönüş olmayacaktır. Emin olmadan seçim yapmamanızı salık veririz. İyi eğlenceler!
Tüm katları böylece gezip durdu. 2. katta epey vakit geçirdi. Kâh Dostoyevski kâh Kafka oldu. Sonra Huxley oldu, Morrison oldu. Poe olunca kendi ellerinden tuttu. Nietzsche olunca kendi boynuna sarılıp ağladı. Turgut Uyar olduğunda uzanıp kendi yanaklarından öptü. Öyle duygulandı, öyle çok yaş döktü ki… Ancak hiçbirinin yaşamını istemedi.
En çok ziyaret ettiği odalar “Ben” ve “Nergis”ti. “Ben” adlı odanın neden ikinci katta bulunduğunu anlayamasa da üzerinde fazla durmadı. “Nergis” ise birinci kattaydı. Art arda bir o odaya bir ötekine koşuyor, iki yaşamda da Nergis’i ve kendini ta içinde duyuyordu. Karar vermek güçtü. Kendi yaşamını mı seçsin, yoksa Nergis’in yaşamıyla birlikte o yaşamdaki kendini mi? Bilemiyordu. İkisinin de tadı başkaydı. Hangi canı seçmeli, hangi yaşamı alıp büyütmeli? Düşündü: İnsan sevdiği kişiyi çocukluğundan bu yana bilmek ister, çocukluk zamanlarını merak eder. İşte Nergis’i yaşamak için bulunmaz bir fırsat. Ama öte yandan kendi canını da bırakmak istemiyordu. O bıraksa, kim yaşayacak?
Zaman geçtikçe bazı kapıların üzerinde “Seçildi” yazısı belirmeye başladı.
Acilen karar vermeliydi. Nergis. Ben. Nergis. Ben. Ben’deki Nergis. Nergis’teki Ben.
“O ben’i bırakmış. Ağlıyordum. Başım kanamıştı. Ben’i yine bırakacak. Öyleyse ben onu alacağım. Onun canını kendime… Yaşatmaya onun canını alacağım.” Kararını vermişti. Yeniden o odada Nergis olarak gezindi, son kez birazdan başlayacak olan geleceğini hatırladı. İyice aklında tutmak istedi. Sonra tamam düğmesine bastı. Emin misiniz, diye sormadılar bile. Etraf karardı, içinde bulunduğu oda bin parça olup dağıldı. Nergis’i unuttu, kendisini unuttu. Tanıdığı herkes silikleşti. Annesi, dedesi, Buzzati, en yakın dostu, Ece Ayhan, çocukluk arkadaşları, Sartre, Levinas, lisedeki matematik öğretmeni, Lenin ve Melih Cevdet, Nâzım ve Egon Schiele, Hesse ve Pasolini… Yüzler ve anılar bir çakımlık netleşip, eğilip bükülerek bir bulamaca dönüştüler. Kuvvetli bir anaforda tamamen unutuldular. Zihnindeki her şey uçucu hale geldi. Bedeniyse ufaldıkça ufaldı. Odanın sıvılaşan, karanlık oylumundan ışığa doğru itildi. Bir çığlık oldu doğumhanede.

Pelin Buzluk
Kaynak: Deli Bal

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz