GALEANO: IRAK’IN SÜMER ÜLKESİ OLDUĞU DÖNEMDE, ZAMAN HAFTALARA BÖLÜNDÜ, BABİLONYA OLDUĞU DÖNEMDE BİRA İÇİLDİ

Bu dünyada yazılan ilk kitap, ölmeyi reddeden Kral Gılgamış’ın maceralarını anlatır.

Dedeler

Siyah Afrika’nın birçok halkı, ölüp aramızdan ayrılmış olan atalarımızın ruhlarının evin yanında büyüyen ağacın ya da bahçede otlayan ineğin içinde yaşadıklarına inanırlar. Dedenin dedesinin dedesi şimdi o dağdan kıvrılıp akan dere. Aynı şekilde senin atan da, aranızda hiçbir akrabalık bağı ya da tanışıklık olmasa da, bu dünyadaki yolculuğunda sana eşlik etmek isteyen ruhlardan herhangi birisi olabilir.
Ailenin sınırları olmaz, diyor Dagara halkından Soboufu Some:
-Bizim çocuklarımızın bir sürü anaları ve babaları vardır. Ne kadar isterlerse o kadar.
Ve senin yürümene yardım eden ataların ruhları da, her bir kişinin sahip olduğu çok sayıdaki -artık ne kadar isterse o kadar- dedeler aslında.

Serfler ve senyörler

Kakao güneşe ihtiyaç duymaz, çünkü onu içinde taşır.
İçindeki güneşten çikolatanın bize verdiği zevk ve keyif doğar.
Tanrılar, orada yukarılarda, yoğun iksirin tekelini ellerinde tutuyorlardı ve biz insanlar bunu bilmemeye mahkum edilmiştik.
Quetzalcoatl onu çalıp Tolteklere verdi. Diğer tanrılar uyurken o birkaç tane kakao tohumunu aldı, onları sakalının arasına gizledi, uzun bir örümcek ağının ipini kullanarak yeryüzüne indi ve tohumları Tula şehrine armağan etti.
Prensler, rahipler ve savaşçı komutanlar Quetzalc6atl’ın armağanını gasp ettiler.
Sadece onların damakları bu tadı tatmaya layık oldu.
Gökteki tanrılar çikolatayı ölümlülere yasaklamışlardı; yerin sahipleri de onu bayağı ve kaba insanlara yasakladılar.

Günlerin ortaya çıkışı

Irak’ın Sümer ülkesi olduğu dönemde, zaman haftalara bölündü, haftalar da günlere ve her günün bir adı oldu.
Rahipler ilk gökyüzü haritalarını çizdiler ve gezegenlere, takımyıldızlara ve günlere birer isim verdiler.
Bu isimler dilden dile, Sümerceden Babilceye, Babilceden Yu- nancaya, Yunancadan Latinceye geçe geçe bize kadar geldiler.
O rahipler gökte hareket eden yedi yıldızı tanrılar olarak adlandırmışlardı ve binlerce yıl sonra biz de, zamanın içinde hareket eden günleri tanrılar olarak adlandırmayı sürdürüyoruz. Haftanın günleri çok ufak değişikliklere uğramış olarak orijinal isimlerini kullanmayı sürdürüyorlar: Luna, Marte, Mercurio, Jupiter, Venus, Saturno, Sol.- Lunes, martes, miercoles, jueves…

Tavernanın ortaya çıkışı

Irak’ın Babilonya olduğu dönemde, masaların hazırlanması kadınların eline bakıyordu:
Bira asla eksik kalmasın,
evdeki çorba bol,
ekmek bereketli olsun.
Saraylarda ve tapınaklarda, şef erkekti. Ama evde değil. Kadın tatlı, hafif, beyaz, sarı, siyah ya da yıllanmış olmak üzere çeşit çeşit biraların yanı sıra çorbalar ve ekmekler yapıyordu. Bunların artan kısmını komşulara dağıtıyordu.
Zaman içinde bazı evlerin içine tezgâh yapıldı ve eskiden davetli olanlar şimdi müşteriler oldular. Ve böylece taverna doğdu. Kadının hükmettiği bu küçücük krallık, bu ev uzantısı insanların buluşma yeri ve özgürlük alanı oldu.
Tavernalarda komplolar tasarlanıyor ve yasak aşkların temeli atılıyordu.
Günümüzden üç bin yedi yüz yıldan fazla bir zaman önce, Kral Hammurabi döneminde tanrılar dünyaya iki yüz seksen iki tane yasa gönderdiler.
Bu yasalardan birisi taverna komplolarına iştirak eden tapınak görevlisi kadınların diri diri yakılmalarını emrediyordu.

Masa ayinleri

Irak’ın Asur ülkesi olduğu dönemde, bir kral Nemrut şehrindeki sarayında bir ziyafet verdi; yirmi çeşit sıcak yemek ve kırk çeşit mezenin ikram edildiği yemekte bira ve şarap su gibi aktı. Üç bin yıl önceden günümüze ulaşan kaynaklara göre bu ziyafete, insanlarla birlikte yiyip içen tanrıların dışında, altmış dokuz bin beş yüz yetmiş dört kişi davet edildi ve bunların arasında bir tek kadın yoktu, hepsi erkekti.
Bundan daha eski başka saraylardaki mutfak ustalarının yazdığı ve günümüze kadar ulaşan başka yemek tarifleri de var. Bu kişilerin o dönemde rahipler kadar güçleri ve saygınlıkları vardı; hazırladıkları kutsal yemek formülleri zamanın ve savaşın felaketlerine rağmen var olmayı sürdürdüler. Tarifleri bazen çok ayrıntılı talimatlar içeriyor (hamur tencerenin içinde dört parmak kadar kabarır); bazense daha yuvarlak ifadeler kullanıyor (göz kararı tuz atılır), ama hep aynı cümleyle bitiyor:
Servis yapmaya hazır.
Üç bin beş yüz yıl önce yaşamış olan Aluzinnu adındaki palyaço da bize kendi tariflerini bıraktı. Kaliteli şarküteri kehaneti olarak nitelenebilecek olan bir tanesi şöyle:
Yılın sondan bir önceki ayının son günü için sinek bokuyla doldurulmuş eşek kıçı bağırsağıyla kıyaslanabilecek biryemek yoktur.

Biranın kısa tarihi

En eski atasözlerinden biri Sümer dilinde yazılmıştır ve herhangi bir kaza halinde içkiyi her türlü suçlamadan muaf tutmaktadır:
Biranın hiçbir suçu yoktur.
Bütün suç yoldadır.
Ve kitapların en eskisinin anlattığına göre, Kral Gılgamış’ın dostu Enkidu bira ve ekmeği tanıyana kadar vahşi bir hayvan olmuştur.
Bira bugün Irak diye adlandırdığımız topraklardan Mısır’a gitti. Yüze yeni gözler kattığı için Mısırlılar onun Tanrı Osiris’in bir armağanı olduğunu sandılar. Arpa birası ekmeğin ikiz kardeşi olduğu için ona sıvı ekmek adını verdiler.
Amerika kıtasındaki And bölgesinde tanrılara sunulan en eski armağandır: toprak ilk başlardan beri günlerini şenlendirmek için mısır birasıyla ıslatılmayı talep etmektedir.

Şarabın kısa tarihi

Çok makul şüpheler Âdem’in bir elmayla mı yoksa bir üzümle mi kandırıldığını tam olarak bilmemizi engelliyor.
Ama şunu çok iyi biliyoruz ki, üzümler kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan fermente olabildikleri için bu dünyada Taş Dev- ri’nden beri şarap vardı.
Eski Çin ilahileri kederlilerin acılarını hafifletmek için şarabı öneriyorlardı.
Mısırlılar, Tanrı Horus’un bir gözünün güneş diğerininse ay olduğuna ve ağladığı zaman ay gözünden gözyaşı olarak şarap aktığına inanıyorlardı; canlılar bu şaraptan uyumak için, ölülerse uyanmak için içiyorlardı. Pers kralı Kiros’un kudretini simgeleyen amblem bir asma ağacıydı; Yunanların ve Romalıların eğlencelerini de yine şarap ıslatıyordu.
İsa, insani aşkı kutlamak için altı testi suyu şaraba dönüştürdü. Bu onun ilk mucizesiydi.

Sonsuza dek yaşamak isteyen kral

İlk başta bizim ebemiz olan zaman, gün gelecek celladımız olacak. Dün, zaman bizi emzirdi ama yarın yiyecek.
Her şey bundan ibaret ve biz bunu iyi biliyoruz.
Biliyor muyuz?
Bu dünyada yazılan ilk kitap, ölmeyi reddeden Kral Gılgamış’ın maceralarını anlatır.
Bu destan yaklaşık beş bin yıldır ağızdan ağza anlatıla geldi ve Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular tarafından yazıya aktarıldı.
Fırat kıyılarının hükümdarı Gılgamış bir tanrıçayla bir insanın oğluydu. İlahi irade, insani kader: tanrıçadan kudret ve yakışıklılığını, insan babadansa ölümü aldı.
Çok yakın dostu Enkidu son günlerine yaklaşana dek, ölümlü olmayı hiçbir zaman kafasına takmamıştı aslında.
Gılgamış ve Enkidu olağanüstü kahramanlıkları paylaşmışlardı: Birlikte tanrıların mekânı Sedir Ormanı’na girmiş ve oranın, kükremesi dağları titreten dev bekçisini alt etmişlerdi. Daha sonra yine birlikte, tek bir böğürtüsüyle içine yüz insanın düştüğü bir çukur açan Kutsal Boğa’ya da boyun eğdirmişlerdi.
Enkidu’nun ölümü Gılgamış’ı altüst etti ve aynı zamanda da çok korkuttu. Cesur dostunun çamurdan geldiğini fark etti ve kendisinin de çamurdan olduğunu anladı.
Ve ebedi yaşamı aramak üzere yollara düştü. Ölümsüzlüğün peşinde bozkırlarda ve çöllerde dolaştı,
ışığın ve karanlığın ötesine geçti,
büyük nehirlerde yelken açtı,
cennetin bahçesine kadar gitti,
gizemlerin efendisi maskeli meyhaneci kadın tarafından hizmet edildi,
denizin diğer tarafına ulaştı,
tufandan sağ kurtulan kayıkçıyı tanıdı,
yaşlılara gençlik veren otu buldu,
kuzey yıldızlarının yolunu ve güney yıldızlarının yolunu takip etti,
güneşin girdiği kapıyı açtı ve güneşin çıktığı kapıyı kapattı.
Ve ölümsüz oldu, ta ki ölene kadar.

Diğer bir ölümsüzlük macerası

Polinezya adalarının kurucusu Maui de Gılgamış gibi yarı insan yarı tanrı olarak doğdu.
Tanrısal yarısı çok hızlı hareket eden güneşi gökte daha yavaş süzülmeye mecbur bıraktı ve oltasının iğnesiyle Yeni Zelanda, Hawaii, Tahiti gibi adaları birbiri ardına denizin dibinden yakalayıp bugün bulundukları yerlere bıraktı.
Ama insani yarısı onu ölüme mahkum ediyordu. Maui bunu biliyordu ve yaptığı kahramanlıklar bu gerçeği ona unutturamıyordu.
Ölüm tanrıçası Hine’yi aramak için yeraltı dünyasına bir yolculuk yaptı.
Ve onu buldu: sisin içinde uyuyan devasa bir yaratık. Bir tapınağa benziyordu. Kalkık dizleri, bedenindeki gizli kapının üzerinde bir kemer oluşturuyordu.
Ölümsüzlüğü elde etmek için ölümün tamamen içine girmek, bütün bedenini aşmak ve ağzından çıkmak gerekiyordu.
Maui, yarı aralık büyük bir yarıktan oluşan kapının önünde elbiselerini ve silahlarını çıkarıp yere bıraktı ve çırılçıplak bir halde, tanrıçanın derinliklerine doğru adımını atarak, nemli ve yakıcı bir karanlığın hâkim olduğu yoldan yavaş yavaş içeriye süzüldü.
Ancak yolculuğun tam yarısında birden kuşlar ötünce tanrıça uyandı ve Maui’nin içini oymakta olduğunu hissetti.
Ve onun içinden çıkmasına asla izin vermedi.

Biz gözyaşındanız

Mısır’ın Mısır olmasından önce güneş gökyüzünü ve onun içinde uçan kuşları yarattı; sonra Nil nehrini ve içinde yüzen balıkları yarattı ve onun kara kıyılarına bitkilerden ve hayvanlardan oluşan yeşil bir hayat verdi.
Ondan sonra, yaşamın mimarı güneş oturup eserini seyretmeye koyuldu.
Güneş yeni doğmuş dünyanın, tam gözlerinin önünde yayılan derin nefesini hissetti ve onun ilk seslerini dinledi.
Böylesine bir güzellik onu hüzünlendirmişti.
Güneşin gözyaşları toprağa düştü ve orada çamur oluştu.
İnsanlar da bu çamurdan oldu.

Eduardo Galeano
Aynalar / Neredeyse Evrensel Bir Tarih
Türkçesi: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık


Yorumlar

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir