“Gerçek, acılarınızın üstündedir” Çevrenin bireysel suçlar üzerindeki etkisi – Dostoyevski

yazar:

kategori:

Bizler daha iyi olunca çevremizi de düzeltir ve daha güzelini yaratırız

Sanırım dünyada bütün jüri üyelerinin tek ortak duygusu vardır, bizde özellikle görüldüğü gibi (kuşkusuz diğer duygulardan başka), gücü elinde tutma, daha doğrusu salt hükmetme duygusu olsa gerektir bu. Bu duygu diğerlerine üstün gelmesi halinde iğrençtir. Belli belirsiz de olsa, kimi bir yığın soylu duyguyla bastırılmış ve hatta yurttaşlık görevi bilincinin en yüksek derecesine varmış olsa bile, her jüri üyesinde bu duygu vardır. Öyle ya da böyle, sanıyorum doğa yasalarından çıkmadır bu olgu. Bu nedenle, hatırlıyorum, bizde yeni mahkemeler (hukuk) kurulur kurulmaz bu anlamda müthiş ilgimi çekmişti. Sözgelimi, dünün toprak kölesi olan köylülerle dolu mahkeme salonları geliyordu gözlerimin önüne. Savcı ve avukatlar köylülere adeta yaltaklanarak, gözlerinin içine bakarak hitap ediyorlardı. Mujiklerimiz de oturdukları yerden: “Vay be!” diyorlardı içlerinden, “İstersem aklarım, istersem Sibirya’yı boylatırım…”

Gelin görün ki köylülerin hiç cezalandırmamaları, sürekli aklamadan yana tavır koymaları fevkalade bir durum yaratıyor. Kuşkusuz eldeki gücün kullanılmasıdır bu, hem de aşırı ölçüde; ancak işin öte yanını (duygusallığını), yanılmıyorsam, çözemiyor insan, çünkü bizde her yerde önyargılı ve adeta söz birliği etmişçesine konuşulur. Kuşku götürmez “yöneliş” birliğidir bu. Sorunun can alıcı noktası, neye mal olursa olsun aklama düşkünlüğünün, yalnızca dünün ezilen ve aşağılanan insanlarını -köylüleri- değil, bütün Rus jüri üyelerini, yüksek mevki sahiplerini, soyluları ve üniversite profesörlerini bile sarmasıdır. Yalnız bu birlikte hareket etme, düşünmek için çok ilgi çekici bir konuyu ortaya çıkarabilir; ama kişiyi bazen çok çeşitli, belki de çok tuhaf düşüncelere itebilir.

Geçenlerde bizim en etkili gazetelerden birinde, gösterişsiz, ama iyi niyetle kaleme alındığı belli bir yazıda, bu konuda küçücük de olsa şöyle bir düşünce dile getiriliyordu: “Yüzyılların getirdiği onca aşağılanmışlık ve ezilmişlikten sonra, birden durup dururken kendinde büyük bir güç duyan (gökten düşmüş gibi) insanlar olarak jüri üyeleri, fırsatını buldukları her defasında, uçarıca davranmak, daha doğrusu geçmişe, diyelim ki bir savcıya ters düşmek için, genelde ‘egemenlerle’ alay etmeye eğilimli olmamışlar mıdır hiç?” Pek kötü sayılmayacak bir görüş, üstelik uçarıca bir yanı da var. Ama her şey bununla açıklanamaz elbette.
“Başkasının geleceğini mahvetmek doğrusu üzücü bir durumdur. Onlar da insan… Rus halkı merhametlidir” diyenleri arada bir duyduğum oluyor.
Oysa ben, sözgelimi, İngiliz halkının da merhametli olduğunu düşünmüşümdür hep; daha doğrusu halkımızın yufka yürekliliği kadar olmasa bile, hiç değilse insancıldır; yakınına karşı Hıristiyanca gerçek bir görev duygusu ve bilinci vardır; belki de bu duygu ve bilinç en yüksek dereceye, sağlam ve bağımsız inanca varacak denli güçlüdür de; oranın eğitim düzeyini ve uzun yıllar önce kazandıkları bağımsızlıklarını dikkate aldığımızda, belki de bizimkinden de sağlamdır bu duygu. Onca güç onlara birden “gökten düşmedi” ya! Jüri üyeli mahkemelerini kendileri buldular, hiç kimseden almadılar, yüzyıllar boyu pekiştirdiler, yaşam deneyimlerinden geçirdiler, bir armağan olarak kazanmadılar.

Oysa İngiltere’de jüri üyeleri mahkeme salonunda yerlerini alır almaz, sadece duygusal, yumuşak kalpli birer insan değil, her şeyden önce yurttaş olduklarının bilincindedirler. Kişisel, içten bir özverinin ötesinde, yurttaşlık görevinin yerine getirilmesi olarak düşünüyorlar belki (doğru mu değil mi, bilemem). Daha geçenlerde, suçu aşikâr bir hırsızın jüri tarafından aklanması tüm İngiltere Krallığı’nda müthiş kıyamet koparmıştı. Ülkedeki bu ortak tavır, bizdekine benzer kararların orada da alındığına tanıklık etse de, seyrek rastlandığını, kamuoyunda hemen öfke uyandırdığını göstermektedir. Oranın jüri üyeleri her şeyden önce İngiliz bayrağını ellerinde tuttuklarını, kişiselliği bırakmaları gerektiğini ve ülkenin ortak görüşünü yansıtmak zorunda olduklarını bilirler. Bu, yurttaş olabilme özelliği, kendini ülkenin genel görüşüne yükseltme bilincidir. Orada da alman kararlarda bir “merhamet” duygusu vardır kuşkusuz. Orada da gözü “her an üzerinizde olan çevre” dikkate alınıyor (sanırım, günümüzde sevilen kuramımızdır bu); ancak belirli sınırlara kadar, sağduyulu kamuoyunun ve onun Hıristiyan ahlakı olarak kültür düzeyinin olanak verdiği ölçüde… (Göründüğü kadarıyla bu düzey oldukça yüksektir.) Bununla beraber oranın jürisi, uğruna canlarını esirgemeyecekleri Büyük Britanya’da, suçun suç, zorbalığın zorbalık olarak görüldüğünü, ülkede ahlaki temellerin değişmediğini ve eskisi gibi ayakta durduğunu aldığı kararla yurttaşlarına göstermenin öncelikle görevi olduğunun bilincinde olarak, gönülsüz de olsa mahkûmiyet kararı vermektedir.

İçimden bir ses şöyle fısıldıyor bana:
“Sizin şu sağlam temelleriniz (yani Hıristiyanlığınız) gerçekten de her şeyden önce, diyelim ki yurttaş olmayı gerektiriyor; demin söyleyip durduğunuz bayrak tutma vs… gibi… Şimdilik tartışmaya girmeden bunu kabul ettik diyelim; bir an düşünün: yurttaşlarımız nereden başlayacaklar peki? Dünü bir anlayalım hele! Şu yurttaşlık hakları var ya! (hem de nasıl!..) onun üzerine tepeden yuvarlanıvermiştir birden. Ezmiştir; şimdilik ağır bir yükten başka bir şey değildir, evet, ağır bir yüktür…”
Biraz mahzun: “Elbette eleştirinizde gerçek payı vardır” diyorum bu sese. “Ama öte yandan Rus halkı…”
“Rus halkı mı dediniz? İzin verin!” diye araya giren başka bir ses duyuyorum. “Tepeden bir çeşit armağan olarak düştüğünü, onu ezdiğini söylüyorlar. Ama onca gücün armağan olarak alındığından başka, hiç yoktan kazanıldığını, yani bu armağana değmediğini de duymaktadır içinde. Yalnız dikkat edin, aslında bu armağanlara değmediği, ona gerekmediği ya da erken verildiği anlamına gelmez; hatta tam aksine, halkımızın, uysal vicdanında bu armağanlara layık olmadığı bilincini taşıdığını gösterir; halk bu alçakgönüllülüğüyle şimdilik şaşkındır. Yüreğinin gizli derinliklerini bu zamana kadar kim görmeye çalışmıştır? Bizde Rus halkını bütünüyle tanıdığını kim çıkar da söyleyebilir? Hayır, gülüp geçtiğiniz bir acıma duygusu, yufka yüreklilik değildir bu. Evet, burada olan, gücün korkunçluğudur. İnsan yazgısına, öz kardeşin yazgısına yön veren bu korkunç güçten ürktük, yurttaşlık bilincine varana kadar da bağışlayacağız. Korkudan bağışlayacağız… Jüri üyesi olarak mahkeme salonunda otururken belki de şöyle düşüneceğiz: ‘Sanıktan daha mı iyiyiz? Zenginiz, yaşamımız güvence altında, onun başına gelen, bizim de başımıza gelseydi, ondan belki de daha kötüsünü yapardık, öyleyse bağışlayalım!..’ Bakın, bu içten duygusallık iyi olabilir de. Belki de, dünyanın bu zamana dek henüz bilmediği, gelecekteki yüce Hıristiyanlık anlayışının bir güvencesidir…”
“Biraz Slav ağızları!” diye hükmediyorum. Aslına bakarsanız insanı avutan bir düşünce. Bedavadan alınan ve şimdilik “layık olmayana” bağışlanan bu güç karşısında halkın alçakgönüllülüğü görüşüne gelince… “Savcıya takılmak” hevesiyle ilgili görüşten kuşkusuz daha katıksız duruyor, ne derseniz deyin yine de, kendi gerçekliği içinde bu görüşten hoşlanmam sürüyor (yazarının vurguladığı gibi, elbette bu görüşü daha çok kişisel olay görerek), ama… Beni son derece şaşırtan, halkımızın birdenbire merhametinden ürker olmasıdır. “İnsanı mahkûm etmek acı veriyormuş.” Ee, acılarınızı atın bir kenara! Gerçek, acılarınızın üstündedir.

Gerçekten de bazen kendimizi suçludan daha kötü biri olarak görürsek, bu, suçun yarısını kabullendiğimiz anlamına gelir. Yeryüzünün koyduğu yasayı çiğnemişse, bu kez karşımızda durduğu için suçluyuzdur. Eğer biz daha iyi olsaydık, o da iyi olurdu ve böyle karşımızda dikilmezdi.
“Ne o, yoksa aklamak mı gerekiyor o zaman?”
“Hayır, aksine, burada gerçeği dile getirmek, kötüyü kötü olarak nitelemek gerek; bununla birlikte hükmün ağırlığının yarısını da üzerimize almalıyız. Mahkeme salonuna suçlu olduğumuz düşüncesiyle girelim. Günümüzde herkesin korktuğu ve salondan ayrılırken içimize işleyen yürek acısı bizler için ceza olacaktır. Eğer bu acı göstermelik değilse ve güçlüyse, içimizi temizleyecek, bizleri daha iyi insan yapacaktır. Bizler daha iyi olunca çevremizi de düzeltir ve daha güzelini yaratırız. Yalnızca bununla düzeltebiliriz çevreyi. Kişisel acıma duygusundan kaçınmak, acı çekmeyelim diye sürekli aklamak kolay bir yoldur. Sonunda yavaş yavaş, suç diye bir kavramın bulunmadığı, her şeyde ‘suçlu çevredir’ sonucuna varırız. Durum öyle karışır ki, suçu ‘çevreye’ karşı soylu bir başkaldırı ve bir görev olarak bile görürüz. “Efendim, iğrenç bir toplum düzeni kurulu olduğu için, böyle bir toplumda başkaldırmadan, suç işlemeden bir arada yaşamak imkânsızdır!” “Evet, toplum iğrenç olduğuna göre, elinde bıçak taşımadan ondan kolay kolay kurtulamazsın!” Çevrenin baskısını tümüyle kabul ederken ve günahkâra merhametli olmayı bildirirken, aynı zamanda çevreyle mücadelesinde kişinin ahlaki görevlerini ve çevrenin nerede bittiğini, görevin nerede başladığını belirleyen Hıristiyanlığa karşı toplum öğretisi işte budur.

Hıristiyanlık kişiyi sorumlu kılarken, aynı zamanda özgürlüğünü de kabul eder, oysa toplum öğretisi toplumsal düzen içinde kişiyi her hatasıyla bağlarken, tam anlamıyla kişiliksizliğe, her çeşit kişisel ahlaki görevinden, karakter bağımsızlığından tam anlamıyla kopmasına ve imgelemi zorlayacak kadar rezilce bir köleliğe vardırır. Diyelim ki kişinin canı tütün çekiyor, parası da yok, tütün edinmek için başkasını öldürüyor. Allah aşkına beyler, ihtiyaçlarını gideremediği için düştüğü sıkıntıyı, yarı cahil kişiden daha güçlü duyumsayan okumuş kişi, ihtiyacı için gerekli olan parayı hiçbir biçimde sağlayamıyorsa, bu yarı cahil adamı neden öldürmesin, öyle mi? Avukatların sözlerine kulak verdiğiniz oldu mu? “Elbette ki yasaya aykırı hareket edilmiştir; şu gelişmemiş adamın öldürülmesi… Elbette bu suçtur, fakat sayın jüri üyeleri, şunu da göz önünde bulundurmanız gerekir ki…” Hemen hemen her yerde duyarsınız bu sözleri, hem sonra…
Alaylı bir ses duyuyorum bu kez:
“Ama siz… Siz, sanırım, bence yeni bir toplum felsefesi dayatıyorsunuz halka, peki, bu felsefe ona nereden uçup gelmiştir? Şu on iki jüri üyesi kimi kez köylülerden kurulu olur ve her biri oruç bozmayı ölümcül günah sayar. Toplumsal eğilimleri nedeniyle onları düpedüz suçlu bulsaydınız.”
“Elbette, elbette!” diyorum kendi kendime. “Çevrede ne oluyormuş, onlar için, yani hepsi için! Bilmezler; düşünceler havada uçuşur, ama içinde insanın yüreğine işleyen bir şeyler vardır…”
“Vay, vay!..” diye kahkaha atar alaylı ses.
“Peki, halkımız doğası gereği, diyelim ki, Slavcı düşünceleri nedeniyle, toplum öğretisine özellikle eğilimliyse? Ya Avrupa’da kimi propagandacılara çok iyi malzeme veriyorsa?”
Alaylı ses bu kez gürültülü, fakat biraz zoraki bir kahkaha savurur.
Hayır, halk için bu, “toplum felsefesi” değil, şimdilik bir oyundur sadece. Burada bir yanılgı, aidatı vardır ve çok çekicidir.
Bu yanılgıya en azından şu örnekle açıklama getirebiliriz:
Sözgelimi, halk hüküm giyeni “bahtsız” olarak görüyor ve ona para ve ekmek veriyor. Bu davranışıyla halk yüzyıllardır ne demek istemiştir acaba? Hıristiyanlık gerçeğini mi, yoksa “toplum” gerçeğini mi? Asıl engel buradadır ve “topluma” yön verenlerin başarıyla tutunabileceği manivela asıl burada gizlidir.

Dile getirilemeyen, bilinçsiz, ama güçlü biçimde hissedilen düşünceler vardır. Kişinin adeta ruhuyla kaynaşan bu tür düşünceler pek çoktur; halkta da, bütünün parçası olarak insanoğlunda da vardır. Bu düşünceler halkın yaşamında şimdilik bilinçsiz olarak durmaktadır; ancak doğru ve güçlü olarak hissedildikleri sürece halk son derece güçlü, canlı bir hayat yaşayabilir. Derinlerde kalmış düşünceleri kavrama çabaları yaşamının iç gücünü oluşturur. Halk bu düşünceleri sarsılmaz biçimde yüreğinde besledikçe, farklı ve sahte yorumlarından etkilenmeye ve ilk duygularına ihanet etmeye ne kadar az eğilimliyse, daha güçlü, sağlam ve mutlu olacaktır. Rus halkının bu derinlerde kalmış düşüncelerinden biri de -evet, Rus halkının düşünceleri- suçu bahtsızlık, suçluyu da bahtsız olarak görmesidir.

Katışıksız Rus düşüncesidir bu. Hiçbir Avrupalı ulusta görülmez. Batı’da düşünürler ve yorumcular ancak şimdi bundan söz ediyorlar. Oysa halkımız kendi filozoflarından ve yorumcularından önce söylemiştir bunu. Ancak bir zaman için, hiç yoksa bir ucundan bu düşünceyi yorumlayanlar tarafından yanlış olarak geliştirilmiş olanının halkın kafasını karıştırmadığı sonucunu çıkarmamalı. Kesin anlam ve son söz kuşkusuz halkındır, ama bazen başka türlü olabiliyor.

Kısaca, “bahtsızlar” demekle halk kendi “bahtsızlığını” dile getirmektedir sanki. “Sizler günah işlediniz ve acı çekiyorsunuz, ama biz de günahkârız. Sizin yerinizde olsaydık, belki daha kötü olurduk. Bizler daha iyi olsaydık, hapishaneye girmek zorunda kalmazdınız. Suçunuzun karşılığı aldığınız cezayla genel yasasızlığın yükünü de almış oldunuz. Bizler için dua edin!
Sizler için de biz dua edeceğiz! Ey bahtsızlar, şimdilik şu paraları alın! Sizleri unutmayacağımızı, kardeşlik bağlarını koparmayacağımızı bilesiniz diye veriyoruz bu paraları…”

“Çevre” öğretisini şöyle bir anlayışa uygulamak kadar kolay bir şey olmadığını kabul edin: “Toplum iğrençtir, bu yüzden biz de iğrenciz, bizler zenginiz, arkamız sağlam; sizin karşı karşıya bulunduğunuz talihsizlikten bizler rastlantıyla kurtulduk; bizim de başımıza gelseydi, sizin yaptığınızı yapardık. Kim suçlu? Çevre elbette. Ortada iğrenç bir çevre vardır ve asla suç yoktur…”
Yukarıda sözünü ettiğim o oyun da bu safsatalı yargıdadır işte…

Hayır, halk suçu yadsımıyor, suçlunun kabahatli olduğunu biliyor. Ama halk aynı zamanda her suçluyla birlikte kendisinin de kabahatli olduğunu anlıyor. Ancak kendini suçlamakla “çevreye” inanmadığını gösteriyor; tersine, çevrenin tamamen halka, halkın sürekli pişmanlık duymasına ve kendini olgunlaştırmasına bağlı olduğuna inanıyor. Enerji, emek ve mücadele: işte çevreyi çevre yapan öğeler… Karakter bağımsızlığına ve özsaygıya ancak emekle, mücadeleyle ulaşılabilir. “Buna ulaşacağız, daha iyi olacağız ve çevre de iyi olacak.” Suçluyu talihsiz görme saklı düşüncesinde Rus halkının güçlü biçimde duyumsadığı ve söyleyemediği işte budur.
“Talihsiz” olduğunu halkın ağzından duyan bir suçlunun kendini artık suçlu değil de yalnızca talihsiz olarak gördüğünü düşünün şimdi. İşte bu durumda halk bu tür sahte yorumlara yüz çevirir ve bu tavrı halkın gerçeğine ve inancına ihanet olarak kabul eder.

Buna birkaç örnek gösterebilirdim, ama şimdilik bırakalım, şöyle diyelim:
Suçlu ve suç işlemeye eğilimli, farklı iki kişiliktir, ancak aynı kategoride yer alırlar. Ya suçlu, bilinçli olarak suç işlemeye hazırlanırken: “Hayır, bu, suç değil!” derse ve halk da onu “bahtsız” olarak nitelerse?
Evet, hiç kuşkusuz böyle değerlendirecektir. Halk merhametlidir. Kendini artık suçlu bile saymayan bir suçludan daha talihsizi yoktur. Bir hayvan, bir canavardır o. Bir hayvan olduğunu ve kendi vicdanını yok ettiğini anlamıyorsa ne yapalım? Çok talihsizdir, iki misli talihsiz, ama aynı zamanda iki misli de suçludur. Halk ona acıyacaktır, ancak kendi doğrularından asla vazgeçmeyecektir; halk, suçluyu “bahtsız” olarak değerlendirirken, asla suçlu saymaktan vazgeçmez. Halkın suçluyu haklı görüp: “Hayır, suçlu değil, çünkü suç diye bir şey yoktur!” yargısına varmasından daha kötü bir felaket olamazdı…
İnancımızı -ortak inançlarımızı- dile getirmek istedim, umutla dolu olanların, bekleyenlerin inancını… Bir iki söz daha ekleyeceğim.

Hapishanede bulundum ve “hüküm yemiş” suçlular gördüm. Tekrar söylüyorum, bu, upuzun bir okuldu. Hiçbiri kendini suçsuz görmüyordu. Görünüşte korkunç, acımasız insanlardı. “Caka satanlar” yok değildi; sadece yeni gelenler ve aptallar davranırlardı böyle; diğerleri de gülüp geçerlerdi. Çoğu asık yüzlü ve düşünceliydi. Kimse suçundan söz etmezdi, yakındıklarını hiç duymadım. Suçlarından yüksek sesle söz etmek imkânsızdı. Birinin meydan okuyan, gösterişli sesinin duyulduğu olurdu ya, “kürek mahkûmları” hep birlikte bu türediye gereken cezayı verirlerdi. Suçlarından söz etmek kabul edilmez bir durumdu. Ama, doğruyu söylüyorum, hiçbiri kişinin içini temizleyen, güçlendiren o ruhsal, derin acıyı yaşamamıştır. Onları hep yalnız başlarına düşünürken görürdüm. Kilisede günah çıkarmadan önce dua edenleri gördüm; ansızın kopan çığlıklarını, sayıklamalarını dinledim. Yüzlerini hatırlıyorum, ah, inanın hiçbiri kendini yürekten haklı görmüyordu!
Sözlerimin acımasızlık olarak değerlendirilmesini istemem. Yine de anlatmaya cüret edeceğim, hiç sapmadan söyleyeceğim: Ağır ceza, cezaevi ve kürekle belki onların yarısını kurtarırdınız. Ağırlaştırmaz, biraz hafifletirdiniz. Kişinin, ruhunu acıyla temizlemesi daha kolaydır; evet, mahkemede birçoğunu tümüyle aklamakla ona hazırladığınız yazgıdan daha kolaydır bu. Ne var ki ruhuna yüzsüzlüğü yerleştirmiş oluyorsunuz. Çekici bir soru, kendinize alay bırakıyorsunuz içinde; inanmıyor musunuz? Evet, sizinle, mahkemenizle ve ülkenin tüm mahkemeleriyle alay ediyor! Ruhlarına, Tanrı gerçeğine ve halkın gerçeğine inançsızlığı aşılıyorsunuz; akıl karışıklığına mahkûm ediyorsunuz onu… Ayrıldıktan sonra şöyle düşünüyor: “Eh, demek ki şimdi sertlik falan yok. Akılları başlarına geldi zahir. Belki de korkuyorlar… Demek ki bir dahaki sefer de aynı şekilde davranabilirler. Böyle darda kaldıktan sonra neden çalmayayım ki…”

Hepsini suçsuz ya da “her türlü hoşgörüye değer” bularak önünüze geleni serbest bırakırken yola gelmeleri için şans verdiğinizi mi düşünüyorsunuz yoksa? Sizin için düzelecek! Başka derdi yoktu da! “Demek ki hiç suçlu değildim!” Evet, sonunda böyle diyecektir, onu bu yargıya vardıran da siz olacaksınız… En önemlisi de, yasalara ve halkın gerçeğine inanç sarsılacaktır.
Yakın geçmişte birkaç yıl aralıksız yurtdışında kalmıştım. Rusya’dan ayrıldığımda, yeni Rus mahkemeleri görevlerine başlamıştı. Bizim gazetelerde Rus mahkemeleriyle ilgili yazıların tümünü ne büyük iştahla okurdum! Avrupa’da bizim etliye sütlüye karışmayan ve yurttaşlık görevini yerine getirmeyen kişileri ve onların anadillerini bilmeyen ya da unutan çocuklarını nasıl üzüntüyle izlerdim! Olayların zorlamasıyla sonunda en azından yarısının göçmen olacağını apaçık görüyordum. Bunu her zaman acıyla düşünmüşümdür. Onca güç, onca seçkin insan… Oysa ülkemizin bu tür insanlara ihtiyacı vardı! Ama bazen okuma salonundan çıkarken, inanın baylar, aymazlığa ve yurdundan bağlarını koparmış bu aymaz kişilere bakış açım değişiyor, elimde olmadan hoşgörülü davranıyordum onlara. Rusya’da, kocasını öldüren bir kadının aklandığı haberini okuyunca üzüntüden kahroluyordum! Suç açık ve kanıtlanmış, kadın itiraf etmiş, “Hayır, suçsuzdur!” Genç bir adam kasayı kırmış, paraları götürmüş: “Çılgınca sevmiştim” diyor. “Birlikte yaşadığım kadına yaranmak için para bulmam gerekiyordu.” “Hayır, suçsuzdur!..” Bütün bu olayları üzüntü ve acıma duygusu haklı kılsaydı!.. Hayır, aklamanın nedenlerini anlamıyordum bir türlü, aklım karışıyordu. İçimde bulanık, neredeyse onur kırıcı bir etki yaratıyordu. Kendimi çok kötü hissettiğim bu anlarda, bazen Rusya’yı, birinin, üzerinde saray yapmayı tasarladığı vıcık vıcık bir bataklık olarak düşünürdüm. Dıştan bakıldığında sağlam, dümdüz bir alan, oysa yüzeyi bir çeşit nişasta gibi bir şey… Bastınız mı, aşağı doğru, dibe kayıyorsunuz. Yüreksizliğime söylenip durdum. Yine de benim de şimdilik diğerleri gibi yurdumdan kopuk yaşadığım, yakından göremediğim, açık biçimde duyamadığım, dolayısıyla uzaktan yanılabileceğim düşüncesi cesaretlendiriyordu beni.
İşte, uzun zamandır yine yurdumdayım.

“Yeter artık, onlara acıma duygusuyla yaklaşılacak mı gerçekten?” Bu soruyu bu kadar önemsediğim için bana gülmeyin! “Acıma” duygusu hiç değilse bir şeyi açıklar, en azından karanlıklardan çıkarır kişiyi, bu son açıklama olmadan da, bir delinin içinde yaşadığı karanlık gibi, anlaşılmaz kalır.
Bir köylü, karısını dövüyor, uzun yıllar sakat bırakıyor, köpeğe davrandığından daha kötü davranıyor ona. Kadın umutsuzluk içinde yaşamına son vermeye karar veriyor ve yarı çıldırmış durumda köy mahkemesine gidiyor. Görevliler umursamazca: “Hadi git, kocanla barış!” diyerek kadını savıyorlar. Söyleyin, bu, merhamet midir? Karşısında durduğunuzu güçlükle fark eden, engel olmayasınız diye, size aptalca ve anlamsızca tuhaf el kol hareketleri yapan, başı dumanlı, dili dönmeyen körkütük bir sarhoşun bönce sözleridir bu…
Olay çok yeni olduğu için bu zavallı kadının öyküsü biliniyor, gazetelerin hepsinde okuduk. Belki hâlâ belleklerdedir. Kadın düpedüz kocasının dayaklarından bezip kendini astı; kocayı yargıladılar ve “hoşgörüye değer” buldular. Bu olay uzun zaman hayalimden gitmedi, hâlâ aklımdan çıkmıyor.

Hep adamı getiriyorum gözlerimin önüne: Uzun boylu, iri- kıyım, güçlü kuvvetli, sarı saçlı olduğunu söylemişlerdi. Ben de ayrıca seyrek saçlı olduğunu eklerdim. Beyaz tenli, toplu, hareketleri ağır, mağrur, çelik bakışlı… Çok seyrek konuşuyor, sözler ağzından değerli inci taneleri gibi dökülüyor, bu sözlere her şeyden önce kendisi değer veriyor. Acımasız biri olduğunu tanık ifadelerinden öğreniyoruz: Tavuğu yakalayıp, sırf zevkinden, ayaklarından baş aşağı asarmış, bu onu müthiş eğlendirirmiş, mükemmel bir kişilik tanımlaması! Eline ne geçirirse -iple, sopayla- birkaç yıl karısını aralıksız dövmüş. Döşeme tahtasını yerinden koparıp, kadının ayaklarını aralığa sokuyor, tahtayı aralığa yeniden tutturarak ayaklarına Allah yarattı demeden vuruyormuş. Karısını niçin dövdüğünü sanırım bilmiyordu, bacaklarından astığı tavuk için de aynı şey söylenebilir. Aç bırakıyormuş karısını, üç gün yiyecek vermemiş. Ekmeği rafa koyuyor, karısını yanına çağırıp: “Sakın ekmeğe dokunayım deme, o benim!..” diyormuş. Bu da son derece ilginç bir kişilik tanımlaması! Kadın on yaşındaki çocuğunu alarak komşuya, ekmek dilenmeye gidiyormuş: Komşuları önlerine yemek koyarlarsa karınlarını doyuruyorlar, vermezlerse aç kalıyorlarmış. Kocası ondan hep iş istermiş, sabırla, korkuyla, çıtını çıkarmadan yaparmış hepsini ve sonunda aklını oynatacak duruma gelmiş.

Kadının dış görünüşünü de şöyle canlandırıyorum: Sanırım ufak tefek, yonga gibi ipince bir kadın olmalıydı. Beyaz tenli, sarı saçlı, iriyarı, şişman erkeklerin ufak tefek, incecik kadınlarla evlendiklerini bazen görüyoruz. (Buna eğilimli olduklarını ben de fark ettim.) Yan yana dururken ya da birlikte yürürken ne ilginç bir manzara oluştururlardı kim bilir! Bana öyle geliyor ki son günlerinde ondan gebe kalsaydı durumu tamamlayan ilginç ve gerekli bir ayırtı olurdu bu; yoksa bir eksiklik varmış gibi hissedilirdi.

Bir köylünün karısını nasıl dövdüğünü gördünüz mü? Ben gördüm. İşe iple ya da kemerle başlar. Köylünün yaşamı müzik, tiyatro, dergi, kitap okuma gibi estetik zevklerden yoksundur. Doğallıkla, yaşamını başka uğraşılarla doldurması gerekir. Karısını bağladıktan ya da döşeme aralığına ayaklarını sıkıştırdıktan sonra aralıksız vururken, bizim köylü, herhalde sistemli, soğukkanlı, hatta uyur gibi, uyumlu vuruşlarla, karısının çığlıklarına ve yakarışlarına kulak asmadan, yani bu çığlıkları dinleyerek, hazla dinleyerek sürdürüyordu dayağı, zevk almasa neden dövsün karısını?

Bakın baylar, insanlar farklı koşullarda dünyaya gelirler, bu kadının başka koşullar altında, örneğin: Shakespeare’in Juliet’i, Dante’nin Beatrice’i, sonra Faust’un Gretchen’i olabileceğine inanıyor musunuz yoksa? Böyle olduğunu söylemiyorum, bunu öne sürmek kuşkusuz gülünç olurdu. Ama rüşeym halinde soyludan hiç de geri kalmayan soylu kıpırdanışlar olabilirdi demek istiyorum; seven, hatta yücelmiş yürek, özgün güzellikle dolu dolu bir kişilik… Canına kıymayı bu kadar geciktirmesi bile, onun dingin, uysal, sabırlı, sevgi dolu dünyasını gösterir. İşte bu Beatrice ya da Gretchen dövülüyor, bir kedi gibi dövülüyor! Darbeler birbiri peşinden indikçe, şiddeti arttıkça adam kudurmaya başlıyor; hazdan eriyor adeta. Büsbütün canavarlaşıyor, bunun zevkle farkında. Acı çeken kadının vahşi çığlıkları şarap gibi döndürüyor adamın başını. Beatrice: “Ayaklarını yıkayacağım” diye insani olmayan bir sesle bağırıyor. “Sonra bu suyu içeceğim!” Sonunda sesi kesiliyor, bağırmıyor artık; hırlayışları duyuluyor sadece; soluğu arada bir kesiliyor; işte bu anda darbeler daha sık, daha iz bırakırcasına iniyor. Birden kemeri fırlatıp iyice kendinden geçmiş durumda bu kez budaklı iri bir odunu kavrıyor, gelişigüzel, acımasızca, sırtında parçalanıncaya kadar sürdürüyor dayağı ve “bu kadar yeter!” diyor. Uzaklaşıyor, masaya geçiyor ve derin bir nefes alıp kvas’a girişiyor. Küçük kızları (bir de kızları vardı!) fırının üzerinde bir köşeye gizlenmiş, korkudan tir tir titriyor: Anasının çığlıklarını duymuştur. Adam dışarı çıkıyor. Gün doğarken kadın kendine geliyor, kalkıyor, her adım atışında inleyerek, işlere, süt sağmaya, su taşımaya gidiyor.

Adam evden çıkarken, o alışıldık ağır ve kibirli ses tonuyla: “Sakın ekmeğe el sürme, o benim!” demeyi de unutmuyor.
Son günlerde, tavuğa yaptığı gibi karısını asmaktan da hoşlanmıştır, herhalde asıyordu ve masaya geçip karşısında pirinç lapası yiyordu, sonra yeniden kemeri alıyor, asılı kadına insafsızca girişiyordu… Küçük kız da korkudan dehşet içinde fırın üzerinde bir köşeye büzülüyor ve arada bir göz ucuyla annesine bakıyor, yeniden gizleniyordu.
Kendini bir mayıs sabahı astı. Herhalde güzel, parlak bir bahar günüydü. Onu bir gün önce çok kötü dövülmüş, yarı çılgın durumda görmüşler. Ölümünden önce de bucak mahkemesine gitmiş ve işte orada “barışın!” diyerek savmışlardı zavallıyı.
Kendini tavana asıp hırlamaya başladığınca, kızı bulunduğu köşeden: “Anacığım, niçin kendini asıyorsun?” diye bağırmış. Sonra çekine çekine annesine yaklaşmış, seslenip durmuş, korku dolu gözlerle bakmış ona. Sabahtan beri, babası eve dönene kadar birkaç kez böyle gidip gelmiş.

Bu mağrur, göbekli, bakışları dikkatli adam şimdi mahkeme önünde; her şeyi inkâr ediyormuş; sözler ağzından değerli inci taneleri gibi dökülürken: “İçtiğimiz su ayrı gitmezdi!”den başka söz çıkmıyormuş ağzından. Jüri üyeleri “kısa bir görüşmeden sonra” salona girip kararı getirmişler: “Suçlu, fakat hoşgörüye değer!..” Kızın babasına karşı tanıklık yaptığına dikkatinizi çekmek isterim. Her şeyi bir bir anlatmış, söylediklerine göre salonda bulunanlar gözyaşlarını tutamamışlar. Jürinin “hoşgörüsü” olmasaydı soluğu Sibirya’da alırdı. Ne acı ki bu “hoşgörü” kararı nedeniyle şunun şurası sekiz ay hapis yatacak ve sonra evine dönecek, aleyhine tanıklık yapan kızını isteyecek ve yine ayaklarından asılan biri olacak…
“Hoşgörüye değer!” bile bile verilmiş bir karardı. Zavallı çocuğu nelerin beklediği biliniyordu. Kime, neye karşı bu hoşgörü? Bir çevrintinin içinde gibi hissediyorsun kendini, seni yakalamış, savurdukça savuruyor!
Durun, daha bitmedi. Küçük bir olay daha anlatacağım. Yeni mahkemeler kurulmadan (kısa bir zaman önce), bizim gazetelerde küçük bir olay okumuştum: Bir anne on dört aylık çocuğunu kucağında gezdiriyor. Bu yaşta çocukların dişleri çıkar, huysuz olurlar, sürekli ağlarlar, çok acı çekerler. Çocuk anneyi canından bezdirmiş, belki de işi başından aşkındı kadının, çocuk da kucağında, üstelik cıyak cıyak ağlıyor. Kadın sinirlenmiş. Ama küçücük çocuğu bu yüzden dövmek olur mu! Vurmaya kıyamamış, sonra ne anlar zavallıcık? Kendine bakmaktan acizdir, en ufak şeyde bile başkasının eline bakar. Dövsen de susmaz ki! Minik gözyaşları döker, küçücük parmaklarıyla size yapışır, sizi öpmek ister, durmadan ağlar. Evet, kadın çocuğunu dövmemiş, odada semaver kaynıyormuş. Çocuğun parmaklarını yaklaştırmış ve musluğu çevirmiş. On saniye kadar bu şekilde kaynar suya tutmuş…
Bu gerçek bir olay, okudum. Bu olayın günümüzde olduğunu ve kadının mahkemeye verildiğini düşünün şimdi. Jüri üyeleri odalarına çekilir ve “kısa bir görüşmeden sonra” kararı getirirlerdi: “Her türlü hoşgörüye değer!”
Hadi, şu anneyi canlandırın gözlerinizde, hiç değilse anneleri düşünmeye davet ediyorum. Avukatı da sanırım, sözü döndürüp dolaştırıp şöyle derdi:
“Sayın jüri üyeleri, kuşkusuz bu olayı insani bir davranış olarak görmek mümkün değildir, ancak olayı bütünüyle ele alınız, çevre koşullarını da göz önüne getiriniz. Yoksul bir kadın, evinin çalışanı, ne sıkıntılar çekiyordur kim bilir! Çocuğuna bakıcı tutamıyor, kişiyi içten içe kemirip duran çevrenin neden olduğu bir öfke anında, sayın baylar, çocuğun parmaklarını musluğun altına götürmesi doğaldır… ve…”
Herkesin saygı duyduğu avukatlık mesleğinin büyüklüğünü ve yararlarını elbette anlıyorum. Ne var ki kimi zaman bu mesleğe tek açıdan bakmamak neredeyse imkânsız… İşe kolayından baktığımı kabul ediyorum, ama insanın elinde değil: Bazen mesleklerinin ne denli ağır olduğunu geçirirsiniz aklınızdan, sözü evirip çevirip nereye getirdiklerini, kendi vicdanlarına, kişisel inançlarına, her türlü ahlaki değerlere ve tüm insanlığa karşı ne yalanlar kıvırmak zorunda kaldıklarını görürsünüz… Hayır, gerçekten de boşuna kazanmıyorlar parayı!
Bu sırada: “Hey, dur bir dakika!” diye boğulurcasına haykırıyor az önceki alaycı ses: “Bu yaklaşımınız düpedüz saçmalık! Sadece ve sadece sizin fantazyanız… Jüri, asla böyle bir karar vermez. Avukatlar asla sözü döndürüp dolaştırmazlar. Hepsini siz uydurdunuz.”
Ya tavuk gibi ayaklarından tavana asılan kadın; ya “sakın ekmeğime dokunayım deme!”; ya fırının üzerinde titreyerek annesinin çığlıklarını yarım saat dinleme zorunda bırakılan kız çocuğu, “Anacığım, kendini neden boğuyorsun?” sözleri – bütün bunlar, kaynar suyun altına sürülen minicik parmaklarla birlikte, aynı şeyler değil mi? Evet, hemen hemen aynı şeylerdir…
Köylünün avukatı: “Gelişmemişlik, cahillik, çevre işte, acıyın bu adama…” diye ısrar ediyordu. Ama bu ülkede milyonlarca kişi yaşıyor da, kimse karısını ayaklarından tavana asmıyor. Burada yine de bir çizgi olmalı… Öte yandan bakın, okumuş da asıyor şimdi. Sayın avukatlar şu “çevre” sözünü dilinize dolamayı bırakın artık!

Fyodor  Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir