Bütün küçük çiçekler.{120}
— Anılar, kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür – büyük olasılıkla Jean Paul’un{121} söylediği bu söz, iktidarsız öznenin duygusal avunular haznesinde önemli bir yer tutar: Tevekkülle iç dünyasına çekilen özne, vazgeçtiği tatmini orada bulduğuna inanmak istemektedir. Kendi arşivlerini kurarken kendi deneyimine de bir mülk olarak el koyuyor ve böylece onu tümüyle kendine dışsal kılıyordur. Geçmiş iç yaşam bir mobilyaya dönüşür böylece – tıpkı, tersinden alırsak, her Biedermeier parçasının da tahtaya dönüştürülmüş anı olması gibi. Ruhun anılar ve ilginçlikler koleksiyonunu doldurduğu iç mekânın her tarafı dökülmektedir. Anılar çekmecelerde saklanamaz; geçmiş, çözülmez bir biçimde şimdiye bağlanmıştır onlarda. Hiç kimse, onlara Jean Paul’un taşkın cümlelerinde övüldüğü gibi özgür ve istençli bir çabayla ulaşamaz. Tam da denetlenebilir hale gelip nesnelleştiklerinde, tam da öznenin onlardan tümüyle emin olduğu anda, güneşin vurduğu ince duvar kâğıtları gibi solar anılan Öte yandan, unutuşun sığınağında güçlerini korudukları zaman da yaşayan her şey gibi ölüm tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Proust ve Bergson’a göre, şimdiki an, dolaysızca burada olan, ancak belleğin dolayımıyla kurulur. Kurtarıcı olduğu kadar cehennemi bir yönü de vardır bu sezişin. Yalıtılmış varoluşunun ölümcül sabitliğinden istençsiz anımsamayla koparılmamış hiçbir deneyim nasıl gerçek değilse, hiçbir anı da onu saklayanın geleceğinden hiç etkilenmeyen yüzde yüz güvenceli bir bağımsız varoluşa sahip değildir: Geçmişte yaşanmış olan hiçbir şey, sırf hayal gücüne tercüme edilmiş olduğu için, empirik şimdinin lanetinden muaf olamaz. Daha sonraki deneyimler, kişinin en mutlu anısını bile koparıp alabilir ondan. Sevmiş olup da sevgisine ihanet eden, geçmişin sadece imgesine değil kendisine de zarar verir. Uyanırken yapılan sabırsız bir hareket, şaşkın bir ses tonu, hazzın içine karışmış belli belirsiz bir ikiyüzlülük, karşı konulmaz bir biçimde anıya müdahale eder ve daha önceki yakınlığı bile şimdinin mesafesine dönüştürür. Umutsuzlukta hep bir dönüşsüzlük vurgusu bulunur; ama durum düzelemeyecek olduğu için değildir bu, çürüyüş geçmişi de kendi girdabına çektiği içindir. Öyleyse geçmişi şimdinin çamurlu akıntısının dışında tutmaya çalışmak da aptalca bir duygusallık olur. Geçmişin tek umudu, yıkıma savunmasızca maruz kaldıktan sonra, onun içinden farklı bir şey olarak çıkma olasılığıdır. Ama umutsuz ölen kişi bütün ömrünü boşuna yaşamıştır. Ne cherchez plus mon coeur.{122}
– Her sosyal daveti onarılmış yaşam için bir “açıl susam” çağrısı olarak alan ve Balzac’ın saplantısının mirasçısı olan Proust’un bize refakat ettiği labirentlerde her türlü ihtişamın karanlık sırlan dedikoduyla açığa çıkar ve sonunda onun fazla yakın ve özlemli bakışları altında tüm parıltısını yitirip çatlar. Ama bu placet futile [beyhude dilek, beyhude yakarış], tarihin mahkûm ettiği ve gereksizliğini her burjuvanın basit bir hesapla ortaya koyabileceği bir sınıfa gösterilen bu ilgi, müsrifler üzerinde israf edilen bu saçma-sapan enerji, önemli sayılan şeylere yönelen berrak ve sağduyulu bakışınkinden çok daha ciddi sonuçlar alır. Proust’un kendi toplumunun portresini yaparken içinde çalıştığı çöküş çerçevesi, aslında güçlü bir toplumsal eğilimin ifadesidir. Charlus’de, Saint-Loup’da ve Swann’da kendi çöküşüyle karşılaşan şey, son şairin adını bile bilmeyen bir sonraki kuşakta hiç olmayan şeydir. Yozlaşmanın egzantrik psikolojisi, kitle toplumunun negatif antropolojisini de ortaya çıkarır: Proust, bütün aşkların başına çöreklenmek üzere olan belanın alerjik bir betimlemesini vermiştir. Burjuva çağı boyunca aşkın kısmen karşı durabildiği mübadele ilişkisi onu tümüyle içeriyordur artık; son dolaysızlık da her sözleşmiş çiftin bütün öbür çiftlerle kendi arasına koyduğu mesafeye kurban düşmektedir. Egonun kendine verdiği değer aşkı soğutur. Sadece sevmek bile daha çok sevmek gibi görünür bu durumda ve daha çok seven kişi de hatalı duruma düşmüş olur. Metresin kuşkulanmasına yol açar bu; sevenin nesnesiz kalan duygulan da aşırı sahiplenici bir zalimliğe ve kendi kendini tahrip eden kuruntulara saparak zehirlenir. “Sevilenle ilişki,” der Proust Le Temps retrouve’de, “kadının iffetiyle ya da uyandırdığı aşkın şehvani niteliğiyle hiç ilgisi olmayan nedenlerle de platonik kalabilir: Âşık, aşkının aşırılığından ötürü, kavuşma anını yeterince serinkanlı ve kayıtsız bir tavırla bekle-yemiyordur belki de. Durmadan ona yaklaşmaya çabalıyor, sürekli mektup yazıyor, her yerde ona rastlamaya çalışıyordur; ama kadın onu reddedince o da umutsuzluğa kapılır. Bu noktadan sonra artık şunun çok iyi farkındadır kadın: Sadece dostluk ya da yan yana bulunma imkânı sunmakla bile her türlü umudu bir yana bırakmış olan adama öyle büyük bir mutluluk ihsan etmiş olacaktır ki, artık ona başka bir şey sunma zahmetine girmesi de gerekmeyecektir; bu yüzden, âşığı artık onu görmemeye katlanamaz olduğu ve ne pahasına olursa olsun savaşa son vermek istediği bir duruma gelene kadar rahatça bekleyebileceğini de biliyordur kadın: Dayatacağı barış anlaşmasının ilk koşulu, ilişkilerinin platonik düzlemde kalmasıdır… Bunların hepsini içgüdüleriyle sezmiştir kadın; âşık, arzusunu gizlemeyi daha en baştan beri beceremediği için, o da kendini âşığına vermeme lüksünü rahatça kaldırabileceğini pek iyi biliyordur.” Ürkek ve deneyimsiz Morel, kudretli âşığından daha güçlüdür. “Sadece kendini vermeyi reddetmekle bile hep daha üstün konumda kalıyordu ve onu reddedebilmesi için de sevildiğini bilmesi belki de yeterliydi.” Balzac’ın Duches-se de Langeais’inin kişisel motifi evrenselleşmiştir.{123} Her Pazar akşamı New York’a dönen binlerce otomobilin her birinin kalitesi, içinde oturan kızın çekiciliğine denktir. – Toplumun nesnel çözülüşü, erotik dürtünün zayıflamasında da öznel ifadesini bulur: Kendini sürdüren monad’ları artık birbirine bağlayamamaktadır bu dürtü, sanki insanlık da fizikçilerin patlayan evren teorisini taklit ediyordur. Sevilenin buz gibi kayıtsızlığı -ki çoktandır kitle kültürünün adı konulmuş kurumlarından biridir- karşılığım âşığın “doymak bilmez arzusunda” bulur. Casanova bir kadını önyargısız olarak nitelediğinde, herhangi bir dinsel âdetin onu kendini teslim etmekten alıkoymadığını kast ediyordu; bugünse Önyargısız kadın, artık aşka inanmayan ve karşılığında daha çok alacağından emin olmaksızın herhangi bir ilişkiye gözü bağlı duygusal yatırımlar yapmayan kadın anlamına gelmektedir. Bütün bu hayhuyu başlattığı varsayılan cinsellik de eskiden yoksunluğun işgal ettiği alana girerek tıpkı onun gibi sanrıya dönüşmüştür. Yaşama düzenleri artık kendinin bilincinde olan hazza izin vermediği ve onun yerine fizyolojik işlevleri geçirdiği için, ketlenmemiş cinselliğin kendisi de cinsellikten arınmaktadır. Hayır, aslında kendilerinden geçmek istemiyorlar artık; tek istedikleri, zaten gereksiz bir gider olarak gördükleri bir harcamanın karşılığını almak.
Theodor Adorno
Minima Moralia
{120} Schubert’in Die Schöne Müllerin dizisindeki Trockne Blumen (1823) şarkısına gönderme. Ihr Blümlein alle, die sie mir gab (Bana verdiği bütün küçük çiçekler) sözleriyle başlayan şarkının teması, çiçeklerin ve temsil ettikleri duygunun solmasıdır.
{121} Jean Paul [Richter] (1763-1825): Alman romancısı.
{122} “Artık aramayın, kalbimi”: Baudelaire’in “Causerie” (“Konuşma”) şiirinden
{123} Duchesse de Langeais, Balzac’ın aynı adı taşıyan romanının kadın kahramanı; işvelilik, Langeais’de soğuklukla birleşmiştir.
{124} Kuzey Alman folklorunda, büyücülerin kibirli prensesleri kertenkeleye dönüştürerek cezalandırdığına inanılır.