AZİZ NESİN’İN SÜRGÜNDEN KAÇIŞI, STANISLAVSKİ’NİN TOLSTOY’LA İLK KARŞILAŞMASI

    Kaçmalıydım, ama nasıl? Önce yol param yoktu. Sonra da, sabah akşam olmak üzere günde iki kez karakola gidip oraya bıraktığım ince deftere imza atıyordum. Genellikle karakola bir gölge gibi girip çıktığımdan polisler varlığımdan haberleri yokmuş gibiydiler. Çok zaman imza defterimi kaldırdıkları yeri anımsayamaz, uzun zaman ararlardı.

    Bir akşam imzadan sonra yola çıkar, ertesi akşam dönerdim. Böylece yalnız bir sabah imzası defterde eksik kalacaktı. Bunu bir kez İstanbul’a gitmeden denemek istedim. Bir sabah imzaya gitmedim. Akşama gidince kimse sabah imzası atmadığımın ayrımına varmadı. Bu başarılı denememden sonra İstanbul’a gidebilirdim. Bir yerden yol parası bulmalıydım.

    Hepimiz karşılığını yapamadığımız, hiçbir zaman ödeyemediğimiz iyilikler görmüşüzdür. Kaldı ki, ödemeye kalksak bile, ödenemez ki… Diyelim, en zor koşullar altındayken birisi küçücük bir iyilikle bizi o durumdan kurtarıyor. Bu iyilik, bin katıyla geri vererek bile ödenemez. Bizim içinde kıvrandığımız o zor koşul, bize iyilik edenin başından tıpkı tıpkısına geçemez ki… Bize yapılmış bu iyilikleri, biz de zor durumlardaki başka birilerine yardım ederek belki ödeyebiliriz. Kimi zaman zor durumlardaki tanımadığım kişilere yapmaya çalıştığım iyilikleri, yakınlarım bile enayilik diye nitelerler. Oysa ben, bana yapılmış o ödenmez iyiliklerin altında ezilmemek için, başka birilerine iyilik yapmaya çalışırım, enayiliğimden değil…

    Bana o unutulmaz iyiliği yapan Bursa’da bir işçiydi. Benim için ne denli ayıp, şimdi o işçinin adını bile anımsamıyorum. Küçük bir fabrikada çalışıyordu önceleri. Sonra büyük bir fabrikaya geçti. O fabrikada Anadolu işi başörtüsü, peştamal, yazma, yemeni gibi şeyler dokunurdu. Fabrikanın bahçesinde bu şeyler, boyalı, ıslak ıslak iplere asılı dururdu. Bana yardım eden işçi, boyacı yada bu başörtüsü ve yazmalara renkli motifler basan baskıcı olmalıydı. Çünkü ne zaman fabrikaya gidip onu çağırtsam, elleri ve üstü başı renk renk boyalar içinde gelirdi. Hepsi hepsi birer, ikişer kelimelik iki üç cümle konuşurduk. Onun için bu işçinin kimliği, kişiliği üstüne hiç bilgim olmadı. Onu bana Markopaşa dergisindeki iş arkadaşım karikatürcü Mustafa Uykusuz Bursa’ya gönderdiği bir mektupla tanıtmıştı. Uykusuz’un askerlik arkadaşıymış, çok iyi insanmış. “Verdiğim adrese git, onu gör, sana yardım edecek. Ben ona da yazdım,” diyordu mektubunda Uykusuz. O işçi bana gelemezdi. Bursa küçük yerdi. Bana geldiği, benimle konuştuğu, hele yardım ettiği görülür yada duyulursa zavallının başı belaya girerdi.
    Mektuptaki adrese gittim. Kapıda birine, o işçiyle görüşmek istediğimi söyledim.
    – Kim diyelim? diye sordu.
    – Bir arkadaşıyım.
    Az sonra geldi. Ellerini boyalı sıcak sudan çıkarmış olmalı ki, renk renk boyanmış parmaklarından buğular tütüyordu.
    – Askerlik arkadaşınız Uykusuz size yazmış benim için…
    – Evet.
    Cebinden çıkardığı on lirayı uzattı.
    – Teşekkür ederim.
    – Bişey değil.
    – Allasmarladık.
    – Gülegüle.
    İşte konuşmamız bu kadardı…

    Uykusuz, o işçi arkadaşının sürgün bitesiye dek her ay bana on lira vereceğini yazmıştı.
    Gidip o işçiden on lira daha aldım. Istanbul’a gidiş-dönüş yol parası için yeterdi.
    Bir akşam, karakola gidip o küçük defteri imzaladıktan sonra çıktım yola. Istanbul’da beni kimse görmemeliydi. Onun için evime geceleyin geç vakit gittim. Çocuklarım uyumuşlardı. Onları uyurken gördüm. Uyandırmadım, çünkü ertesi sabah yine babalarını evde görmeyeceklerdi. Onüç aydır ilk görüyordum çocuklarımı. Çocuklarımı ve eşimi cezaevine hiç getirtmemiştim. Beni cezaevindeki düşkün durumumla görmelerini istemiyordum. Buyüzden ailem beni cezaevinde ancak bikez zorunlu bir durumda görmüştü.
    Onüç aydır uzak kaldığım evimde, geceyi geçirmek için üç saat ancak kalabildim. O kadar da kalmamam gerekirdi, ama gidecek başka hiçbir yerim yoktu. Kendi evim bana büsbütün yabancıydı artık, yabancı bile değil, daha başka bişey…

    Nerde okuduğumu şimdi ansıyamıyorum, büyük tiyatrocu Stanislavski anılarında Tolstoy’la ilk karşılaşmasını anlatır. Stanislavski, o zaman dünyada pek ünlü olan bir oyunu sahneye koymaktaymış. Arkadaşlarıyla lokantaya gitmişler. Yemek yerlerken Tolstoy lokantadan içeri girince Stanislavski pek sevinmiş. Tolstoy’un büyük ününün dünyayı sardığı ve sarstığı sıralar… Hemen yanına gidip kendisini tanıttıktan sonra Tolstoy’u masalarına çağırmış. Tolstoy da, adını duyduğu Stanislavski’nin masasına gelmiş. Yemek sırasında, Tolstoy, Stanislavski’ye o sıra neler yaptığını sormuş. Stanislavski de, sahneye koymakta olduğu oyunun adını söylemiş. Öyle tanınmış bir oyun ki, yalnız yazarlar, sanatçılar değil, her aydın o oyunu biliyor. Diyelim günümüzde Beckett’in “Godot’yu Beklerken” adlı oyunu gibi bir oyun. Tolstoy, “Yaa, hiç duymadım o oyunu…” demiş. Bu olayı anlattıktan sonra Stanislavski aşağı yukarı şöyle diyor: “Bu kadar büyük bir cehaleti, ancak Tolstoy kadar büyük bir insan hiç sıkılmadan itiraf edebilir.”
    Öyledir, insanlar kendileri için çok ayıp sayılabilecek bilgisizliklerini, eylem ve edimlerini bile açıklayabilecek yere yükselebilirler. Ayıp bile onlar için ayıp olmaktan, utanılacak bişey olmaktan çıkar.

    Bilinmeyen bir kişiyi – bir şeyi beklemek, Godot’yu Beklerken

    Ben bu kitapta ve “Böyle Gelmiş Böyle Gitmez”de anılarımı yazarken, kendi kusurlarımı, ayıplarımı, utanılacak herşeyimi ve heryanımı -bilincine varabildiğim oranda- yazmaya kararlıyım. Ama yine de herşeyin yazılamadığını söylemek zorundayım. Çünkü anılarımızı yazarken, her zaman yalnız kendimizi yazmıyoruz, ilişkide bulunduğumuz insanları da yazıyoruz. İşte zor olan, kendimizi bile anlatmaktan zor olan bu; başkalarını, ilişkide bulunduğumuz kişileri anlatmak. Bize acı çektiren, hem de utanç veren öyle olaylar vardır ki, kendimizi düşünerek değil, başkalarına, özellikle yakınlarımıza zarar verecek diye onlar kendimizde ölüme götüreceğimiz giz olarak kalacaktır.1
    Hemen karakola gidip imza verdim.

    Bundan sonraki kısa sürgünlüğüm, benim için çok daha acı, çok daha umutsuzdu. Yıllar sonra bile kendi kendime şaşarım, nasıl dayanabildim, nasıl kendimi kapıp koyvermedim diye… İşte bütün bu yıkıntılar, insanı artık hiçbir zaman yıkılmayacağı o son ve en sağlam yere ulaştırıyor.

    Aziz Nesin
    Bir Sürgünün Anıları

    1 O gece evimde kaldığım bikaç saat içinde ailemizin, onarılmaz biçimde yıkılmış olduğunu anladım. Yaşamımın en yıkılmış haliyle Bursa’ya döndüm.

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz