Ana Sayfa Genel Kültür Biyolojik lrkçılıktan Kültürel lrkçılığa Geçiş – Yuval Noah Harari

Biyolojik lrkçılıktan Kültürel lrkçılığa Geçiş – Yuval Noah Harari

Avrupalılar yüz yıl önce kimi ırkların, bilhassa beyaz ırkın, doğası gereği diğer ırklardan üstün olduğuna kesin gözüyle bakıyordu. 1945 sonrası bu tarz görüşler giderek daha çok kınanmaya başlandı. Irkçılık sadece ahlaken rezil değil bilimsel açıdan da asılsız bulunuyordu. Fen bilimleriyle uğraşanlar, özellikle de genetikçiler Avrupalı, Afrikalı, Çin ve Amerikan yerlileri arasındaki biyolojik farkların göz ardı edilebilir düzeyde olduğuna dair oldukça sağlam kanıtlar ortaya koydu.

Ancak aynı zaman zarfında antropologlar, sosyologlar, tarihçiler, davranış bilimciler hatta beyin üzerine çalışan biliminsanları, insan kültürleri arasındaki bariz farklara dair bol miktarda veri topladı. Nitekim tüm insan kültürleri özünde aynıysa antropolog ve tarihçilere ne diye ihtiyaç duyalım? Ne diye afaki farkları çalışmaya kaynak ayıralım? En azından Güney Pasifik ve Kalahari Çölü’nde düzenlenen pahalı saha çalışmalarını finanse etmeyi bırakıp, Oxford ya da Boston’daki insanları incelemekle yetinmemiz gerekir. Kültürel farklar önemsizse Harvard’daki lisans öğrencileriyle ilgili keşfettiklerimiz Kalahari’nin avcı toplayıcı insanları için de geçerli olacaktır.

İnsanların çoğu, düşünüp taşınınca, cinsel törelerden tutun da siyasi âdetlere pek çok alanda, insan kültürleri arasında kayda değer farklar bulunduğu sonucuna varır. O zaman bu farkları nasıl ele alacağız? Kültürel izafiyeti savunanlar, fark olmasının hiyerarşi olacağı anlamına gelmeyeceğini ve asla bir kültürü diğerinden üstün tutmamamız gerektiğini ifade ediyorlar. İnsanlar değişik şekillerde düşünüp davranabilirler ama bu çeşitliliği bağrımıza basıp tüm inanç ve göreneklere eşit değer atfetmeliyiz. Maalesef bu tür açık görüşlü tutumlar hakikat karşısında ayakta kalamıyor. İnsanların çeşitliliği, mesele yeme içme ve şiir sözkonusu olduğunda şahane bir şey ama kimse cadı diye insanların yakılmasını, bebek katlini ya da köleliği, Coca-Cola kolonyalizmi ve kapitalizmden korunması gereken büyüleyici insan davranışları sınıfına sokamaz.

Ya da farklı kültürlerin yabancıları, göçmenleri ve mültecileri nasıl karşıladığını düşünün. Her kültürün başkalarını kabul etme ölçüsü farklı. 21. yüzyılın başında Alman kültürü göçmenleri Suudi Arabistan kültüründen daha sıcak karşılıyor. Bir Müslümanın Almanya’ya göç etmesi Hıristiyan birinin Suudi Arabistan’a göç etmesinden çok daha kolay. Hatta Suriyeli Müslüman bir mültecinin Almanya’ya göç etmesi muhtemelen Suudi Arabistan’a göç etmesinden daha kolay Almanya, Suudi Arabistan’dan çok daha fazla Suriyeli mülteci kabul etti. Aynı şekilde deliller, 21. yüzyılın başında Kaliforniya’daki kültürün göçmenlere Japonya’dakinden çok daha sıcak baktığını gösteriyor. Bu doğrultuda yabancılara hoşgörü göstermek ve göçmenleri kucaklamak iyi bir şeydir diye düşünüyorsanız, en azından bu konu dahilinde, Alman kültürünün Suudi Arabistan kültüründen üstün, Kaliforniya kültürünün Japon kültüründen daha iyi olduğunu da düşünmeniz gerekmez mi?

Ayrıca iki kültürel norm teoride eşit sayılsa bile, göç gibi uygulamalı bir bağlamda, göç edilen ülkenin kültürünün daha iyi olduğunu düşünmek gerekçelendirilebilir. Bir ülkenin koşullarına uygun düşen norm ve değerler, başka koşullarda o kadar iyi işlemeyebilir. Somut bir örneği mercek altına alalım. Yerleşmiş önyargıların tuzağına düşmemek için iki ülke kurgulayalım. Birinin adı Soğukistan, diğerininki Sıcakya olsun. Bu iki ülkenin pek çok kültürel farkı var. İnsan ilişkileri ve bireylerarası çatışmalar konusunda da tutumları farklı. Soğukistanlılara küçüklüklerinden itibaren okulda, işyerinde ve hatta aile içinde biriyle anlaşmazlığa düştüklerinde bile, en iyisinin duygularını bastırmak olduğu öğütlenmiş. Bağırıp çağırmaktan, öfke emareleri göstermekten ya da diğer insanlara meydan okumaktan kaçınmak gerek; öfkeyle kalkan zararla oturur. En doğrusu insanın duygularıyla başa çıkıp ortamın yatışmasını beklemesi. Bu süre zarfında sözkonusu kişiyle iletişim kurmamalı, karşılaşmak kaçınılmazsa mesafeli ama nazik davranıp hassas konulara hiç girilmemeli.

Sıcakyalılarsa tam tersine çocukluklarından itibaren çatışmaları dışa-vurmayı öğrenmiş. Kendinizi bir anlaşmazlığın ortasında bulursanız konuyu havada bırakıp duygularınızı bastırmayın. İlk fırsatta içinizi dökün. Sinirlenmek, bağırıp çağırmak ve tam olarak ne hissettiğinizi karşınızdakine göstermek normaldir. Meseleler ancak böyle, dürüst ve doğrudan davranarak beraberce çözülür. Yıllarca sürebilecek bir anlaşmazlığa yol açmaktansa bir gün bağırıp çağırarak konuyu çözebilirsiniz ve karşılıklı meydan okumak hiçbir zaman hoş olmasa da sonrasında herkes çok daha iyi hisseder.
Bu iki yöntemin de olumlu ve olumsuz tarafları var ve hangisinin daha iyi olduğunu söylemek zor. Peki ya Sıcakyalı biri Soğukistan’a göç eder ve bir Soğukistan şirketinde çalışmaya başlarsa?

Sıcakyalı ne zaman diğer çalışanlarla anlaşmazlığa düşse, dikkatleri soruna yoğunlaştırıp meselenin çabucak hallolmasına yarayacağını düşündüğünden, masaları yumruklayıp avazı çıktığı kadar bağırıyor. Yıllar sonra üst düzey bir pozisyon boşalıyor. Sıcakyalı gerekli tüm vasıflara sahip olsa da patron Soğukistanlı bir çalışanı terfi ediyor. Niye diye sorulduğunda, “Evet, Sıcakyalının pek çok yeteneği var ama insan ilişkileri çok sorunlu. Çabuk sinirleniyor, gereksiz yere gerginlik yaratıyor ve şirket kültürümüzü zedeliyor,” diye açıklıyor. Bu değerlendirmeden Soğukistan’a göçeden diğer Sıcakyalılar da payına düşeni alıyor. Çoğu ancak düşük mevkilerde çalışabiliyor ya da iş bile bulamıyor çünkü yöneticiler Sıcakyalıların çabuk sinirlenen ve sorun çıkaran insanlar olduğunu varsayıyor. Sıcakyalılar bir türlü üst düzey mevkilere çıkamadıkları için Soğukistan’ın kurumsal kültürünü değiştirmeleri zor.
Aynı şey Sıcakya’ya göç eden Soğukistanlıların da başına geliyor. Sıcakya’da bir şirkette çalışmaya başlayan bir Soğukistanlı kısa sürede burnu büyük ya da soğuk nevale diye nam salıyor ve doğru dürüst arkadaş edinemiyor. İnsanlar kendisini samimiyetsiz buluyor ve temel insan ilişkisi becerilerinden yoksun olduğunu düşünüyorlar. Asla üst düzey bir pozisyona gelemiyor ve bu yüzden de şirket kültürünü değiştirme fırsatı yakalayamıyor. Sıcakya müdürleri, çoğu Soğukistanlının samimiyetsiz ya da utangaç olduğu sonucuna varıyor ve müşterilerle iletişim ya da diğer çalışanlarla yakın işbirliği gerektiren pozisyonlara Soğukistan’ dan gelenleri almayı tercih etmiyorlar.

Bu iki durum da düpedüz ırkçılık gibi görünebilir. Ama burada sözkonusu olan ırkçılık değil “kültürcülük”tür. İnsanlar cephenin başka bir alana kaydığını fark etmeden geleneksel ırkçılığa karşı kahramanca savaşmayı sürdürüyor. Geleneksel ırkçılık sönüp gidiyor ama dünya artık “kültürcülük” taslayanlarla dolup taşıyor.

Geleneksel ırkçılık sırtını biyoloji kuramlarına dayamıştı. 1890’larda ya da 1930’larda Birleşik Krallık, Avustralya ve ABD gibi ülkelerde yaşayanlar kalıtsal bir biyolojik unsurun Afrikalı ve Çinli insanları yapı itibarıyla Avrupalılardan daha az zeki, daha az girişken ve daha az ahlaklı yaptığına inanıyorlardı. Sorun kanlarındaydı. Bu tarz görüşler hem siyasi arenada saygı görüyor hem de bilimsel altyapıyla destekleniyordu. Oysa günümüzde pek çok insan ırkçı beyanlarda bulunsa da bu görüşler hiçbir bilimsel altyapıya sahip değil ve öyle bir siyasi saygı da görmüyor; tabii kültürel terimlerle başka bir şekilde ifade edilmedilerse. Siyahlar genlerinin niteliği düşük olduğu için suç işlemeye eğilimlidir deme modası geçti; artık işlevsiz altkültürlerden geldikleri için suç işlemeye meyilliler demek moda.

Örneğin ABD’de kimi parti ve liderler ayrımcı politikaları açıkça destekleyip sık sık Afrika ve Latin kökenli Amerikalılar ve Müslümanlar hakkında atıp tutuyorlar ama DNA’larında bir sorun var demiyorlar. Sıkıntının kaynağı olarak kültürleri gösteriyorlar. Dolayısıyla Başkan Trump Haiti, El Salvador ve kimi Afrika ülkelerine “bok çukuru” yakıştırması yaparken, belli ki bu yerlerin kültürleriyle ilgili görüşünü beyan ediyor, genetik yapılarına dair bir şey söylemiyordu.2 Trump başka bir seferinde ABD’ye göç eden Meksikalılar hakkında şu şekilde konuşmuştu: “Meksika bize insan gönderdiğinde en iyileri göndermiyor. Bir sürü sorunu olan insanlar gönderiyor ve bu sorunlar buraya taşınıyor. Uyuşturucu getiriyorlar. Suç getiriyorlar. Tecavüzcü bunlar. Sanıyorum bir kısmı da iyi insandır.” Bu çok yakışıksız bir iddia ama biyolojik açıdan değil sosyolojik açıdan yakışıksız. Trump Meksikalı kanı iyilikten nasibini almamıştır demiyor; iyi Meksikalılar Rio Grande’nin güneyinde kalıyor diyor sadece.’
Tartışmanın odağında yine de insan bedeni; Latin Amerikalı bedeni, Afrikalı bedeni, Çinli bedeni var. Ten rengi pek bir mühim. Derinizde fazlaca melanin pigmentiyle New York sokaklarında dolanıyorsanız, nereye gidiyor olursanız olun, polis size şüpheyle yaklaşır. Ama hem Başkan Trump hem de Başkan Obama gibiler ten renginin önemini kültürel ve tarihsel bağlamda ifade eder. Polisin ten renginize şüpheyle yaklaşmasının altında yatan gerekçe biyolojik değil tarihseldir. Tahminen Obama ve benzerleri, polisin önyargısının kölelik gibi olumsuz tarihsel hatalardan kaynaklandığını açıklayacaktır. Trump ve benzerleriyse siyahların suç işlemesini, beyaz liberaller ve siyah toplulukların yaptığı tarihsel hataların olumsuz mirası olarak görecektir. Her iki koşulda da Delhi’den gelmiş Amerikan tarihinden bihaber bir turist bile olsanız bu tarihin yol açtığı sonuçların vebalini çekmek zorunda kalırsınız.

Biyolojiden kültüre geçiş, anlamsız bir teknik dil değişikliği değil. Uygulamaya etki eden kimi iyi kimi kötü sonuçlar doğuran kapsamlı bir geçiş. Öncelikle, kültür biyolojiden daha kolay şekillendirilebilir. Bu bir yandan günümüzde kültürcülük yapanların geleneksel ırkçılardan daha hoşgörülü olabileceği anlamına geliyor; “ötekiler” kültürümüzü benimserse onları kendimizle bir tutarız diye düşünebilirler. Öte yandan, bunun sonucunda “ötekiler” asimile olmaya çok daha fazla zorlanabilir ve başarı gösteremezlerse çok daha sert eleştirilere maruz kalabilirler.

Koyu tenli bir insanı ten rengini açmıyor diye suçlayamazsınız ama insanlar Afrikalıları ya da Müslümanları Batı kültürünün norm ve değerlerini benimsemiyorlar diye suçlayabilirler ve suçluyorlar da. Böyle suçlamaların ille de geçerli bir sebebi olması gerekir anlamına gelmez bu. Çoğu durumda hâkim kültürü benimsemek için pek fazla sebep yoktur ve çoğu başka durumda da gerçekleşmesi neredeyse imkânsız bir hedeftir bu. Yoksulluğun kol gezdiği varoşlardan gelen Afrika kökenli Amerikalılar, hegemonyacı Amerikan kültürüne uyum sağlayabilmek için ne kadar gayret etseler de öncelikle kurumsal ayrımcılığa maruz kalabilir, sonra da yeterince çaba sarfetmemekle suçlanarak çektikleri sıkıntının tek suçlusu kendileriymiş konumuna düşürülebilirler.

Biyolojiden bahsetmekle kültürden bahsetmek arasındaki kilit farklardan biri de Soğukistan’la Sıcakya örneğinde olduğu gibi geleneksel ırkçı bağnazlığının aksine kültürcülük savlarının ara sıra akla yatkın gelebilme-sidir. Sıcakyalılarla Soğukistanlıların gerçekten de insan ilişkilerinin farklı tarzlarda kendini gösterdiği farklı kültürleri var. İnsan ilişkilerinin pek çok iş dalında önem taşıdığını düşünürsek, Sıcakyalı bir şirketin Soğukistanlıları kendi kültürel mirasları doğrultusunda davrandıkları için cezalandırması ahlaken yanlış mıdır?

Antropologlar, sosyologlar ve tarihçiler bu konuda ciddi kaygılar taşıyorlar. Bir yandan tüm bu söylem tehlikeli ölçüde ırkçılığa yakın duruyor. Öte yandan kültürcülüğün ırkçılığa kıyasla çok daha sağlam bir bilimsel altyapısı var ve özellikle beşeri bilimler ve sosyal bilimler alanlarında çalışanlar kültürel farkların varlığını ve önemini reddedemezler.
Elbette bazı kültürcü savları kabul etsek de hepsini kabul etmek zorunda değiliz. Çoğu kültürcü sav üç ortak kusurdan mustariptir. Birincisi, kül-türcüler genellikle yerel üstünlüğü nesnel üstünlükle karıştırırlar. Dolayısıyla Sıcakya yerelinde çatışmaları Sıcakya usulü karara bağlama yöntemi, Soğukistan yönteminden pekâlâ üstün olabilir. Bu durumda Sıcakya’da faaliyet gösteren Sıcakya şirketi, Soğukistanlı göçmenlerin orantısız biçimde cezalandırılmasına yol açacak şekilde, içe kapanık çalışanlara ayrımcılık yapmakta haklı sebeplere sahiptir. Fakat bu Sıcakya yönteminin nesnel üstünlüğe sahip olduğu anlamına gelmez. Sıcakyalılar Soğukyalılardan bazı şeyler öğrenebilir ve durum değişirse, örneğin Sıcakyalı şirket küreselleşip farklı ülkelerde şube açarsa, çeşitlilik birdenbire kıymete binebilir.

İkincisi, net bir ölçüt, zaman ve yer tanımladığınızda kültürcü savlar ampirik açıdan doğru olabilir. Ama insanlar beklenmedik bir sıklıkla çok fazla genel kültürcü iddialarda bulunurlar ve bunlar da hiçbir şey ifade etmez. Dolayısıyla, “Soğukistan kültürü Sıcakya kültürüne oranla ulu orta öfke patlamalarına karşı daha az hoşgörülüdür,” demek mantıklı bir iddia olabilirken, “Müslüman kültürü aşırı hoşgörüsüz,” demek hiç de mantıklı değildir. İkinci iddia oldukça muğlaktır. “Hoşgörüsüz” derken neyi kastediyoruz. Kime ya da neye karşı? Bir kültür, dini azınlıklara ve sıradışı siyasi görüşlere karşı hoşgörüsüzken obezlere ve yaşlılara karşı son derece hoşgörülü olabilir. Ayrıca “Müslüman kültürü” derken neyi kastediyoruz? 7. yüzyıl Arap Yarımadası’ndan mı bahsediyoruz? 16. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’ndan mı? 21. yüzyılın başındaki Pakistan’dan mı? Son olarak, ölçütümüz ne? Dini azınlıklara hoşgörüyle bakacaksak ve 16. yüzyılın Osmanlı İmparatorluğu’yla 16. yüzyıl Batı Avrupa’sını kıyaslarsak Müslüman kültürün inanılmaz hoşgörülü olduğu sonucuna varırız. Taliban yönetimindeki Afganistan’la çağdaş Danimarka’yı kıyaslarsak bambaşka bir sonuca varırız.

Ama kültürcü savların en büyük sorunu, istatiksel bir yapıya sahip olmalarına rağmen sık sık bireylere ayrımcılık yapmak için kullanılıyor olmalarıdır. Sıcakya yerlisi biriyle Soğukistanlı bir göçmen Sıcakya’daki bir şirkette açılan aynı pozisyona başvurduğunda yönetici, “Soğukistanlılar soğuk ve çekingendir,” diye Sıcakyalıyı işe almayı seçebilir. Bu istatiksel olarak doğru olsa bile belki sözkonusu Soğukistanlı, Sıcakyalı adaydan daha sıcakkanlı ve girişkendir. Kültür önemlidir ama insanlar aynı zamanda genleri ve kişisel geçmişleri doğrultusunda da şekillenir. Bireyler genellikle istatiksel kalıpları yıkarlar. Şirketin donuk insanları değil de girişkenleri tercih etmesi anlaşılır bir şey ama Soğukistanlıları değil de Sıcakyalıları tercih etmesi mantıklı değil.

Ancak tüm bunlar kültürcülüğü tamamen geçersiz kılmak yerine birtakım kültürcü savları yola getiriyor. Bilimsel bir temeli bulunmayan bir önyargıdan ibaret ırkçılığın aksine, kültürcü savlar bazen oldukça doğru görünür. İstatistiklere bakar ve Sıcakyalı şirketlerin yüksek mevkilerde çok az Soğukistanlı istihdam ettiğini görürsek bunun sebebi ırkçı ayrımcılıktan ziyade akıllıca verilmiş bir karar olabilir. Soğukistanlı göçmenler bu duruma içerleyip Sıcakya’nın göçmenlik şartlarını yerine getirmediğini iddia etmeli mi? Sıcakya şirketleri “pozitifayrımcılık” yaparak Sıcakya’nın asabi iş kültürünü yatıştırma umuduyla daha çok Soğukistanlıyı yönetici konumuna mı getirmeli? Belki de suç yerel kültüre uyum sağlamayı başaramayan Soğukistanlılarındırve Soğukistanlıların çocuklarına Sıcakya norm ve değerleri aşılamak için daha çok ve daha etkili çaba sarfetmemiz gerekiyordur.
Kurmaca âleminden gerçek dünyaya dönersek, Avrupa’da cereyan eden göç tartışmasının hayırla şer arasındaki, sağı solu belli bir savaş olmanın çok uzağında kaldığını görürüz. Tüm göçmenlik karşıtlarına “faşist” yaftası yapıştırmak da tüm göçmenlik taraftarlarının “kültürel intihara” meyilli olduğu sonucuna varmak da doğru olmaz. Bu yüzden göçmenlik meselesi pazarlık edilemez ahlaki bir buyruk hakkında ödün verilmeden sürdürülen bir mücadele şeklinde yürütülmemeli. Standart demokratik prosedürlerle kara-ra bağlanması gereken iki meşru siyasi duruş arasındaki bir tartışmadır bu.

Şimdilik Avrupa’nın, değerlerini paylaşmayan insanlar tarafından sarsılmadan kapılarını yabancılara açık tutabilmesini sağlayacak bir orta yol bulup bulamayacağı meçhul. Avrupa böyle bir yol bulabilirse belki bu formül küresel ölçekte de uygulanabilir. Fakat Avrupa projesi başarısız olursa bu özgürlük ve hoşgörü gibi liberal değerlere inancın dünyanın kültürel çatışmalarını çözmeye ve insanlığı nükleer savaş, ekolojik çöküş ve teknolojik sıçrama karşısında birleştirmeye yetmediğinin göstergesi olur. Yunanlar ve Almanlar ortak bir kadere rıza gösteremiyor ve 500 milyon varsıl Avrupalı birkaç milyon yoksul mülteciyi bünyesinde barındıramıyorsa, insanlığın küresel medeniyeti sarıp sarmalayan çok daha yoğun çatışmaların altından kalkmakta nasıl bir şansı olabilir ki?

Avrupa ve dünyanın tamamıyla daha iyi bütünleşmek ve sınırlarla zihinleri açık tutmakta yardımcı olabilecek şeylerden biri de terörizm kaynaklı histerinin şiddetini azaltmak. Avrupa’nın özgürlük ve hoşgörü alanlarındaki deneyinin abartılı bir terör korkusu sebebiyle dağılması büyük bir talihsizlik olur. Bu durum teröristlerin amaçlarına ulaşmasını sağlamakla kalmaz, bu bir avuç fanatiğin eline insanlığın geleceği hakkında çok ama çok büyük bir söz hakkı verir. Terörizm insanlığın marjinal ve zayıf bir kesiminin silahı. Peki nasıl oldu da böylesi bir şey küresel siyasete yön verir hale geldi?

Yuval Noah Harari
21. Yüzyıl İçin 21 Ders

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version