Ana Sayfa Bilim ve İnsan Bilim Tartışmaları – Noam Chomsky

Bilim Tartışmaları – Noam Chomsky

Bu tartışmada, geniş bir yelpazeye yayılmış ortak özlemleri ve taahhütleri paylaşan insanlar, hiç değilse bazı durumlarda yıllarca birlikte çalışıp mücadele etmiş insanlar yer alıyor. Bu yüzden de açık ve dürüst olabileceğimi umuyorum. Ve kişisel görüşlerimi dile getirebileceğimi umuyorum; çünkü dürüst olmak gerekirse, ortada kendi başına önem arz eden, tartışılacak fazla bir malzemenin olduğunu düşünmüyorum.

Kimseyi yanıltmak istemem; bu nedenle bu tartışmaya katıldığımdan pek emin olmadığımı da hemen söylemeliyim. Sanırım altı makalede söylenenlerin bir kısmını anlıyorum ve anladıklarımın birçoğuna katılıyorum. Asıl anlamadığım şey, tartışmanın konusu: “Rasyonalitenin”, “bilimin” ve “mantığın” meşruluğu (belki önlerine “Batılı” sözcüğünü de eklemek gerekiyor); bu karışıma kısaca “rasyonel araştırma” diyelim.

Konu hakkında biraz aydınlanmak amacıyla makaleleri okudum, ama katkıda bulunanlarından birinin söylediği gibi, “bakışlarım donuklaşıyor: Teşekkür ederim; ama böyle bir [şeye] katılmak istemiyorum.” Michael Albert, rasyonel araştırmayı terk etmemizi ya da aşmamızı savunan makaleleri yorumlamamı istediğinde bunu reddettim ve büyük olasılıkla bu kararıma bağlı kalmakla akıllıca davranmış olacaktım. Beni ikna etmek için gösterilen epeyce çabadan sonra birkaç yorumda bulunacağım; ama açıkçası ortadaki meselenin ne olduğunu gerçekten kavrayamıyorum.

Rasyonel araştırmayla ilgili olarak ortaya birçok ilginç soru atılmıştır. İnancın geçerli nedenlerinin gösterilmesi, matematiksel hakikatin ve teorik varlıkların statüsü, rasyonel araştırmanın belirli toplumsal ve kültürel koşullar altında kullanılması ve bu koşulların rasyonel araştırmanın seyrini nasıl etkilediği vs. konularla ilgili sorunlar vardır. Ancak ele alacağımız konular bu türden sorunlar değil, bütün bu uğraşın meşruiyetiyle ilgili bir şeyleri ele alacağız. İşte bunu, bazı nedenlerle kafa karıştırıcı buluyorum.

En başta, bir tartışmaya katılabilmek için insanın temel kuralları anlaması gerek. Bu tartışmada ben temel kuralların ne olduğunu anlamıyorum. Özellikle de şuna benzer çok temel soruların yanıtlarını bilmiyorum: Sonuçların öncüllerle tutarlı olması ilkesine (hatta sonuçların çıkarım yoluyla öncüllerden elde edilmesi ilkesine) uyulacak mıdır? Olguların bir önemi var mıdır? Yoksa düşünceleri istediğimiz gibi birbirine bağlayıp bunlara “argüman” diyebilir, olguları istediğimiz gibi oluşturabilir ve böylece bir hikâyenin bir başka hikâye kadar iyi olduğunu varsayabilir miyiz? Bildik bazı temel kurallar vardır: rasyonel araştırmanın kuralları. Bu kurallar hiç de açık değildir ve onları eleştirip açık hale getirmeyi amaçlayan ilginç girişimler mevcuttur; ama geniş bir aralıkta ilerlemek için bu kuralların ne olduğuna dair yeterli bir kavrayışa sahibiz. Burada, bu temel kurallara (ilerledikçe onları geliştirmeye çalışarak) bağlı kalmanın gerekip gerekmediği tartışılıyormuş gibi görünüyor. Eğer yanıt, bunlara bağlı kalmamız gerektiği yönündeyse, o zaman tartışma bitmiştir: Rasyonel araştırmanın meşruluğunu örtük olarak kabul etmişiz demektir. Öte yandan, eğer bu kurallar bir kenara bırakılacaksa, o zaman tutarlılığa bağlılığın, olgulara karşı sorumluluğun ve buna benzer modası geçmiş nosyonların yerine neyin geçtiğini öğreninceye kadar ilerlemeye devam edemeyiz. Bu konuda yol gösterici bazı ilkeler olmadıkça, bebeklik çığlıklarına geri dönmüş oluruz. Makalelerde eski kuralların yerine geçecek yeni prosedürler veya fikirlerle ilgili hiçbir ipucu görmüyorum ve bu yüzden de kafam karışıyor.

İkinci bir sorun da, bu makaleler boyunca “bilim”, “rasyonalite”, vs. konusunda yapılan imalarla ilgili. Bu kavramlar keskin bir biçimde eleştiriliyor; ama ne oldukları açıkça tanımlanmıyor. Doğru, bunlara belirli özellikler atfediliyor. Ama ya gündeme getirilen konuyla ilgisizler veya benim açımdan tanınmaz durumdalar; birçok durumda rasyonel araştırmaya atfedilen özellikler, en azından benim bu uğraşı her zaman anladığım anlamda, onunla taban tabana zıt nitelikteler.

Belki de burada “bilim” vs. denen şeyin ne olduğunu bir türlü anlayamamam benim eksikliğimden kaynaklanıyordur. Bu da pekâlâ mümkün; ama gerçekten böyle olduğundan emin değilim. Yaklaşık kırk yıldır, benim ve başkalarının rasyonel araştırma (bilim, matematik) olarak gördüğü faaliyetle aktif şekilde uğraşıyorum; bu yılların neredeyse tamamı boyunca canavarın tam kalbinde, MIT’te bulundum. Seminerlere katıldığımda, kendi alanımla veya başka alanlarda ilgili teknik makaleler okuduğumda, öğrencilerle ve meslektaşlarımla çalıştığımda, önümdeki şeylerin rasyonel araştırma olduğunu anlamakta herhangi bir güçlük çekmiyorum. Buna karşın, burada sunulan betimlemelerin, benim bu alanlarda edindiğim deneyimlerle ya da bu deneyimlerle ilgili anlayışımla uzaktan yakından ilgisi yok. İkinci sorun da bu.

İlk sorunla ilgili olarak, korkarım ki ilerlemek için tek bir yol görebiliyorum: rasyonel araştırmanın meşruluğunu varsaymak. Tutarlılık ve olgulara karşı sorumluluk gibi özelliklerin modası geçmiş yanılgılar olduğunu ve belki de –herhalde bende eksik olan– sezgiyle kavranılacak farklı bir şeylerin onların yerini alması gerektiğini varsayalım. İşte bu durumda yapabileceğim tek şey kendi yetersizliklerimi itiraf etmek ve bundan sonra söyleyeceklerimin konuyla ilgisiz olduğunu peşinen okura bildirmek olacaktır. Rasyonel araştırmanın meşruluğunu ve kurallarını kabul etmekle, kanıtlamam gereken şeyi daha baştan veri kabul ettiğimin farkındayım; böylece tartışma daha başlamadan bitmiş oluyor. Kuşkusuz adil bir durum değil bu; ama başka bir seçenek de göremiyorum.

İkinci sorunla ilgili olarak, bu makalelerde “bilim” vs. denilen şeye pek fazla aşina olmadığımdan, yerine “X” koymama izin verin ve X’e karşı öne sürülen argümanı anlıyor muyum, görelim. X’e atfedilen birkaç özelliği ele alalım, sonra da yeni bir yön bulmak için yapılan önerilere dönelim; aşağıdaki alıntılar, X’i eleştiren makalelerden alınmıştır.

Birinci kategori. X, “beyaz erkek cinsin” egemenliği altındadır. X, “kültürel, ırksal ve toplumsal cinsiyete ilişkin önyargılarla sınırlanmıştır” ve “gizli siyasi, toplumsal ve ekonomik amaçlar[la] … toplumsal örgütlenmeyi tesis eder ve sürekli kılar.” “Güneydeki çoğunluk son dört yüz yıldır, demokratik sürecin dışında ve üzerinde yer alan X’in merhametli şekilde ve insanca kullanılmasını bekliyor.” Ancak X “demokratik sürecin dışında ve üzerinde”dir. X, “kapitalist sömürgeciliğin içine bütünüyle yerleşmiştir” ve “ne ırkçılığı sona erdirmiş ne de ataerkiyi sarsmıştır.” Sovyet komiserleri, insanların “sıkı biçimde disipline sokulmayı, kan dökülerek gerçekleşen bir kolektifleştirmeyi ve daha beter süreçleri … benimsemesini” sağlamak için X’e başvurmuşlardır. Hiç kimse sözünü etmese de, X Nazi ideologları tarafından da aynı amaçlarla kullanılmıştır. X’in hakimiyeti, “sorgulanmamıştır.” X, “siyasi ve ekonomik iktidar aracılığıyla uygulanan yeni denetleme biçimleri yaratmak için kullanılmıştır.” “Devlet sistemleri” X hakkında gülünç iddialar öne sürmüş ve X’i, “her [bir] sistemde ortaya çıkan siyasi ve ekonomik iktidar aracılığıyla uygulanan yeni denetleme biçimleri yaratmak üzere … insanı dumura uğratacak kadar yıkıcı amaçlar için” kullanmıştır.

Sonuç: X’in “doğasında ters giden bir şeyler” vardır. Yerine başka bir şey koyarak onu reddetmek ya da aşmak zorundayız. Ayrıca yoksul ve acı çeken insanlara da aynı şeyi yapmalarını öğretmeliyiz. Kuşkusuz buradan, hem X’e hem de bilime yakıştırılan koşullara uyan okur yazarlığı ve sanatları da terk etmemiz gerektiği sonucu çıkar. Daha genel olarak, sessizlik yemini edip bütün dünyada mağdur konumda olanları da aynısını yapmaya teşvik etmemiz gerekir, çünkü dil ve dilin kullanımı da tipik olarak bütün bu özelliklere sahiptir –tartışma gerektirmeyecek kadar iyi bilinen gerçeklerdir bunlar.

Buradan çıkan daha bariz bir sonuç da, zanaatların ve teknolojinin de tümüyle yok edilmesi gerektiğidir. Bu eleştirmenlerden birkaçının, “uygulamanın içine yerleşmiş” ve “deneyime” kök salmış olan “şeylerin mekaniği”yle, yani “T-bilgi”yle uğraşan “teknoloji uzmanlarının” “pratik mantıksal düşünce”sini övüyor görünmesi şaşırtıcıdır (“görünmesi” diyorum; çünkü ne kastedildiği tam olarak açık değil). Halbuki, bu düşünme ve uygulama tarzının, onlara egemen olan beyaz erkeklerin denetimi altında binlerce yıldır yıkım ve baskı araçları inşa etmek için kullanıldığı malumdur. Tutarsızlık şaşırtıcıdır; ama kabul etmek gerekir ki tutarlılık terk edilecekse ya da aşılacaksa bunda sorun yok demektir.

Açıkça görüldüğü gibi, incelediğim hususlar bu metinlerin temel argümanı olamazlar; bunlar rasyonel araştırmanın, onu terk etmemize (veya aşmamıza) yol açan özellikleri olamazlar. Bu yüzden X’e atfedilen ikinci özellikler kategorisine bakalım.

X, “sağlam biçimde tesis edilmiş ilksel ilkelerden mantıksal tümdengelimle elde edilen E-bilgi”dir. X’deki önermeler “kanıtlanabilir” olmalıdır; X “mutlak kanıtlar” talep eder. “Batılı E-bilginin en ayırt edici modern bileşeni”, “kabul edilebilir ilk ilkelere varmak için [kullandığı] karmaşık prosedürleri” olabilir. Bunlar, suçluyu tanımlamak veya teşhis etmek için girişilen az sayıdaki çabalardan bazıları.

Ayrıca X, “bilginin kendi tekelinde olduğunu” iddia eder. Böylece, örneğin ayakkabılarımı nasıl bağlayacağımı, gökyüzünün geceleyin karanlık olduğunu, ormanda yürümenin keyif verdiğini ya da çocuklarımın adlarını ve ilgi alanlarına dair bir şeyler bildiğimi vs. reddeder. (Sezgisel) bilgimin bütün bu veçheleri, “sağlam biçimde tesis edilmiş ilksel ilkelerden mantıksal tümdengelimle elde [edilebilecek]” şeylerin çok ötesindedir, aslında halihazırda rasyonel araştırmanın kapsamı dışındadır ve belki de her zaman öyle kalacaktır; bu nedenle, X’in savunucularına göre, söz konusu bilgiler “hurafeden, inançtan, önyargıdan” başka bir şey değildir. Ya da X bu tür bilgiyi doğrudan reddetmese bile, onu “marjinalleştirip kötüler.” X, dogmatik bir biçimde “ulaştığı hakikatin bir ifadesi olarak öngörülebilir bir son noktanın önceden bilinebilir” olduğunu varsayar ve “değerleri [bu] nesnel hakikat üzerinde temellendirmek”te ısrar eder. İnsanın hayatında ve eyleminde, uzlaşmanın “geçici ve öznel temellerini” reddeder ve kendisinin “modern toplumda nihai örgütleme ilkesi ve meşruluk kaynağı” olduğunu düşünür; X’in “aksiyom statüsü” atfettiği bir doktrindir bu. X, “küstah” ve “mutlakçı”dır. X’in “hegemonyasının çerçevesi[ne dahil olmayan] şeyler –örneğin, öfke, arzu, zevk ve acı– disipline edici eylemin alanı haline gelir.” X’in farklı türleri, “dünyayı ya da insanın onun içindeki konumunu ‘bilmenin’ kesin bir yolunu” sunarak bir “dinlenme yeri” sağlayan “karmaşık bir dünyanın karanlığında bize yol gösteren tılsımlar” olarak takdim edilir. X’in uygulayıcısı, “Öteki’ni maniple edilecek nesne olarak yeniden yaratarak … araştırma[yı] duygusal olandan arındırır”; bu prosedür “kolaylıkla yerine getirilmektedir; çünkü öznel olan ilgisiz ya da X-olmayan olarak betimlenmiştir.” “Hissetmek demek, anti-X olmak demekti.” “20. yüzyılın ortasına gelindiğinde … X’le uğraşanların … nezdinde ‘işe yarıyor’ ifadesi, beklentilerin karşılandığını gösteren yeterlilik ölçütü haline gelmişti”; X’le uğraşanlar artık “niçin işe yaradığı” ile ilgilenmiyordu ve “içerimlerinin neler” olduğuna ilişkin ilgilerini kaybetmişlerdi. Vesaire.

X’in ateşe atılıp yakılması gerektiğine tümüyle katılıyorum. Fakat bunun konumuzla ne ilgisi olduğunu anlamıyorum; çünkü bu özellikler, en azından benim aşina olduğum rasyonel araştırmanın (bilim, vs.) karikatürü olma seviyesine bile ulaşamıyor.

“E-bilgi” nosyonunu, yani burada sunulan tek bilim tanımını ele alalım. Küme teorisi (dolayısıyla geleneksel matematik) bile sunulan tanıma uymuyor. Bilimde bu nosyona uzaktan da olsa benzeyen hiçbir şey yoktur. “Kanıtlanabilirliğe” ya da “mutlak kanıtlar”a gelince, bu nosyonlar doğa bilimlerine yabancıdır. Söz konusu nosyonlar, saf matematiğin bir parçası olan soyut modellerin incelenmesinde ortaya çıkar ve bundan sonra ampirik bilimlerde kullanılırlar ki bu noktada zaten artık “kanıt” yoktur. “Kabul edilebilir ilksel ilkelere ulaşmak için”, “karmaşık prosedürler” veya genel olarak herhangi bir prosedür varsa, karanlık bir sır olarak saklanıyor olsa gerek.

Bilim deneyseldir, araştırıcıdır, sorgulayıcıdır ve büyük ölçüde yaparak öğrenilir. Dünyanın önde gelen fizikçilerinden birinin giriş derslerinde söylediği sözler meşhurdur: Neyi açıkladığımız değil, neyi keşfettiğimiz önemlidir ve eğer şanslıysak hâkim inançları sarsacak bir şeyler keşfedebiliriz. Daha ileri düzeydeki çalışmalar ise, büyük ölçüde, öğrencilerin yeni fikirlerle ortaya çıkmalarının, okuduklarını ve kendilerine öğretilenleri sorgulayıp çoğu kez onları çürütmeye çalışmalarının, deneyim ve ortak araştırmayla önemli sorunları ve olası çözümleri bir biçimde fark etme marifetini göstermelerinin beklendiği ortak bir girişimdir; hiç kimse bu marifetin ne olduğunu da anlamıyor. Dahası, en basit örneklerde bile önerilen çözümler (küçük ya da büyük olsun, teoriler) “ampirik verilerle desteklenmez”, tabii “ampirizm” derken belirli prosedürlerle deneyimden çıkarsanabilen şeyleri kastediyorsak; rasyonel araştırmanın bu evrensel özelliğini göstermek için Einstein’e kadar gitmeye pek gerek yoktur.

X’in alıntılanan özelliklerine gelince; bu özellikler, insan düşüncesinin ve eyleminin bazı veçheleri için geçerlidir: Örgütlü din unsurları, beşeri bilimler ve “sosyal bilim” alanları buna örnektir. Bu alanlarda kavrayış zayıf olduğu için, dogmatizme ve düzmeceye başvurmak daha kolaydır. Ama en azından benim bildiğim kadarıyla bilimler bu betimlemelerin, insan hayatındaki başka herhangi bir şey kadar uzağındadır. Mesele, bilim insanlarının doğaları gereği daha dürüst, açık ya da sorgulayıcı olmaları değildir. Mesele basitçe, doğanın ve mantığın insana sert bir disiplin dayatıyor olmasıdır: Birçok alanda insan, bedelini ödemeden hayal ürünü masallar uydurabilir ya da en sıkıcı kâtiplik işlerini yapabilir (bazen buna “akademik çalışma” da deniyor). Oysa bilimlerde masallarınız reddedilecek, dünyayla ilgili bir şeyler anlamak isteyen ve bu tür konuların “X faaliyetinin dışına havale edilmesi”nden memnun olmayan öğrenciler sizi arkalarında bırakacaktır. Dahası, bütün bunlar en bildik doğrularmış gibi görünüyor.

X’e başka özellikler de atfediliyor ve bunların bazıları büyük olasılıkla meseleyi karikatürize etme niyetiyle öne sürülmüş: Örneğin, X’in uygulayıcıları, “17. yüzyıl Avrupa’sının insanlığın bütün temel sorularını ilelebet yanıtladığını” iddia ediyorlar. Burada örnekleri adil bir şekilde seçmeye çalıştım ve bunu başaramadıysam özür dilerim. Görebildiğim kadarıyla, eleştirmenlerin rasyonel araştırmaya atfettikleri özellikler iki kategoriye giriyor. Bazı özellikler daha genel olarak insani uğraşlar için geçerlidir ve bu nedenle de (dilden, sanattan vs. vazgeçmek istemiyorsak) konuyla ilgisizdir; bu özellikler eleştirmenlerin haklı olarak hayıflandığı sonuçlara yol açan toplumsal ve kültürel koşulları yansıtırlar. İkinci kategoridekilerse rasyonel araştırma için geçerli değildir, hatta rasyonel araştırma tarafından dosdoğru reddedilirler; saptandıklarında ise içsel bir eleştiriye yol açarlar.

Bazı yazarların, Leninist-Stalinist zorbalığı, bilimin ve rasyonalitenin cisimleşmesi olarak kabul ettiği görülüyor. Böylece, “Yeni Sosyalist İnsanı ve Yeni Sömürgecilik Sonrası İnsanı üretmesi beklenen siyasi sistemlerin çöküşü[nün], hakikat üzerinde temellenen evrensel bir anlatıya duyulan inancın altını oyduğu” söyleniyor. Ve pozitif rasyonaliteyi “insanı dumura uğratacak kadar yıkıcı amaçlar için kullanan” “devlet sistemleri”nin, “sosyalist ve kapitalist ideolojiler” tarafından yönetildiği dile getiriliyor; görünüşe bakılırsa, radikal şekilde anti-sosyalist (Leninist) ve anti-kapitalist (devlet kapitalisti) olan ideolojilere bir atıf söz konusu. “Bilimsel ve teknolojik ilerleme … sosyalist ve kapitalist ideolojilerin parolası” olduğundan, bu kavramların derinden hatalı ve sapkın olduğunu görürüz; dolayısıyla, özgürlük, adalet, insan hakları, demokrasi için ve Aydınlanma’nın ideallerini efendilerinin çıkarları uğruna saptıran seküler ulemanın diğer “parola” sözcükleri için beslediğimiz her türlü kaygıyla birlikte, bilimsel ve teknolojik ilerlemeyi de terk etmeliyiz.

Yorumların bir kısmı benim için daha tanıdık. Katkıda bulunan yazarlardan birisi, “insanların, gördüklerini ve yaptıklarını düşündükleri şeyleri söylediği ve temel veriler ile sonuçların, meslekten olsun olmasın herkesin sorgulamasına açık” olduğu, “toplumsal güvenle ve sevgiyle ilişkili ahlaki bir kavram”dan esinlenen, “herkesin ortak bir bilinci paylaşarak bir masada oturduğu çoğul bir katılım ve açık bir bütünleşme” çağrısı yapıyor. Yıllardır bir parçası olma şansına eriştiğim çok sayıda seminerin ve çalışma grubunun pek de kötü sayılmayacak bir betimlemesi bu. Ayrıca bu yorumlarda, “bilginin hazırda bulunmayıp üretildiği, verili olmayıp uğruna mücadele edildiği” verili bir durum olarak kabul ediliyor. Doğrusu, zor soruları anlayabilmek için mücadele etmiş olan herkesin ve aynı zamanda hitap ettiği aktivistlerin de yürekten paylaşacağı bir hissiyattır bu.

Kabul etmek gerekir ki, doğa bilimlerinin “bedenden, metaforik düşünceden, etik düşünceden ve dünyadan ayrılmış olduğu” savında da bir nebze doğruluk payı var. Metaforla dolu ve (tartışmasız şekilde) dünyaya yerleşmiş olsa da, rasyonel araştırmanın amacı anlamaktır; bazı etik veya başka türlü tercihlere uyan ya da metaforlarla karma karışık hale getirilmiş doktrinler inşa etmek değil. Bilim insanları, insan olmalarına ve derilerinden sıyrılıp çıkmalarının imkânsız olmasına karşın, eğer dürüstlerse elden geldiğince “bedenin” (bilhasa kendine has özellikleriyle insanın bilişsel yapılarının) empoze ettiği çarpıtmaların üstesinden gelmeye çalışırlar. İnsan hayatı için ne kadar önemli olursa olsun, yüzeysel görünümler ve “doğal kategoriler” yine tartışmasız şekilde yanıltıcı olabilir. Güneşin battığını ve ay yanılsamasını “görüyoruz”, fakat, bunların ardında daha fazlasının olduğunu da öğrendik.

Ayrıca, yine kabul etmek gerekir ki, “Aklın, ‘gerçek’ veya bilinebilir olanı … ‘gerçek olmayandan’ ayırdığı” veya en azından (“gerçek” olanı “bilinebilir” olanla özdeşleştirmeden) bunu yapmaya çalıştığı da doğrudur. Söz konusu olan, ister insan bilgisinin kökenleri gibi zor, isterse ABD dış politikasının kaynakları ve niteliği gibi görece kolay sorunlar olsun, en azından ben bu ayrımı yapmaya çalıştığımı biliyorum. Örneğin ikinci durumda, gerçekten etkili olan faktörleri, gücün ve ayrıcalığın çıkarlarını korumak için uydurulan çeşitli masallardan ayırt etmeye çalışıyorum ve başkalarını da aynısını yapmaya davet ediyorum. Bu bir hataysa, suçlu olduğumu kabul ediyorum ve başkalarını da aynı biçimde hata yapmaya teşvik ederek suçumu artırıyorum.

Yine kendimden örnek verirsem, hayatımın büyük bir bölümü bu tür sorunlar üzerinde çalışarak geçti ve bu sırada bildiğim tek yöntemi –burada “bilim”, “rasyonalite”, “mantık” vs. diye yerden yere vurulan yöntemleri– kullandım. Bu nedenle makaleleri, bu sınırlamaları “aşmama” yardımcı olabilecekleri veya belki de tümüyle farklı bir yol önerebilecekleri umuduyla okudum. Ne yazık ki hayal kırıklığına uğradığımı belirtmeliyim. Kabul ediyorum, bu benim eksikliğimden kaynaklanıyor olabilir. Postyapısalcılık ve postmodernizm temaları üzerine böyle uzun kelimelerle örülü söylemler okuduğumda, çoğu kez “bakışlarım donuklaşıyor.” Okuduklarımdan anladıklarım büyük ölçüde ya bildik doğrular ya da yanlışlar oluyor; ama toplam sözcük sayısının yalnızca küçük bir bölümü eder bu. Doğru, anlamadığım başka birçok şey daha var: Örneğin matematik ve fizik dergilerinin son sayılarındaki makaleleri de anlamıyorum. Ama arada bir fark var. Bu son örnekte, makaleleri nasıl anlayabileceğimi biliyorum ve özellikle ilgilendiğim durumlarda bunu yaptım da; ayrıca bu alanlarda çalışanların, makalelerin içeriğini anlayabileceğim şekilde bana açıklayabileceklerini biliyorum, böylece istediğim (kısmi) bilgiyi elde edebiliyorum. Buna karşın, en son post-şu post-bu akımıyla ilgili yazıların niçin (çoğunlukla) bildik doğrulardan, yanlışlardan veya saçmalıktan ibaret olmadığını kimse bana açıklayamıyor; bu yüzden de nasıl devam edebileceğimi bilmiyorum. Belki de bu durum, müzik kulağı olmamak gibi kişisel bir yetersizlikle açıklanabilir. Başka nedenler de söz konusu olabilir. Bu sorunun, konuyla pek yakın bir ilgisi bulunmuyor, bu yüzden de bir kenara bırakıyorum.

Hayatımın büyük bölümünü adadığım sorunlarla uğraşmam için bana yardımcı olacak bir şeyler aramaya devam ederken, makalelerin birisinde, “bildiklerimizin sınırları olduğunu” kabul etmem gerektiğini okudum (kadim bir rasyonalist geleneğe uygun olarak yıllardır savunageldiğim bir şey bu). “Panoptikleştirilmiş rasyonalite”nin ötesine geçmeliymişim (ne olduğunu bilsem seve seve yaparım) ve “Tanrı’yı bilinebilir doğaya aktarma[malıymışım]” (teşekkürler). “Rasyonalite ve rasyonalizmle ilgili çok dar ve yüzeysel bir fikre” sahip olmasının, “Batı düşüncesinin kurallar ve yöntemler bütünü”nü zayıflattığı “artık açık” olduğundan, “derinleştirilmiş bir rasyonalite” içinde “ahlaki ve tarihsel önermeleri ortaya koyan yeni bir gösterim sistemi” benimsemeliymişim (bir kez daha teşekkürler). “Çürütülebilir aksiyomlar”a, yani anladığım kadarıyla sorgulamaya açık oldukları kabul edilen hipotezlere bağlı kalmam gerekiyormuş. Burada, Modus Ponens[46] ile birlikte aritmetiğin aksiyomlarını da bir kenara atmam gerektiği kastedilmiyorsa, bu bütün bilimsel çalışmalarda hiç tereddütsüz benimsenen bir uygulamadır. Ama görünüşe bakılırsa tam da bu kastediliyor; çünkü “mutlakçılığı veya mutlak kanıtları” da terk etmem gerekiyormuş. Bilimde “mutlakçılık veya mutlak kanıtlar” diye bir şey yoktur; fakat bazen mantığın ve aritmetiğin en temel bölümleriyle ilgili olarak böyle şeylerin varsayıldığını kabul etmek gerekir (ki temel alanlara dönük araştırmalarda epeyce iç tartışmaya yol açan bir konudur bu).

Ayrıca, insanlardan “bitkilere ya da minerallere” kadar “tüm düşünce ve maddenin ortak bir bilinci olduğunu iddia eden”leri izlememem gerekiyormuş. Hume’un “insan zihninin faaliyetlerini harekete geçiren gizli kaynaklar ve kökenler” olarak adlandırdığı şeyi anlayabilmek için yıllardır gösterdiğim çabaları doğrudan etkilemesi gereken bir öneri bu; daha doğrusu bu sözlerin ne anlama geldiği konusunda en ufak bir fikrim olsaydı, etkileyebilirdi. Ayrıca “sayıların insanlık tarihinin dışında” olduğu fikrini reddetmem ve Gödel’in Eksiklik Teoremi[47] 20. yüzyılın “acizliği” olarak görmem buyruluyor. Bu sav, benim modası geçmiş şeyleri duymaya alışık olan kulağıma, sanki ikinin kare kökünün irrasyonel bir sayı olmasının –ki o dönemde rahatsız edici bir keşifti bu– klasik Yunan’ın “acizliği” olduğunu söylemek gibi geliyor. İnsanlık tarihinin ya da rasyonalitenin “halihazırdaki tanımlanış biçimi”nin bu hakikatleri (ya da en azından ben öyle olduklarını düşünüyorum) nasıl etkilediğine gelince, bunu da anlayamıyorum.

“Hakikati”, “bir öz olarak” değil, “anlatılar, sayılar ya da işaretler yoluyla hikâye anlatmaya ve öznelerarası güvene dayandırılan” “bulgusal bir toplumsal yöntem olarak” görmeliymişim. Diğer “hikâyelerden ve mitlerden” daha iyi ya da kötü olmayan “bilim uğraşı[nın] da, hikâye ve mit yaratma dünyasına ait” olduğunu kabul etmeliymişim. Modern fizik, astrolojiye göre “daha fazla finansmana ve daha iyi bir halkla ilişkiler sistemine sahip” olabilir; ama başka yönlerden onunla eş düzeydedir. Bu öneri, gerçekten de sorunlarımı çözmeme yardım ediyor. Yıllardır uğraştığım sorunlar hakkında, yalnızca hikâyeler anlatabilirsem hayat gerçekten de daha kolay olacaktır. Bertrand Russell’ın bir zamanlar benzer bir bağlamda dediği gibi, bu öneri “hırsızlığın, dürüst çalışma karşısında sahip olduğu tüm avantajlara sahiptir.”

Ayrıca, “olası olumlu toplumsal sonuçları nedeniyle, bilimsel ve toplumsal araştırmada belirli yönelimleri destek”lemeliymişim, böylece bilim insanları ve mühendislerin ezici çoğunluğuna katılabilirmişim; oysa genellikle “olumlu toplumsal sonuçlar”ın ne olduğu konusunda farklı şeyler düşünürüz ve bu meselenin nasıl çözüleceği konusunda burada hiçbir ipucu verilmiyor. Ayrıca bu önermede, “varsayılan güzelliklerinden ve zarafetlerinden ötürü” tercih edilen “teorilerden veya deneyler”den vazgeçmemiz gerektiği de ima ediliyor. Böyle bir şey önermek, dünyanın gizemlerini anlama çabamızdan da vazgeçmemiz gerektiğini söylemekle aynı kapıya çıkar. Aynı mantıkla hareket edersek, artık edebiyatın, müziğin ve görsel sanatların da bizi aldatmasına muhtemelen izin vermemeliyiz.

Korkarım, bu öğütlerden pek bir şey öğrenmedim. “Beyaz olmayan dünya”daki dostların ve meslektaşların, “Batı bilimi ve teknolojisinin izinden gitmeyip” diğer “hikâyeleri” ve “mitleri” tercih etmesi gerektiğini söyleyen “bir avuç bilim insanının” tavsiyesinden nasıl daha fazlasını öğreneceklerini anlamakta zorlanıyorum (hangi “hikâye” ve “mitler”in söz konusu olduğu da belirtilmiyor, sadece astroloji zikrediliyor). Hiç kuşkusuz bu tavsiyenin kendi sorunlarına ve genel olarak “beyaz olmayan dünya”nın sorunlarına çok yardımcı olduğunu göreceklerdir. Şahsen ben Tecnica gönüllülerine[48] sempati duyduğumu itiraf etmeliyim.

Korkarım, tüm bu “beyaz erkek bilimi” fikri bana “Yahudi fiziği”ni anımsatıyor. Belki bu da benim başka bir yetersizliğimden kaynaklanıyordur; ama ben bilimsel bir makale okuduğumda yazarının beyaz mı ya da erkek mi olduğunu söyleyemem. Aynı şey sınıfta, ofiste veya başka herhangi bir yerde yapılan çalışmalara ilişkin tartışmalar için de geçerlidir. Birlikte çalıştığım beyaz ve erkek olmayan öğrencilerimin, arkadaşlarımın ve meslektaşlarımın “kültürleri veya toplumsal cinsiyetleri ve ırkları” nedeniyle “beyaz erkek bilimi”nden farklı düşünce biçimlerine ve anlayışlara sahip olduğunu ileri süren doktrinden çok fazla etkileneceklerini pek sanmıyorum. “Şaşkınlık” sözcüğünün, gösterecekleri tepki için kullanılabilecek doğru sözcük olduğundan da kuşkuluyum.

Açıkçası, bilim ve teknolojiyi beyaz erkeklere özgü bir alan olarak gören âlimane sol söylemi okuduktan sonra, MIT’nin koridorlarında dolaşıp birçoğu, bizim büyük ölçüde paylaştığımız “olumlu toplumsal sonuçlar” hakkındaki anlayışımızın çok uzağındaki bilim insanları ve mühendislerin bu geleneksel şablonu değiştirmek için gösterdiği çabaların kayda değer sonuçlarını görmek bana sinir bozucu geliyor. Bu insanlar, geleneksel seçkinliğin ve ayrıcalığın üstesinden gelmek adına ciddi ve çoğunlukla başarılı olan çabalar gösterdiler; çünkü onlar da benim gibi, “bilimlerin en derinini” ve “yüksek duyguları” anlama kapasitesinin insanların ortak bir özelliği olduğu ve araştırma, yaratma ve anlama kapasitesini kullanma fırsatından yoksun kalanların, hayatın en muhteşem deneyimlerinin bazılarını kaçırdığı konusunda Descartes’a katılıyorlar. Bu tartışmaya katılanlardan birisi, başkalarını “engelli” diye yaftaladığı için bu insanca inancı yerden yere vuruyor. Aynı mantığı izlersek, çok geniş bir çerçevede yürüme kapasitesinin ortak bir insani özellik olduğu fikrini de kınamamız gerekir.

Yakın geçmişte aynı inanca dayanan birçok bilim insanı, dönemin canlı işçi sınıfı kültüründe etkin şekilde yer almışlar, işçiler için eğitim programlarıyla ya da toplumun geneli için matematik, bilim ve diğer konularda kitaplar yazarak kültür kurumlarının sınıfsal karakterini dengelemeye çalışmışlardı. Ayrıca, bu tür çalışmaları hiçbir şekilde tek başlarına solcu entelektüeller yapmıyordu. Bu entelektüellerin günümüzdeki solcu muadillerinin “Aydınlanma projesinin” öldüğünü, bilim ve rasyonalite “yanılsamaları”ndan vazgeçmemiz gerektiğini bildirerek ezilen insanları yalnızca anlayışın ve kavrayışın verdiği keyiften değil, özgürleşme araçlarından da yoksun bırakmaya çalışması benim açımdan çok çarpıcıdır. Böyle bir mesaj, bu araçları kendi tekellerine almaktan memnun olacak iktidar sahiplerinin yüreklerine su serpecektir. Bu kişiler, bilimin (E-bilginin) doğası gereği “patronun otoritesini meşrulaştıran bir bilgi sistemi” olduğunu, böylece bu türden bir otoriteye karşı çıkmanın bizatihi rasyonalitenin kendisini ihlal etmek anlamı taşıdığını duymaktan da gayet memnun olacaktır –işçilerin eğitiminin bir özgürleşme ve kurtuluş aracı sayıldığı günlere göre gerçekten de radikal bir değişim. İnsan, Evanjelik Kilisesi’nin asi kitlelere –E. P. Thompson’ın “karşı devrimin ruhsal süreçleri” dediği şeyin bir parçası olarak– benzer dersler verdiği günleri hatırlamadan edemiyor. Bu kilisenin mirasçıları, Orta Amerika köylü toplumlarında hâlâ aynı dersleri vermeye devam ediyor.

Çıkardığım sonuç sert geliyorsa özür dilerim, asıl düşünmemiz gereken, bunun doğru olup olmadığı. Ben doğru olduğunu düşünüyorum.

Nüfusun büyük bir bölümünün ekonomik sistemi “yapısı itibariyle haksız” görüp değiştirmek istediği bir zamanda, özyıkıma yol açan bu tür eğilimlerin ortaya çıkması özellikle dikkat çekicidir. Reagan dönemi boyunca, pratikte sosyal demokrasiden kalan son kırıntılar da yok edilirken, halk sosyal demokrat fikirlere eğilim duymaya devam etti. Dahası, geleneksel sosyalizmin temel ahlaki ilkelerine duyulan inanç, şaşırtıcı derecede yüksektir: Yalnızca tek bir örnek vermek gerekirse, nüfusun neredeyse yarısı, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar” ifadesini öylesine bildik bir doğru olarak görüyor ki, bu sözün Kutsal Kitap’a benzediği düşünülen bir metin olan ABD Anayasası’nda yer aldığını sanıyor. Dahası, Sovyet zorbalığı sonunda devrildiği için, bu ideallerin gerçekleşmesini uzun süredir önleyen bir engel artık ortadan kalktı. Nüfusun geniş kesimleri, solcu entelektüellerin fazla bir katkısı olmadan, acil ve yakıcı sorunlarla meşgul olmaya başlamıştır: baskı, çevreyle ilgili endişeler ve daha başka birçok şey. 1980’li yılların Orta Amerika dayanışma hareketleri, protestonun ve aktivizmin yeni ve önemli bir özelliği olarak mağdurların hayatlarına doğrudan nüfuz etmeleriyle çarpıcı bir örnek oluşturuyor. Bu popüler çabalar, dünyada neler olup bittiği hakkında hayli kapsamlı anlayışların gelişmesini sağlamıştır ve eğri oturup doğru konuşalım, solcu entelektüellerin bu süreçlerdeki katkısı yine çok sınırlı olmuştur.

Burada dikkate değer bir husus da, halkın yaklaşımlarının ana-akım ideolojiden uzaklaşmasıdır. On yıllık Reagancı dönem dahil, yirmi beş yıldır süren aralıksız propagandadan sonra, nüfusun yüzde 70’inden fazlası Vietnam Savaşı’nı hâlâ bir “hata” olarak değil, “temelde yanlış ve ahlakdışı” bir savaş olarak görüyor. Körfez’de ABD-Birleşik Krallık bombardımanı başlamadan günler önce, toplum ikiye bir oranında savaşı değil, “uluslararası pazarlıklarla” müzakereye dayalı bir çözümü destekliyordu. Bu ve bunun gibi diğer sayısız vakada, ki ülke içindeki meseleler ve sorunlar da buna dahildir, düşünceler bireyseldir ve insanların özel yaşamına aittir. İnsanlar, bu tür düşüncelerin alenen ifade edildiğini duyduysa bile bu, ancak çok nadiren olmuştur. Bu durum kısmen kültürel yönetim sisteminin etkinliğini, kısmen de solcu entelektüellerin tercihlerini yansıtıyor.

Oldukça genel düzeyde bakacak olursak, “Aydınlanma projesi”nin uzun zamandır bir parçası olan insani meseleleri gündeme getirmek için popüler bir temel vardır. Eksik olan unsurlardan birisiyse, solcu entelektüellerin katılımıdır.

Bu çabalardan vazgeçmek, altındaki niyetler ne kadar övgüye değer olursa olsun, bence iktidar ve ayrıcalık kültürünün başka bir zafer daha kazandığını gösteriyor ve bu zafere katkıda bulunuyor. Bu vazgeçiş, hâkim kurumlara hizmet eden bir tarih versiyonu yaratmaya yönelik o sonsuz projeye önemli bir katkı sağlıyor. Popüler aktivizm dönemlerinde, birçok insan kültür yöneticilerinin gizlediği hakikatleri fark edebiliyor ve dünya hakkında pek çok şey öğrenebiliyor; Hindiçin ve Orta Amerika, bunun yakın geçmişteki iki çarpıcı örneğidir. Aktivizm gerilediğinde de, görevini asla savsaklamayan komiser sınıfı komutayı yeniden ele geçiriyor. Solcu entelektüeller sahayı terk ettikçe bir zamanlar anlaşılmış olan hakikatler bireysel belleklerde solup gidiyor, tarih yeniden bir iktidar aracı olarak şekilleniyor ve gelecekteki girişimler için zemin hazırlanıyor.

“Bilim” ve “rasyonalite” eleştirisinin, burada ele almadığım birçok meziyeti de var. Ama görebildiğim kadarıyla, geçerli ve yararlı olduğu durumlarda eleştiri, büyük ölçüde rasyonel araştırmanın değerlerinin belirli bir kurumsal ortamda “yanlış kullanılarak” saptırılmasını hedef alıyor. Burada bu değerlerin yapısına dair daha derin bir eleştiri olarak sunulan şeyin ise, bilim uğraşına ve onun kılavuz değerlerine ilişkin temelsiz inançlara dayandığını düşünüyorum. Görebildiğim kadarıyla tutarlı bir alternatif de sunulmuyor; belki de bunun nedeni, böyle bir alternatifin olmamasıdır. Burada önerilen, çok geç olmadan yardım edilmesi gereken insanları –yani hepimizi– dosdoğru felakete götüren bir yoldur.

Postmodernizm ve Rasyonalite

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version