AMIN MAALOUF: SÖZCÜKLER DÜŞÜNCE İÇİN NE İSE, DRAMLAR TARİH İÇİN ODUR!

Sözcükler düşünce için ne ise, dramlar tarih için odur. Biçim mi verdikleri yoksa durumu mu yansıttıkları bilinmez. Bir kez tanık olduğum için, binlerce küçük öfkenin patlak verip trajedyaya dönüştüğünü bilecek durumdaydım. Ama ne yazık ki, zararın eşiği aşılırsa, gürültüler duyulmaz, ölüler sayılmaz olur. Bundan üzülerek söz ediyorsam, kötülüğün iyileştirileceğine uzun süre inandığım içindir ama kötülük var olmaya devam ettiği sürece ihmal edilmişti.

ZARARIN EŞİĞİ AŞILIRSA, ÖLÜLER SAYILMAZ OLUR

Beatrice’in on beşinci yaş gününden ve benim laboratuvara dönüşümden önceki şişli ve fırtınalı yazı, yukarı Savoie Alplerinde, Aravis’te geçirdim. Ailem, dört kuşaktan beri, bir dağ eteğine, bir hayvan ağılına, bir mağaraya, bir çoban kulübesine sahipti ve oraya gidilecek yol olmadığından hepsi kendi hallerine bırakılmıştı.

Annem ve babam sağken, daha verimli yerler uğruna bırakılmışlardı ve bütün çocukluğumda, orada sadece kısa bir öğleden sonrasını geçirmiştim. Yakınlarda bulunuyorduk ve babam toprağın “yerli yerinde” durup durmadığını görmek istemişti. İşte o kadar. Başka anım yok.

Kaybolmuş bir yurt köşesinde, bu toprak parçası nereden aklıma geldi? Bir gecenin yarısında, sakalımı uzatacağım yerin orası olduğunu ve Aravis’te ağıl ile mağara arasında huzuru bulacağımı bana hangi ses fısladı?

Ne Clarence ne de Beatrice benimle geldi, her ikisi de dağın zahmetli yaşamına denizin uysallığını tercih etmişti. Gerçi işçiler ağılı eve benzer bir şeye dönüştürmeye çalışırken, derme çatma bir yatakta yatacak ve yola benzemez bir geçidi eşek sırtında çıkacaktım. İşçilerden işin kabasını yapmalarını istemiş, gerisini yıllar içinde, amatör bir ruhla tamamlamaya karar vermiştim.

Fazlasıyla kentli ellerime ve fazlasıyla tüysüz yüzüme dayanamıyordum. Kimileri, o dönemde çağdaş günah çıkartıcıların eski Yunan isimleri taktıkları gibi, buhranlardan birini geçirdiğime inanmıştı. Onlara bakılırsa, her yaş, ruhun serüveninde ilaç, bakım ve okşama isteyen bir hastalıktır. Clarence diyordu ki, tanıştığımızda tamamen modası geçmiş çağdışı bir insanmışım. Yanılıyordu. Ancak, kitaplarda yaşadığım o dönemin özlemini çekiyordum.

Tabii ki o yaz, karım ve kızımı özlemiştim. Öte yandan, patikanın otlarını, toprağın kokusunu, yalnızlığı ve tepelerin huzurunu da özlemiştim. Güneş doğduğunda Mont-Blanc’a, manzaranın pastel renginin sabitleşmesine bakıyordum. Geceleri de, özellikle aysız gecelerde kar beyazlığının sonsuzluğuna bakıyordum.

Aravis’in serin gecelerinde bütün sesler, aşk peşindeki böceklere dönüşür. Başkalarının yıldızları sayması gibi ben de onları ayırt etmekten hoşlanırım.

Az ve isteksiz uyuyordum.

O yaz Aravis’e dünyanın uzak gürültüsüyle tek bağım, paslı, hantal bir radyo oldu. Sabah erken saatte, önümdeki ballı taze peynir, vişne reçeli durur ve işçilerin gelmesini beklerken, düğmesini çeviriyordum.

Nai’puto dramını böyle öğrendim. Sözcükler düşünce için ne ise, dramlar tarih için odur. Biçim mi verdikleri yoksa durumu mu yansıttıkları bilinmez. Bir kez tanık olduğum için, binlerce küçük öfkenin patlak verip trajedyaya dönüştüğünü bilecek durumdaydım. Ama ne yazık ki, zararın eşiği aşılırsa, gürültüler duyulmaz, ölüler sayılmaz olur. Bundan üzülerek söz ediyorsam, kötülüğün iyileştirileceğine uzun süre inandığım içindir ama kötülük var olmaya devam ettiği sürece ihmal edilmişti.

İşte bir kez daha çağdaşlarıma vaaz, vermek gibi bir yaşlılık hastalığına yenik düşüyorum, oysa sadece olaylardan söz edecektim.

Sadede gelelim; 27 Temmuz akşamı Motodilerin oturdukları Motodi semtinde bir ayaklanma oldu, suçlamalar artık sıradan şeyler haline gelmişti: “kısırlaştırma”, “ayırım”, “hadımlaştırma”, “jenosit”. Bunları tırnak içine almamın nedeni, bu deyimlere çekincemi koymak içindir. Ancak bu çekinceler, kendini emniyete almış bir izleyicinin çekinceleri değil! Nai’puto’da her sözcük bir balta gibi iner.

Nataval dolaylarındaki köylerde gözlemleyebildiğim öfke, zararsız ve çekingen bir öfkeydi ve hedefi bir köy dispanserinden ibaretti. Benim kısa gözlemim ve deneyimim Nai’puto’da neler olup bittiğini nasıl açıklayabilirdi? Meraklı bir parmağı arı sokması, kovanın içindeki kızgınlık hakkında bir fikir verebilir mi?

Ayaklanmanın binlerce sokak aralığında aynı anda patlak verdiği, başkentin merkezine yayıldığı, önüne gelen ne varsa, evleri, villaları, pasajları, bankaları, elçilikleri yakıp yıktığı anlatılıyordu.

Başkanlık Sarayı’nın çevresinde korkuya kapılmış askerler, kitlelere ateş açmış, yüzlerce asi düşmüş, diğerleri yan sokaklara kaçmış, duvarlara tırmanıp “bahçıvanların girişi” denilen küçük parmaklığı kırmayı başarmıştı. Kızgın Motodiler içeriye dalmışlardı. Ellerinde sopalar, kamalar, tabanca veya tüfekle Saraya girmiş, odalara dalmışlardı. Bir davet vermekte olan devlet başkanı ve ailesi öldürülmüştü. Yakınları ve davetlilerin büyük kısmı ile birlikte! Güneş doğmadan önce, resmi Radyo ve Televizyon binası, yeni açılan Uluslararası İletişim Merkezi ile birlikte yakılmıştı. Resmi binaların çoğu da!

Bu haber duyulur duyulmaz, ordu çözülmüştü. Subay ve ast subaylardan her biri kendini güvende hissedecek tek yer olan kabilelerine katılmıştı. Nai’puto, bir dama taşı gibidir, cinayetler birbirini izler ve yavaşça bütün köylere bulaşmış olur.

Dış dünyanın aldırmasının nedeni, binlerce turistin kısılıp kalmasıydı; yüzlerce turistin merkezde bir otele sığındıkları söyleniyordu. Onlara nasıl yardım edilecekti? Resmi makam diye bir şey kalmamıştı, güvenlik güçleri rakip çetelere dönüşmüştü ya da o günlerin bir yorumcusunun dediği gibi “aslına dönmüşlerdi”. Hava limanları kapalı idi, dünya ile bağlantı kopmuştu, ve anlaşıldığı kadarıyla çoğu büyükelçilik ele geçirilmişti.

Elçiliklerden hiç haber çıkmıyordu. Başkentler, ne yapılması gerektiği konusunda birbirine danışmaktaydı.

Müdahale mi etmeli? Ama nereye? Hangi araçla? Ve de kime karşı? Uyarıda mı bulunmalı? Ama sorumlu mevkide ya da hayatta kim kalmıştı? Beklemek ve gözlemlemek mi? Ama her geçen saat, yüzlerce yabancının ölümüne neden olabilirdi.

Tabii her ülke, önce kendi vatandaşını düşünüyordu. Bu bir eleştiri değil. Kuzey’de olduğu kadar Güney’de de önce kendi ırkına ilgi gösterildiğini gözlemlemekle yetiniyorum. Ben bile bu haberleri duyunca ne yaptım? Hemen Sete’de ailesinin yanında kalan Clarence’ı aradım. Gazeteci karımın bu katliamı yakından izlemek gibi delice bir fikre kapılmaması için!

Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial