Ana Sayfa Edebiyat “USULÜNE GÖRE GÖMÜLMEYEN HER ŞEY SONRADAN HORTLAR!”* LAZARUS – FIRAT DEVECİOĞLU 

“USULÜNE GÖRE GÖMÜLMEYEN HER ŞEY SONRADAN HORTLAR!”* LAZARUS – FIRAT DEVECİOĞLU 

Karanlığa gömülü küçük bir odada, üstü çıplak genç bir adamın odadan daha karanlık gölgesi dolaşıyordu. Anılarla gelen pişmanlıklar etrafını sarmıştı. Televizyonun karşısındaki kanepeye dikmişti gözlerini. Yüzünde geri dönüşü olmayan bir acının izleri geziniyordu. O ve bu oda, sessiz ve karanlıktı. Zaman, tozlu ve üzgündü.

Tam bir yıl önce, ağustos başlarında, çok sıcak bir günde, annesini buraya getirmişti. Kadıncağız hastaydı. Günbegün hastalığı ilerliyor, bilincini kaybediyordu. Bulduğu en akıllıca kalpsizçözüm, hayat yorgunu annesini, bu özel bakımevinin terk edilmiş odasına bırakmaktı. Ona burada iyi bakacaklardı! Ne de olsaözel bir bakımeviydi. Ondan sorumlu bakıcıları olacaktı. İhtiyarkomşuları ile dertleşebilirdi. Odası her hafta temizlenecek, ilaçları takip edilecekti.

Önüne konan sözleşmeyi doğru dürüst okumadan imzaladı. Bir beladan kurtulmak istercesine, cebindeki tüm para ile odanın bir yıllık kirasını peşin ödedi. Küçük bir kız çocuğunu okula bırakmaya götürür gibi annesinin elinden tuttu. Koridorda küçük adımlarla ilerlediler. Kadıncağız gülümsüyordu. Gözleri, bakıma muhtaç yaşlı insanlara özgü sevinç ve saflıkla bakıyordu. Odanın önünde durdular. Genç adam beyaz kapıyı araladı. Yaşlı adımlar, itiraz edemeden içeri girdi. Sisli, durgun bir gölde ilerleyen bir kayığın içindeydi artık annesi. Yalnız ve acılı bir ölüme doğru götüren beyaz bir kayıktı bu.

O gün, terk etti annesini. Rahatsız edici bir ferahlıkla zavallı hayatına geri döndü. Birkaç cılız telefon dışında onunla görüşmedi. Hiç uğramadı. Nihayet, terk edildiğini anladı annesi.
Hastalığı hızla ilerledi. Bilincini kaybediyor, aynada kendini tanımadığı günler sıklaşıyordu. Saflıkla bakan gözlerinin ışığı sönmüştü. Altı ayın sonunda, kendini ve nerede olduğunu bilemez
hale gelmişti.

Ocak ayının en soğuk gününde, açık televizyona bakar halde, ne gördüğünü bile bilmeden, o kanepede öldü kadın. Öğle vaktiydi. Cansız bedeni saatler sonra fark edildi. Genç adamın haberi olmadı. Kimse ulaşamadı ona. Ortak bir tanıdık da yoktu. Telefonuna bakmadığı birkaç gün içinde, kimsesizler mezarlığına defnettiler annesini.

Yaşam, bazen son ana kadar beklese de, hiçbir şeyi karşılıksız bırakmayan bir bilge olduğunu gösterdi. Ölüm haberini aldığı andan itibaren, vicdanına ansızın dolan karabulut, genç adamı nefessiz bırakmaya başlamıştı.

Her akşam işten çıkıyor, doğruca bu odaya geliyor, karanlık köşelerde küçük adımlarla dolaşıyor, annesinin gölgesini takip ediyordu. Gözleri, onun son nefesini verdiği yere takılıyordu.

Genç adamın odada yalnız kaldığı ilk pazar günüydü. Duvarların arasından bir ses yükseldi. Annesinin sesiydi bu. Ona seslendiğini duymuştu. Korkmadı. Mutlulukla cesaretin iç içe geçtiği yabancı bir duygu doldu yüreğine. Ertesi gün işten erken çıktı, koşar adım bakımevinin yolunu tuttu. Karanlığın ortasında bekledi. Onun sesini duymak için odanın sessiz duvarlarına kulak verdi. Bu defa annesinin kokusunu çekti içine. Göremiyor, dokunamıyor, ama yanında olduğunu hissediyordu. Islak uzun saçlarının altındaki kuru dudakları bir dua okurcasına hareketlendi. Kendine kırgın sesinden çıkan her bir kelime, boşlukta yankılanıyordu.

“Demek altı ay boyunca tek başına buraya uzandın anne.”

Annesinin, şahit olamadığı, ölümü bekleyen hali gözününönünde belirdi. Onun yanında ağlamaktan utanıyor, gözyaşlarınıtutmaya çalışıyordu.

“Şu odaya giren görevli söyledi. Sadece benim ismimi sayıklıyormuşsun. İnsanı tek unutmayan annedir. Böyledir.”

Başını, annesinin yastığına gömdü. Genç adam haykırırcasına bağırıyordu şimdi.

“Kapkara bir vicdanla baş başa kaldım!”

Vefasız kalbinin, varlığından haberi olmadığı bir parçası uyanışa geçmişti. Bu yıkıcı kayıp sonrası, yalnız ama en azından ne istemediğini bilen bir adamdan, dalgın ve varlığını sorgulayan bir hayalete dönüşmüştü. Gündelik hayata uyum sağlayamıyor, aklını bir türlü toplayamıyordu. Özgürlüğünün tahtında vicdan azabı oturuyordu.

Annesi öldükten iki hafta sonra işini kaybetti. Özel bir üniversitenin içinde, on metrekarelik bir fotokopi odasında çalışıyordu. Ölümün kucağına bıraktığı annesi için hayatın kendisi
olsa da, onu her gün gören öğrenciler için önemsiz bir fotokopiciden ibaretti.

Hayattan nefret ederek uyandığı soğuk bir günün sabahıydı. Fotokopi makinesinin sağa sola salınan beyaz ışığına kendini kaptırmış halde fotokopi çekiyordu. Bir adam, odadan içeri girer girmez, elindeki kitabı yüzüne fırlattı ve bağırmaya başladı.

Fırat Devecioğlu 
Kaynak: Lazarus – Tanrı Oyuncağı, Destek Yayınları


* Lacan

Lazarus: Hıristiyan ikonografisinde en sık işlenen mucize Lazarus’un dirilişi, ölen kişinin
yerinden doğrulurcasına hareketlenişini ifade etmek amacıyla tıp literatürüne “Lazarus refleksi” olarak girmiş.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version