Ana Sayfa Edebiyat “Aylaklık bütün kusurların anasıdır!” Basit Gibi Görünen Karışık Bir Dava – Dostoyevski

“Aylaklık bütün kusurların anasıdır!” Basit Gibi Görünen Karışık Bir Dava – Dostoyevski

Altı ay önce 6 yaşındaki üvey kızını dördüncü kat penceresinden atan kadının davası ekimin on beşinde karara bağlandı, hatırlarsınız, küçük kız mucize eseri kurtulmuştu. Sanık Yekaterina Kornilova 20 yaşındaydı, köylü kadınıydı ve dul bir erkekle evlenmişti. Verdiği ifadeye göre, kocası sürekli tartışma çıkarıyormuş, akrabalarını ziyaret etmesine izin vermediği gibi, onları evine kabul etmiyormuş, ölen eski eşini ikide bir örnek göstererek onu sürekli azarlıyor, önceleri evde işlerin daha düzeninde gittiğini yüzüne vuruyormuş. Kısacası, adam, karısını “kendisinden nefret edecek duruma getirmiş”, kadın kocasından intikam almak için, sürekli itilip kakılmasına neden olan kocasının eski karısından olma kızını pencereden atmayı aklına koymuş. Kısaca olay, çocuğun mucizevi biçimde kurtulması dışında, göründüğü kadarıyla çok basit ve açık. Mahkeme davaya bu açıdan, yani “olayın basitliği” açısından baktı ve on sekiz yaşından büyük olduğu için cezai ehliyeti olan Yekaterina Kornilova’yı 2 yıl 8 ay kürek ve bitiminde de ömrünün sonuna kadar Sibirya’da sürgün cezasına çarptırdı.

Ancak olayın basitliği ve açıklığına rağmen karanlıkta kalan yanları var. Sanık (çok hoş bir yüzü vardı) hamileliğin son döneminde yargılanmıştı ve bu yüzden her ihtimale karşı mahkemeye bir doğum uzmanı da çağrılmıştı. Suçun işlendiği mayıs ayında (demek ki sanık 4 aylık hamileydi) Günlüğümde pek ayrıntıya girmeden, bizim “avukatların” her zamanki o alışıldık, beylik yöntemlerine değinerek bu olaydan satır aralarında söz etmiş, şöyle demiştim: “İnsanı isyan ettirecek bir olaydır bu… Yalnız, canavar olarak gösterilen bu üvey annenin davranışları çok tuhaf, belki de sanığa verilecek cezanın hafifletilmesini sağlayabilecek titiz bir araştırmanın yapılması gerekir.” İşte bunları yazmıştım o zaman. Şimdi olayı şöyle bir izleyelim. İlkin, sanık suçunu kabul etmiş, eylemini gerçekleştirdikten hemen sonra, kendiliğinden karakola gitmiş ve suçunu itiraf etmiş. Kocasına duyduğu öfke yüzünden, nefret etmeye başladığı üvey kızını, bir gün önce, öldürmeyi tasarladığını, ancak o akşam kocasının evde olmasının o gün için eylemini engellediğini anlatmış. Ertesi gün sabah işe gitmeden önce pencereyi açmış, pencere denizliğindeki saksıyı kenara çekmiş, kızın pencereye çıkmasını ve aşağıya bakmasını söylemiş. Kız, anlaşılan, pencereye çıkmış -kim bilir, belki de pencereden bakmayı kendi istemişti- pencereye tırmanır tırmanmaz dizleri üzerinde durmuş, pencereye yaslanarak aşağıya bakmış; üvey anne arkadan yaklaşıp ayaklarından kaldırmış ve zavallı kız aşağıya düşmüş. Suçlu kadın, çocuğun boşlukta uçuşunu kısa bir an izledikten sonra (kendisi böyle anlatıyor) pencereyi kapatmış, giyinmiş, odanın kapısını da kilitledikten sonra olanları anlatmak için doğruca karakolun yolunu tutmuş. İşte olay bu, epeyce basit görünüyor, ama bir o kadar da olağandışı, öyle değil mi? Sanıkları hayal ürünü gerekçelerle akladıkları için bizim jüri üyelerini hâlâ sık sık kınıyorlar. Bazen insanların, daha doğrusu yabancıların ahlaki duyguları kabarıyor. Suçluya merhameti anlıyoruz, ama mahkeme gibi önemli ve yüce bir kurumda kötüyü iyi olarak nitelemek olmaz, oysa buna yakın beraat kararları her zaman alınmış, yani kötülük neredeyse iyilik olarak görülmüştür. Burada ortaya çıkan ya sahte bir duygululuk ya da mahkemenin temel ilkesini anlamamadır; mahkemede ilk işin, ilk prensibin, kötülüğün olabildiğince saptanması ve kamuoyu önünde kötülük olarak gösterilmesi ve nitelendirilmesi olduğunu kavramamadır bu. Oysa mahkemede, suçlunun ıslah olacağı düşüncesi ve alacağı cezanın azaltılması yönünde bir eğilim, bir istek söz konusudur; bunlar değişik, mahkeme davalarından tamamen farklı, geniş ve derin boyutta, toplumsal yaşamın diğer alanlarıyla ilişkili olan sorunlardır ve itiraf etmek gerekir ki bu alanlar belirlenmekten, toplumsal faaliyetleri buna göre biçimlendirmekten hayli uzaktır, işin doğrusu konunun esasından, abecesinden bile habersiziz. Mahkemelerimizde şimdilik bu farklı iki düşünce birbirine karışıyor ve nasıl sonuçlanacağını da Tanrı bilir… Suçun hiç de suç olarak kabul edilmemesi gibi sonuçlar ortaya çıkıyor; tersine, mahkeme, topluma suç diye bir kavramın olmadığını, suçun sadece -dikkat edin- toplumun anormal olmasıyla ortaya çıkan bir hastalık olduğunu ilan ediyor adeta! Kimi özel uygulamalarda ve belli olaylar kategorisinde dâhiliğe yakın, şaşmaz, ama bütününe, topluma uygularken tam anlamıyla yanlış bir düşünce gibi görünüyor, çünkü burada birkaç çizgi var ki bunu çiğneyip geçmek mümkün değildir; yoksa insanı tamamen kişiliksiz kılmak, benliğini ve hayatını elinden almak ve ilk rüzgârla savrulan bir tüy parçası durumuna düşürmek, kısacası günümüzde yeni bir bilimin keşfettiği, yeni bir insan kişiliği gibi ilan etmek gerekirdi. Hem böyle bir bilim henüz yoktur. Zira katilin kesin itirafıyla kanıtlanan ve güçlenen bir suçu: “Suçlu değildir, yapmamıştır, öldürmemiştir” diyerek kabul etmeyen jüri üyelerinin, acıma duygusuyla aldığı bu karar (gerçekten hatasız oldukları, yerinde karar verdikleri ender durumlar hariç) halkı hayretler içinde bırakmış, toplumda alaylara ve akıl karışıklıklarına yol açmıştır. Köylü Kornilova için verilen kararı (2 yıl 8 ay kürek cezası) şimdi okuduktan sonra aklıma ne gelse beğenirsiniz: İster misiniz şimdi onu aklasınlar: “Suçlu değildir, öldürmeye teşebbüs etmemiştir, pencereden atmamıştır” desinler! Her neyse, düşüncemi geliştirmek için kendimi birtakım duygulara, soyut düşüncelere kaptırma niyetinde değilim; bana öyle geliyor ki bu davada sanığı aklamak için aslında çok geçerli bir neden var: hamile olması…

Herkesin bildiği gibi, hamilelik döneminde bir kadın (üstelik ilk bebeğiyse) akıl almaz biçimde boyun eğdiği birtakım tuhaf etkilere ve duygulanmalara maruz kalır sık sık. Kimi zaman bu etkilenimler -gerçi ender durumlarda- anormal, olağanüstü saçmalıklara varabilir. Burada dikkat çekici olan şey ender görülmesidir (yani olağanüstü olaylar olmasıdır); bu durumda insanın yazgısına karar verecekler için, bu tür olaylara her zaman rastlanabileceği düşüncesi aslında yeterlidir. Suçlunun ruh halini inceleyen doktor Nikitin (suçun işlenmesinden sonra), öfke ve etkilenim söz konusu olmakla birlikte Kornilova’nın suçunu bilerek işlediğini belirtmiştir. Ama bu bilerek sözü burada ne anlama gelmektedir? İnsan böyle bir eylemi çok ender olarak bilinçsizce gerçekleştirir, ancak uyurgezer durumda, hezeyan içinde, ne bileyim, ateşler içinde yanarken eyleminin bilincinde olmayabilir. Gelgelelim tıp bile sanığın cezai ehliyetinin bulunup bulunmadığını tam doğrulukla saptayamaz. Delileri ele alalım: Çılgın davranışları bilinçleri tamamen yerindeyken ortaya çıkar, yaptıklarını hatırlarlar; dahası bilinçlerinin yerinde olduğunu gösterirler ve karşınızda kendilerini savunmaya bile kalkarlar, sizinle tartışırlar; bazen sizi aptala çevirecek kadar mantıklı sözler ederler. Elbette doktor değilim, ama örneğin çocukken duyduğum, Moskova’da hamile bir kadınla ilgili bir olayı hiç unutmam. Her hamile kalışında, belli dönemlerde dayanılmaz bir hırsızlık tutkusuna kapılıyordu. Misafirlikte olsun, kendi evinde olsun tanıdıklarının eşyalarını, paralarını aşırıyordu; dışarıda -mağazalarda, dükkânlarda, nerede olursa olsun- bu isteğine engel olamıyordu. Sonra bu çaldığı eşyayı ait olduğu yere iade ediyordu. Oysa varlıklı, kültürlü, iyi bir çevresi olan bir kadındı; birkaç gün geçtikten sonra da bu tuhaf tutkusundan arınıyor, hırsızlık yapmak hiç aklına gelmiyordu. O zamanlar doktorlar başta olmak üzere herkes bu davranışın, gebelik döneminde geçici olarak görülebilen bir etkilenim olduğuna karar verdi. Oysa hiç kuşku yok ki hırsızlığı bilinçli yapıyordu, hem de göstere göstere… Bilinci tamamen yerindeydi, yalnız o anda kendine hâkim olamıyordu. Tıp biliminin bu olaylara hâlâ tam doğrulukla yanıt vereceği şüphelidir, yani bu olayların psikolojik yanma: İnsan ruhunda yarattığı kırılmalar, olaya kendini kaptırma ve etkilenme, aklı başındayken deli gibi davranma hangi yasalara göre ortaya çıkmıştır, ne anlama gelmektedir, bilinç burada ne gibi rol oynamaktadır? Gebelik döneminde kadının etki altında kalması ve istemi dışında hareket etmesi yeterlidir ve herhalde tartışmasızdır… Burada olan, bir kez daha söylüyorum, bu olağandışı etkilenimin çok seyrek de olsa görülmesidir: Yargılayanların vicdanlarına seslenebilir, böyle durumlarda, bu olayların her zaman olabileceği konusunda onlarda yeterli ölçüde bir kanaat oluşabilir. Şöyle dediklerini varsayalım: “O kadın gibi hırsızlık yapmamış ya da olağandışı bir şey bulmamıştır, yani basitçe, hakaretlere uğramasına neden olan, kocasının eski karısından olma üvey kızını öldürmeye teşebbüs etmiştir.” Ancak bu sizin düşünceniz: O kadar basit değil, mantıklı olmakla beraber kabul ediniz ki hamile olmasaydı bu mantık pekâlâ geçerli olmayabilirdi. Sözgelimi şöyle olurdu: Kocası tarafından hakarete uğrayan kadın, üvey kızıyla yalnız başına kaldığında, kocasına duyduğu kinle aşırı sinirli halde, içinden şöyle geçirirdi: “Herifçioğluna inat, şu çocuğu pencereden bir fırlatsam!” Evet, böyle düşünürdü, ama yapmazdı. İçinden geçirmekle yetinir, eyleme dönüştürmezdi. Ama hamileyken düşündü ve eylemini gerçekleştirdi. Mesele, iki durumda da aynı mantığın olmasıdır; ancak aralarında büyük fark var.

Jüri sanığı aklasaydı en azından şuna dayandırabilirdi: “Bu aşırı etkilenimler çok seyrek görülse de yine de vardır; ya bu olayda da hamileliğin etkisi varsa?” Buyurun size bir görüş… Hiç değilse bu acıma duygusu herkesçe anlaşılır bir durumdur ve kafa karışıklığı da yaratmaz. Burada asıl mesele, yanlışlığın su yüzüne çıkmasıdır: Cezalandırma yerine merhamet etme yanlışlığına düşme her zaman yeğdir ve bunu denetimden geçirmek de asla mümkün değildir. Kadın kendini suçlu sayıyor, sonra suçunu itiraf ediyor, bu tavrını duruşma boyunca 6 ay sürdürüyor. Vicdanen ve ruhen kendini suçlu bularak öylece Sibirya’ya gidecek ve son anında pişmanlık duyarak, kendini bir cani olarak görerek ölecek; üstelik dünyada hiç kimse, kendi de, suçunu belki de hamileyken meydana gelen bir etkilenmeyle işlediğini bilmeyecek; her şeyin nedeni bu etkilenme, hamile olmasaydı bu olay meydana gelmeyecekti… Hayır, bu iki hatadan en iyisi merhameti seçmekti, insana rahat bir uyku verirdi… Neler söylüyorum ben? Kafası meşgul insan uyku filan düşünmez; böyle yüzlerce işi vardır; kendini yatağa atar atmaz zaten yorgunluktan derin bir uykuya dalar. Bütün yıl buna benzer bir, bilemedin iki işi olan boş gezen birinin düşünecek çok zamanı olur. Böyleleri can sıkıntısından iş yapacakmış gibi görünürler. Kısacası, aylaklık bütün kusurların anasıdır.

Oysa duruşmaya bir doğum uzmanı da çağrılmıştı, bakınız: Suçlu kadınla beraber daha doğmamış bebeği de mahkûm etmişlerdi. Ne dersiniz, bu garip bir durum değil mi? Diyelim ki yanlış, ama gerçeğe ne kadar benzediğine de hak verin. Gerçekten de daha doğmadan, onu emzirecek anneyle birlikte Sibirya’ya sürgün cezasına mahkûm oluyor. Anneyle giderse babadan yoksun olacak; eğer dava döner dolaşır da çocuk babaya bırakılırsa (adam bunu yapabilir mi, bilemem) bu kez annesiz kalacak… Kısacası, daha dünyaya gelmeden zavallının bir ailesi olmayacak, sonra büyüyecek ve annesiyle ilgili her şeyi öğrenecek. Zararı yok, en iyisi olaya basit tarafından bakmak. Böyle yaparsanız tuhaf hayaller kaybolur. Hayatımızda da böyle olmalı. Akıl almaz gibi görünen bu çeşit olayların gerçekte her zaman çok olağan ve çirkinliğe yakın bayağılıklar olduğunu düşünüyorum. Gerçekten şöyle bir bakın: kocası Kornilov yine dul kalacak, öyle ya, karısı Sibirya’ya gönderileceğine göre evlilik yasal olarak bozulacak ve adam özgür kalacak, karısı ya da değil, yakında ona bir çocuk dünyaya getirecek (yola çıkmadan önce bu doğum gerçekleşecek çünkü), sancılar başlayınca iyi bir hastanede ya da onu kapatacakları bir yerde çocuğunu dünyaya getirecek, korkarım, Kornilov ziyaretlerde kadına gayet soğuk davranacak; belli mi olur, belki de pencereden uçan kızı da yanında olacaktır, çok sıradan, zorunlu ihtiyaçlardan, efendim, önemsiz bir keten parçasından, kadının yolda giyeceği, ayağını sıcak tutacak bir bot ya da keçe çizmeden söz edecekler. Kim bilir belki de ayrı düştükleri için samimi davranacaklar, öncelikle tartışmayacaklardır. Birbirlerini belki de suçlamayacaklar, kısacası, yalnızca kaderlerine üzülecekler, birbirlerine acıyacaklardır. Pencereden atılan kız, yine söylüyorum, herhalde babasından kaçarak, her gün “anacığına” yiyecek taşıyacak: “Al anacık, babam sana çay ve şeker gönderdi, yarın da kendi gelecek.” Nihayet kesin ayrılık anı gelip çattığında, ikinci ve üçüncü zil arasında demir kapılarda vedalaşırken ağlamaları çok dokunaklı bir sahne yaratacak, kız şaşkın, anne ve babasına bakarak hüngür hüngür ağlamaya başlayacak, onlar da birbirlerinin ayaklarına kapanacak, adam: “Bağışla, cancağızım Katerina Prokofeyna, beni kötülükle anma!” diyecek, kadın da: “Sen de beni bağışla efendim, Vasiliy İvanoviç!” (ya da nasıl diyecekse) diye karşılık verecek. “Ben senden daha suçluyum, suçum büyük…” Herhalde bu sahnede yer alacak kucaktaki bebek de çığlığı basacaktır (giderken çocuğu yanma mı alacak, yoksa babaya mı bırakacak?). Özetle, halkımızdan hiçbir zaman böyle bir şiir çıkmaz, öyle değil mi? Dünyanın en yavan halkıdır bizimki, bu, utanç verici bir özelliğimizdir. Sözgelimi Avrupa’da böyle mi “olurdu?” Kim bilir ne tutkular, ne intikamlar yaşanırdı! Hadi buyurun, böyle bir olayı öykü haline getirmeyi bir deneyin, tüm ayrıntılarıyla, genç kadından başlayarak pencereden küçük kızın atılmasına, kadının, çocuğun yaralanıp yaralanmadığına bakış anma ve hemen karakola gitmesine; duruşmadaki doğum uzmanına, şu son veda sahnesine ve birbirlerinin ayaklarına kapanmalarına kadar… Evet, gözlerinizde canlandırın; aslında ben yazmayı isterdim, “kuşku yok ki bir şey çıkmazdı.” Oysa “bölünmüş hayatlarla, sezgisel yönü güçlü” tipleriyle romanımızdan, poemalarımızdan daha güzeli çıkabilirdi. Doğrusunu isterseniz, benim anlayamadığım, yazarlarımızın bu tip ayrıtıları neden göremedikleridir: Önümüzde konu duruyor işte, sadece asıl gerçeği, tüm özelliklerini katarak yaz, olsun bitsin!.. Hay Allah, neler söylüyorum? Eski kuralı birden unutuverdim: Mesele konuda değil, bakışta; bakış varsa konu da bulunur; hayır, körsünüz siz, hangi konuda olursa olsun şöyle elle tutulur bir şeyler bulup çıkaramazsınız! Ah, bakış önemli bir iştir: Kiminin bakışına göre yapıtın bir anlamı vardır, kimi için de entipüften şeylerdir…
Kornilova için verilen kararın zaman içinde hafifletilmesi olanaksız mı? Gerçekte bu davada bir hata olabilir. Evet, bir hata varmış gibi görünüyor.

Fyodor Dostoyevski
Bir Yazarın Günlüğü

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version