Ana Sayfa Kitap HER BİRİMİZ ORİJİNAL OLARAK DOĞDUK AMA KOPYA OLARAK ÖLECEĞİZ! İTAATE KARŞI –...

HER BİRİMİZ ORİJİNAL OLARAK DOĞDUK AMA KOPYA OLARAK ÖLECEĞİZ! İTAATE KARŞI – ARNO GRUEN

Arno Gruen’in İtaate Karşı Kitabından Alıntılar

Fethetmek ve galiplerin yanında olma ya da üstün bir ırka mensup olma duygusu, arkasına gizlendiğimiz aşağılık kompleksimizden kurtulmak için harika bir yoldur. Bu nedenle her radikal sağcı hareketin arkasında şu ilke durmaktadır: ideolojimiz olmasa da aşağılık itaat duyguları belirleyicidir. Birey baskıcı rejime karşı bir çözüm aradığı için boyun eğmektedir. Kişinin yabancılara, Yahudi, Türk, Vietnamlı, Polonyalı, Çinli, özürlü ya da “değersiz” olarak nitelendirilen hayatlar arasında fark gözetmeksizin duyduğu nefret, aslında kendisine beslediği kinden ibarettir.

1973’te Rauschning ile olan konuşmasında Hitler: “Yahudi içimizdedir. Onunla savaşmak görünmez olanla, şeytanla savaşmaktan daha kolaydır,” demiştir. “Yahudi”, Hitler’in kendi içinde bulunan, yok etmesi gereken bir parçasıydı.

İki genç balık yol boyunca yüzmektedir ve te­sadüfen ters yönde yüzmekte olan yaşlı bir balı­ğa rastlarlar. Yaşlı balık onlara başını sallar ve ‘Günaydın gençler, su nasıl?’ diye sorar. İki genç balık bir süre daha yüzmeye devam ederler ve sonunda biri diğerine bakarak, ‘Su da ne de­mek oluyor?’ diye sorar.” David Foster Wallace’ın gerçeği oturttuğu bu benzetmede olduğu gibi itaat, yaşadığımız her yerde ve her alanda olduğundan gerçeği algılamak güçleşiyor. Âdeta imkânsız bir hale geliyor. Böylelikle insanoğlu onu hava ,su kadar normal karşılıyor.

İtaat de bizim için bu benzetmedeki balıkların varlığından haberdar dahi olmadıkları su gibidir. Dahası bizler modern köleler ve hizmetkârlar olduğumuzu bile inkâr etmekteyiz. Prangalarımızı artık hissetmiyoruz. İşte bu yüzden de bu hizmetkârlığa ve itaate karşı olan savaşımız bu kadar zor.

İtaat sadece itaatkârları boyun eğdirmeye değil, zalimlerin yaptıklarını örtbas etmeye de hizmet eder. Başka bir deyişle itaat, iktidarın temelini oluşturur.

Kurban olduğunu inkar etmek, kişiyi daha sonra fail olmaya yöneltebilir.

Boyun eğme konuşma ve düşünmenin de öncesinde çocukluğun en erken döneminde başlar. Böylece kişi çocukluğunda başlayan bu itaati sonradan farkında olmadan benimser ve ona katlanır. İşte bu nedenden dolayı birçok kültür de bizimki gibi gelişir: Sıkı gelenekler refleksel itaat uyandırır, bu da bizi yetkilileri sorgulamamamıza, verilen programa teslim olmaya ve düşünceleri gruplandırmaya ittiği gibi sonunda da kendimizi düşünmekten ve bizi kendi kaderini tayin etmekten aciz hale getirir.

Bizler akılcı düşünce ile körü körüne itaate karşı koyabileceğimize inanıyoruz. Ancak burada bunun gerçekten düşünmek ve bir şeyleri ölçüp biçmekle ilgili olmadığını fark ediyoruz. Bu daha ziyade çocukluğumuzun erken zamanlarında bastırmak zorunda kaldığımız annelerimizin ve babalarımızın ezici gücünün esaretidir. Kültürümüze göre ebeveynlerimiz her şeyi bilen, bizim için en iyisini isteyen kişileri oldukları için onların üzerimizdeki gücünü fark edemiyoruz.

İnsanlar kendilerinin sadık ama itaatkâr olmadıklarına inanırlar, çünkü kendilerinin özgür iradeleriyle sadakati hissedip deneyimlediklerini düşünürler. Ancak insan, sadakati kendi hür iradesiyle seçtiği ahlaki bir değer olarak gördüğünde güçlü olanla özdeşleşmeye hizmet eden itaatin üstünü örtmüş olur. Hem sadakat, hem de itaat; otoriteye dayanır ve ahlaki değerlere gönüllü bir şekilde hizmet eder.

Otorite tarafından yasaklanmış olduğu için yüzleşmediğimiz korku, suçlu ile ittifak kurarak kurbanın kendisine itaat etmesine şiddetini aşka dönüştürmesine yol açar. İşte bu sayede aşırı sağcılık yanlısı ve totaliter liderler, toplumsal karışıklık dönemlerinde iktidara gelirler.

İtaatin nedenleri doğrudan yabancılaşmaya bağlanır. Çünkü bizi bize yabancılaştıran güç, bizi itaate zorlayanla aynıdır.

 (…) hedefleri değersiz kılmamak ve her şeyden önce başarısızlığa uğramamak için sürekli hayatta kalma mücadelesi veriyoruz. 

Nobel Edebiyat ödüllü John M. Coetzee, Barbarları Beklerken romanında okuyucuya şunu soruyor : “Sudaki balıklar, havadaki kuşlar gibi, çocuklar gibi yaşamak günümüzde neden bizim için imkansız hale geldi?” Yazar bununla , bizimki gibi bir kültürde otantik deneyimin mümkün olmadığını ima eder , çünkü zihni yüceltip duygusal yaşamımızı doğuştan itibaren yok ederek onu bir sorun haline getirir.

Cesaret, kalp ve açık düşünme yetisi , itaati bozan güçlerdir.

1928 yılında yazdığı Maurizius Vakası (Der Fall Maurizius) adlı romanında Jakob Wassermann: “Demek istediğim, iyilik ve kötülük insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin değil, tam tersine insanın kendisiyle olan ilişkisinin bir sonucu olarak ortaya çıkar.”

Yüksek kültürümüzün temeli, dünyayı kontrol etme, sahip olma ve ona hâkim olma arzusudur. 

Nazi diktatörlüğünün egemenlik iddiasını sürdürmeye çalışmasının etkileri günümüzde hala görülmekle birlikte tarihsel olarak reddedilmektedir. Bir Nazi doktoru olan Johanna Haare , 1937’de yayımladığı Alman Anne ve İlk Çocuğu (die deutsche Mutter und ihr irstes Kind) adlı kitabında çocuğun kendisine yabancı olarak büyütümesi gerektiğini anlatır. “Bebekler zaman geçirmek veya bir şeyleri zorla dayatmak için şiddetli bir şekilde uzun süreli ağlarlar. Bebekler ve çocuklar büyüklerin arzularını kabullenip onlar gibi davranmayı istemezler, bunu da direnerek ve zorbalık yaparak gösterirler. Doğaları gereği ahlaksız , kirli ve pistirler.”

Kişinin yabancılara, Yahudi, Türk, Vietmanlı, Polonyalı, Çin, özürlü ya da “değersiz” olarak nitelendirilen hayatlar arasında fark gözetmeksizin duyduğu nefret, aslında kendisine beslediği kinden ibarettir. 

Anne ve babalarını idealize eden başarılı öğrenciler kendilerini özerk hissedebilmek için sınıf arkadaşlarına karşı şiddete başvurmaya başladılar. İşte burada itaatin etkilerini görmekteyiz. Kendini başarıya ve genel olarak toplum tarafından kabul görmüş “uyumlu davranmaya” odaklayan öğrenciler, dolayısıyla ebeveyn-otorite beklentiler sistemine hapsolurken başkalarını küçük düşürüp aşağıladıklarında kendilerini haklı buluyorlardı. Birçoğu başkalarını -bilinçsiz bir şekilde kendilerini- cezalandırdıklarında özgürlük ve otonomi (özerklik) hissine kapılıyorlardı.

Konu böylece iki sorunlu anomaliye geliyor. İlk olarak itaatkar ve başarı odaklı olma durumunda hırs, yabancılaşmaya bağlıdır. Bir “kendiyle mücadele” olarak hırs , kendi imkanlarının genişletilip aşılmasına yol açabilir. Bununla birlikte bu heves itaatkar davranışı doğrulamayı hedefliyorsa, yabancılaşmaya yol açar. İkinci olarak ise ,”otonomi” bu gelişmede bir sapmaya dönüşür ve duygusal durumu tamamen bozar. Bir başkasına hükmetmek ve o kişiyi küçümsemek onu mağdur olma hissinden kurtardığı için özgür hissettirir.

İtaat hepimiz için eşittir. İngiliz asıllı Edward Young’ın 18. yüzyılda belirttiği gibi, “Her birimiz orijinal olarak doğduk ama kopya olarak öleceğiz.”

(…) tarihteki en acımasız suçlar her zaman itaat altında işlenmiştir.

İtaat yıkıcıdır, düşünceyi sınırlar ve gerçeği yalanlar. Gerçeğin bütünlüğü sınırlandırılamaz ve sadece güçlü olanların dar perspektifine indirgenemez. Daha iyi bir dünya kayıp bir cennet fantezisi değildir. Körleşmiş itaat kırıldığında ve gerçek kişiler arası empatiye dönüştürüldüğünde daha iyi bir dünya görünür hale gelir.

Dünya evet diyen ve kendinden veren insanlardan oluştuğu için Nietzsche “ideal” dünyayı bir yalan olarak değerlendirmiştir. 

Aşırı otoriter bir baba itaate zorlar.

Gururla yaşadım ama çoğu zaman avlandım .. maskeli köleler arasında .. ve özgürdüm

Merhamet ve insan sevgisi sadece itaate karşı durmakla kalmaz ; aynı zamanda itaati bastırır. İnsanın hayatta kalması , şefkat ve sevgiyi yaşamaya ve itaatkar olmamamıza ve/veya kalmamamıza bağlıdır.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version