Ana Sayfa Edebiyat Edebiyatta Dehşet Verici ve Trajik Olana Dair – Jack London

Edebiyatta Dehşet Verici ve Trajik Olana Dair – Jack London

Firmanızın yayıncım olmaya devam etmesini arzu ediyorum ve kitabımı bastığınız takdirde, önceden sunmuş olduğunuz şartları memnuniyetle kabul edeceğim yani bütün kan alıp bana arkadaşlarıma dağıtacağım yirmi kopya vermenizi.

Edgar Allen Poe, 13 Ağustos 1841’de Lee & Blanchard yayınevine yazdığı mektupta böyle diyordu. Şu yanıtı verdiler:

Söylemekten üzüntü duyuyoruz ki içinde bulunduğumuz şartlar, yeni taahhütlerde bulunmamıza imkan tanımamaktadır… Emin olun, bu durumdan dolayı en az sizin kadar üzgünüz, zira fikirlerinizi yayınlarımız aracılığıyla duyurmak bize büyük mutluluk verecekti.

Jack London; ilk olarak 1903’te “The Terrible and Traqie in Fictıon” adıyla basılmış (ç.n)

Poe beş yıl sonra, 1846’da, E. H. Duykinck’e şöyle yazdı:

Bazı sebeplerden ötürü, hikayelerimin yeni cildini Mart’ın başından önce bastırmak istiyorum. Bunu sağlamanız mümkün mü? Bay Wiley, şimdi gönderdiğim derlemenin tüm yayın hakkı için 50 dolar verebilir mi acaba?

Şimdiki yazarların kazancıyla kıyaslandığında, Poe’nun, yazdığı hikayeler için çok az şey ya da bir hiç talep ettiği açıktır. 1900 yılının sonbaharında Tamerlane ve Diğer Şiirler adlı kitabının mevcut üç kopyasından biri 2050 dolara satıldı bu belki de, Poe’nun bütün dergi ve kitaplardaki hikaye ve şiirleri için aldığı paradan daha yüksek bir meblağ idi.

Çağdaşlarının en vasatlarından daha az kazanırken, çoğundan daha güçlü bir tesir yaratmış, daha parlak ve kalıcı bir şöhret kazanmıştı.

Poe’ya bir mektup yazan Cooke, şöyle diyordu:

Geçen kış, Broadway Journalda “The Valdemar Case”i okudum bir hindi avı sırasında, yerde uzanmış, paltomu gözlerime kadar çekmişken. Tereddütsüz olarak, bunun şimdiye kadar bir zihnin tasarladığı ya da kaleme aldığı en rahatsız edici, gerçekmiş hissi veren, korkunç. ürpertici. yaratıcı edebi eser olduğunu söyleyebilirim. O jelatinimsi, yapışkan insan sesi [1] [2] Bu hiç düşünülmemiş bir fikir Bu hikaye, gündüz vakti çift namlulu bir Tyron hindi tüfeği kuşanmış haldeyken, beni korkuttu. Ya gece yansı eski bir köy evinde olsam, etkisi nasıl olacaktı?

Hikayelerinizi okuduktan sonra bana uzun süre musallat olan şeyler var. Berenice’in dişleri Morella’nın değişken gözleri“House of Usher”daki o kırmızı ve ışıltılı çatlak“ The

MS. Found in a Bottle”daki güverte delikleri“Ligeia”da kadehe düşen damlalar vs. her zaman böyle zihne yapışan bir şeyler var en azından benimkine.

Bu sıralarda, henüz soyadı sadece Barrett olan Elizabeth Barrett Browning, Poe’ya şöyle yazmıştı:

“Raven İngiltere’de bir sansasyon, bir hezeyan yarattı. .. ”Neverinore’un3 musallat olduğu insanlar duyuyorum; ayrıca. bir ‘Pallas büstü”ne sahip olan talihsiz bir iş arkadaşım ona alacakaranlıkta bakamıyormuş… Sonra sizinle ilgili bir dedikodu var. Gazetelerdeki bu dedikodu, hepimizi “takdire şayan bir karmaşaya” sürükleyen bir ipnotizmacılığı ”gerçek olup olamayacağına” dair korkunç kuşkulardan bahsediyor; (okudukların hayalci hikayeleri gibi bir şey. Bu dedikodu içinde sorgulanan, yazarın kudreti ve en olmayacak korkunç şeyleri yakın ve bildik kılma yetisi.

Poe her ne kadar hikayeleriyle insanları “takdire şayan bir karmaşaya” sürüklese, gündüz vakti “hindi avı sırasında” onları korkutsa ve yazdığı hikayeler evrensellik kazansa da, o zamanlar bu hikayeleri iğrenç ve okunamaz olmakla itham eden bir yaklaşım hakimdi. Poe’nun okuyucuları vardı ama Poe bu okuyucularla temas içinde değildi. Bu okuyucular ona dergi editörlerinin ağzından seslendiği zaman, belirsiz bir sesleniş olmamıştı bu. Poe isyan içinde, kendi dergisini çıkarmak için yanıp tutuşuyordu“düşkün çizimlerle, moda yaldızlarıyla, müzik ve aşk masallarıyla” dolu “hissi” bir dergi olmayacaktı bu; söyleyeceği şey uğruna konuşan; bir hikayeyi, okuyucunun seveceği bir şey olduğu için değil, gerçekten bir hikaye olduğu için anlatan bir dergi olacaktı.

“Şişede Bulunan El Yazması (ç.n.).

“Kuzguniç.n ).

“Bir daha hiç, Raven Kuzgun Şiirine gönderme (ç.n.).

James E. Heath, “The Fall of The House of Usher”la ilgili olarak Poe’ya şöyle yazmıştı:

[South Literaty Messenger’ın editörü White,] okuyucuların, büyük kudret ve yetenekle yazılmış olsalar da, Alman ekolünün anlatılarından haz alacaklarından kuşku duyuyor. Bu görüşe katılma eğiliminde olduğumu itiraf etmeliyim. Vahşi. inanılmaz ve dehşet verici anlatıların bu ülkedeki popülerliğinin kalıcı olacağından kuşkuluyum. Bana göre. Charles Dickens bu tip yazılan çıkabileceği son mertebeye taşıdı.

Neyse ki, o günlerin, popüler hikayeler yazıp hazır satışlar ve dolgun çekler elde eden yazarları öldü ve unutuldu; hikayeleri de. Oysa Poc ve hikayeleri yaşıyor. Bir bakıma, Poe’yla ilgili tarihin bu yüzü, paradoksal bir düğümdür. Editörler bu hikayeleri basmak, halk okumak istemedi; yine de evrensel olarak okundular, tartışıldılar, hatırlandılar ve yabancı gazetelere taşındılar. Ona az para kazandırdılar ama sonradan çok para getirdiler ve bugün yüksek ve istikrarlı bir satışları var. Ortaya çıktıkları dönemde yaygın kanı, bunların Amerika’da asla popüler olamayacağı yönündeydi; lakin istikrarlı satışları, toplu eser basımları ve çıkmaya devam eden diğer yayınlar, süregiden bir popülerliği doğruluyor. Kasvetli ve dehşetli “Fall of the House of Usher”, “Ligeia”, “Black Cat”, “Cask of Amontillado”, “Berenice”, “Pit and the Pendulum”, “The Mask of the Red Death” bugün her zamanki kadar büyük bir hevesle okunuyor. Bu özellikle, sakalı ağarmışların eskiden okuyup tasvip ettikleri halde, sonradan bunu unutarak tenkit edip ayıpladıkları şeyler üzerine tasvip mührünü vuran genç nesiller için geçerli.

‘Kara Kedi’’ (ç.nj. “Amomillado Fıçısı’ (ç.n.). “Kuyu ve Sarkaç’ (ç.n).

Yine de Poe’nun zamanında hüküm süren koşullar, amansızlığını bugün de sürdürüyor. Abonelerini korumak isteyen ve kendine saygı duyan hiçbir editör, rüşvet ya da tehdit yoluyla, dehşetli ya da trajik bir hikayeyi dergisine almaya ikna edilemez; okuyucular da böyle bir hikayeye rastladıklarında şu ya da bu şekilde böyle hikayelere rastlayacaklardır ondan hoşlanmadıklarını söylerler.

Bir kimse böylr bir hikayeyi okur, ürpererek elinden bırakır ve der ki: “Kanımı dondurdu bu. Bir daha asla böyle bir şey okumak istemem.” Yine de böyle bir şeyi tekrar okuyacaktır, daha sonra tekrar ve tekrar; sonra dönüp aynı şeyleri bir daha okuyacaktır. Okurlar arasından ortalama bir erkek ya da kadınla konuştuğunuzda, onun, yazılmış dehşet verici ve korkunç anlatıların tümünü ya da tümüne yakınını okuduğunu göreceksiniz. Aynı zamanda, ürpererek, böyle anlatılardan hoşlanmadığını ifade edecek, sonra bunları şaşırtıcı ve dikkat çekici bir keskinlik ve kavrayışla tartışmaya girişecektir.

Çok sayıda insanın bu anlatılan ayıpladığı halde okumaya devam etmesi (ki bu, yüz yüze tecrübelerle ve Poe’nunki gibi kitapların satışıyla kanıtlanmıştır) bir soru doğuruyor: Ürpererek dehşetli, korkunç, trajik olanla ilgilenmediğini söyleyen insanlar dürüst müdür? Gerçekten, korkmayı sevmiyorlar mı? Yoksa korkmayı sevmekten mi korkuyorlar?

“Kızıl Ölümün Maskesi” (ç.n).

Korku, ırkımızın derin köklerinde vardır. Dünyaya ilk o gelmişti ve ilkel dünyanın baskın duygusuydu. Bugün, bu yüzden, duyguların en yerleşiğidir. Ama ilkel dünyada insanlar yalındı ve dehşet verici anlatı ve dinlerden samimi olarak haz alırlardı. Bugünün karmaşık, özbilinçli insanlarının dehşet veren şeylerden haz almadıkları doğru mudur? Yoksa aldıkları hazzın bilinmesinden mi utanmaktadırlar?
Nedir oğlan çocuklarını karanlık çöktükten sonra lanetli evlere çeken; taş atıp kaçarlarken, ayak seslerini bastırırcasına kalplerini küt küt attıran? Bir çocuğu hayalet hikayeleri dinlemeye zorlayarak korku içinde bırakan, sonra da fazlası için yalvartan nedir? Fena bir şey midir? İçgüdüleri sağlıksız ve kötü olduğunu söylerken, arzularının çağırdığı bir şey mi? Yine, uzun karanlık bir koridordan geçen ya da sarmal bir merdivenden çıkan kişinin kalbine çarpıntı verip adımlarını hızlandıran nedir? içerideki vahşinin heyecanı mıdır bu? Uyuyan, ama ölmeyen vahşinin; nehir insanlarının ateş etrafında çömelip oturduğu ya da ağaç insanlarının bir araya gelip çene çaldığı zamanlardan beri.

Bu ne olursa olsun, ister iyi ister kötü, bu şey gerçektir. Poe bu şeyi uyandırır içimizde; gündüz vakti bizi korkutur ve “takdire şayan bir karmaşaya” sürükler. Karanlıktan korkan yetişkinin itirafta bulunması zordur. Karanlıktan korkmak uygunsuz gelir ona ve utanır. Belki insanlar, korku ve dehşet uyandıran hikayelerden haz almanın da uygunsuz olduğunu düşünüyordur. içgüdüsel olarak böyle duyguların kötü ve zarar verici olduğunu hissettikleri için, aslında bu hikayeleri severken, sevmediklerini söylemeye ihtiyaç hissetmektedirler.

Brooks’un belirttiği gibi, korku, Dickens’ın kullandığı muhteşem duyguydu; tıpkı Scott’ın kullandığı muhteşem duygunun cesaret olması gibi. Savaşan aristokratlarda taşkın bir cesaret vardı ve her şeye hızlı, cesurca tepkiler verirlerdi. Öte yandan, yükselmekte olan burjuvazi, lortlarının pençesinden yeni kurtulmuş ürkek tacirler ve şehir sakinleri, taşkın bir korku içinde gibiydiler ve tepkileri korku yüklüydü. Bu nedenle Dickens’in yazdıklarını oburca okudular. Zira Dickens onların sözcüsüydü; tıpkı Scott’ın, eski ve ölmekte olan aristokrasinin sözcüsü olması gibi.

Ama Dickens’ın zamanından beri, editoryal tutum ve okuyucuların yargıları açısından bir şeyler değişmişe benziyor. Dickens’ın yaşadığı günlerde, baskın konumdaki ama yeni ortaya çıkmış bulunan burjuvazinin korkusu hala kuvvetliydi; Afrika’dan gelme nesillerin kara büyü korkusu gibi bir şeydi bu. Ama bugün yerine sağlamca yerleşmiş ve muzaffer olan aynı burjuvazinin, eski korkusunu kötü bir kabus gibi belli belirsizce hatırladığı ve ondan utandığı görülüyor. Bu korku kuvvetliyken, burjuvazi korku uyandıran şeyleri çok seviyordu. Ama korku uzaklaşıp tehditkar ve tacizkar olmaktan çıkınca, korkudan korkar oldu. Bu da burjuvazinin özbilinçli hale gelmesi demektir; tıpkı kara kölenin kendisine vurulan “kara” damganın bilincine varıp ondan kurtularak, kalbinin derinliklerinde hala siyah bir marsık olduğunu hissetse de, kendisini koyu tenli bir centilmen olarak isimlendirmesi gibi. Demek ki burjuvazi, korkulu günlerine ait damgayı belirsiz, gizemli bir şekilde hissediyor olsa da, derinlerde bir yerde gizlice hala onlardan haz duyarken özbilinciyle korku veren her şeyi uygunsuz olarak niteler.

Bu söylediklerimiz, elbette, okuyucuların terkibindeki biraz çelişkili psikolojiyi açıklamak yolunda bir denemeden ibarettir. Ama olgular ortadadır. insanlar korku uyandırıcı anlatılardan korkmakta ve ikiyüzlü şekilde, bunlardan hoşlanmaya devam etmektedir. W.W. Jacobs’ın son hikaye derlemesi, “The Lady of The Barge”da, onun bilinen eşsiz mizahi masallarının arasına birkaç dehşet hikayesi serpiştirilmiştir. Bir düzine arkadaşa hangi hikayenin onları daha fazla etkilediği sorulduğunda, ortak cevap, “The Monkey’s Paw” olmuştur. “The Monkey’s Paw”, türünün mükemmel örneği olan bir dehşet hikayesidir. Yine de, böylesi anlatılara ilişkin ürperti ve reddiyelerden sonra, istisnasız olarak hepsinin bu hikayeyi hararetle tartışmaya girişmesi gösterdi ki, hikaye hangi garip hisleri uyandırmışsa, bunlar mutlaka haz veren hislerdir.

Uzun zaman önce, Ambrose Bierce, her sayfası tam anlamıyla dehşet ve korku dolu olan Soldiers and Civilians kitabım basmıştı. Bu anlatılardan birini basmayı kabul edecek editör mali ve profesyonel bir intiharı seçmiş olurdu; yine de yıllardan beri basılan sayısız tatlı, sağlıklı, iyimser, mutlu sonla biten kitap hızla unutulmuşken, insanlar Soldiers and Civilians hakkında konuşmaya devam ediyor.

[W.C] Marrow, daha makul yollara sapmadan önceki düşüncesiz gençlik yıllarında The Ape, the Idiot, and Other People gibi, İngilizcenin en korku verici hikayelerini içeren bir kitap yazma suçunu işlemişti. Böylece aniden şöhret kazandıktan sonra, daha yüksek bir sanat anlayışına ulaşarak, dehşet verici ve korkunç olana tövbe edip tamamen farklı kitaplar yazdı. Ama bu kitaplar, The Ape, the Idiot, and Other People’dakilere benzer hikayeleri sevmediklerini söyleyen insanlar tarafından, bu ilk kitap kadar kolay hatırlanmıyor.

On değerlendirmeciden dokuzu, yakın zamanda basılmış ve birer dehşet hikayesi içeren iki derlemenin ikisinde de, dehşet hikayesini en övgüye değer hikaye seçtikten sonra, dokuz kişiden beşi bu hikayeyi lanetlemeye koyulmuştu. Rider Haggarth’ın tüyler ürpertici bir dehşet içeren She hikayesi uzun süreli ve yaygın şekilde rağbet görürken, Strange Case of Dr. Jekyll and Mr. Hyde daha da büyük bir başarı kazanarak [R.L.] Stevenson’ı gündeme taşımıştı.

Dehşet hikayelerini bir tarafa koysak bile, herhangi bir hikaye, teması trajik ya da dehşetli değilse muhteşem olabilir mi? Yaşamın alelade tatlı yönleri, alelade tatlı hikayelerden ötesine malzeme teşkil edebilir mi?

Bu mümkün görünmüyor. Dünyanın edebi hazinesi içindeki muhteşem hikayelerin hepsinin kudret ve muhteşemliği, trajik ve dehşetli unsurlara dayanır. Yansı bile aşkla ilgili değildir; öyle olsalar bile muhteşemliklerini aşkın kendisinden değil, bu aşkın ilişki içinde olduğu trajik ve dehşetli unsurlardan alırlar.

Bunun oldukça tipik bir örneği Without Benefit of Clergy [R. Kipling)’dir. John Holden ile Ameera’nın aşkı, kastlar dışı ve tekinsiz olduğu için yücelir ve Tota ile Ameera’nın trajik ölümleri, yaşadıklarının kesin sonu ve John Holden’ın kendi türünden insanların arasına dönüşüyle zihnimize yerleşir. insan doğasının derinliklerini anlatmak için baskı ve gerilim lazımdır ve tatlı, iyimser, sükunetli, mutlu olaylarda ne baskı ne de gerilim vardır. Muhteşem şeyler ancak muhteşem bir kışkırtma sayesinde yapılabilir ve varoluşun tatlı, huzurlu bölümünde muhteşem şekilde kışkırtıcı olan hiçbir şey yoktur. Romeo ve Juliet, işleri kolayca yoluna giriverdiği için hatırlanmıyor; Abelard ve Heloise, Tristran ve Iseult, Paolo ve Francesca da.

Ama muhteşem hikayelerin çoğunluğu aşkla ilgili değildir. Örneğin, şimdiye kadar anlatılmış en bütünlüklü ve mükemmel hikayelerden biri olan “A Lodging for the Night” [R.L. Stevenson], aşkın bir nebzesini içermediği gibi, yaşamımızda rastlamak isteyeceğimiz bir tek karakter de içermez. Thevcnin’in kailiyle haşlayıp, sokaklardaki korku dolu gece ve sundurmadaki ölü kadının soyulmasıyla devam eden, on yerine yedi tane kupaya sahip olduğu için öldürülmeyen yaşlı Brisetout lorduyla sona eren bu hikaye, dehşet verici ve tiksindirici olmayan hiçbir şey içermez. Ama muhteşemliği, rahatsız ediciliğinden kaynaklanır. Terk edilmiş evde Villon ile aciz Brisetout lordu arasındaki kelime oyununu anlatan hikayeden, baskı ile gerilimi çıkarsanız ve iki adamı, yaşlı lordun arkasında bir dizi hizmetli varken karşı karşıya getirseniz, ortada hikaye kalmazdı.

“Fall of The House of Usher’ın muhteşemliği bütünüyle dehşet verici unsurlara dayanır ve bu hikayenin içinde Guy de Maupassant’ın “Necklace” ya da “Piece of String”inden, yahut R. Kipling’in “The Man Who Was”ından ve bütün trajedilerin en beterini, bir çocuğun trajedisini anlatan “Baa Baa, Black Sheep”ten daha fazla aşk bulunmaz.

Dergi editörleri dehşet verici ve trajik eserleri reddetmek için çok iyi sebeplere sahiptir. Okuyucuları dehşet verici ve trajik şeyleri sevmediklerini söylemektedir ve bu yeterlidir, ötesini kurcalamak gerekmez. Ama okuyucuları ya utanmazca yalan söylemekte ya da kendilerini doğru söylediklerine inandırmaktadırlar; yahut dergileri okuyan insanlarla, örneğin Poe’nun eserlerini okuyanlar farklı insanlardır.

Bu durumda, bir talebin varlığı da kanıtlandığına göre, bu kalabalık alan üzerinde dehşet verici ve trajik olana tahsis edilmiş bir dergiye yer yok mudur? Poe’nun hayal ettiği gibi; hissi, dokunaklı ya da güçsüz olmayan; en yüksek satışı elde etmeye değil, bir yer edinmeye ve kalıcı olmaya çalışan hikayeler basacak bir dergi.

iki şey açık görünüyor: Trajik ve dehşet verici olana kıymet veren okuyucular arasından bu dergiye yeterli sayıda abone çıkacaktır; ülkenin yazarları da buraya yeterli sayıda hikaye sunacak yetenektedir. Bugün böyle hikayelerin yazılmamasının nedeni, onları satın alacak dergi bulunmaması, yazarların da dergilerin istediği sabun köpüğü nevinden işler üretmesidir. Ne yazık ki yazarlar şan için değil, ekmek parası için yazmaktadır; para kazanma kapasiteleri arttıkça yaşam standartları yükselmekte, şan kazandırmaktan uzak sabun köpüğü ürünler çoğalmakta ve muhteşem hikayeler yazılmadan kalmaktadır.

“Koyu kurşun rengindeki deniz uzun, yavaş, görkemli bir hareket içindeydi; rüzgarın etkisiyle sıvı köpük dağlan oluşuyordu. Zorlukla ilerleyen ıskunanın haşan hareketleri midemizi bulandırıyordu.

Bir dağa tırmanır gibi handiyse duruyor, koca dalganın zirvesine ulaştığında sağa sola silkiniyor, önünde açılan uçurum onu korkutmuşçasına bir an duraksıyordu. Dalga ona binlerce şahmerdanın gücüyle kıçtan vurduğunda, bir çığ gibi düşüp, pruvası loçalara kadar suya gömülüyor, beyaz köpükler her yandan önden, arkadan, sağdan ve soldan, loça makaralarının ve tırabzanların üzerinden güverteyi dolduruyordu. ”

Jack London’ın basılan ilk öyküsü, bir özyaşam anlatısıdır; yazarın henüz on yedi yaşındayken çıktığı uzun yolculukta başından geçenlerin bir kesitini içeriyor. London 20 Ocak 1893’te, Sophie Sutherlandadlı üç direkli yelkenliyle Japonya’ya hareket etmişti. 26 Ağustos 1893’te eve döndü. Dönüşünden sonra kaleme alarak San Francisco Moming Call’un düzenlediği yarışmaya gönderdiği yazı, birincilik ödülü kazanmıştı.

1 “Bay Valdemar Vakasındaki Geıçckler” (ç n.)
[2] ‘Usher’ların Çöküşü” (ç n ).

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version