AMİN MAALOUF: KUŞKUSUZ “MİLLİLER” İLE “GÖÇMENLER” ARASINDAKİ GÜVENSİZLİK, YILLARIN BİRİKİMİ

On iki veya on üç yaşlarındaydım, yeri yokken sormuştu: “Hortlaklara inanır mısın?” “Hayır” diye bağırmıştım, böyle saçmalıklara inandığımı nasıl düşünebilirdi diye… “Öyleyse yanlışın var. Ben mezarlıktan çıkan sivri tırnaklı hortlaklardan söz etmiyorum. Ben, onlar kadar sivri tırnaklı ve kanlı olan, hortlamış düşüncelerden söz ediyorum. Onlara ömrünün her aşamasında rastlayacaksın ve ölmüş oldukları halde yine de onları öldürmeye kalkışacaksın” simgesel veya değil, çocuk kafam uzun süre bu hortlak düşüncelere takıldı; bugüne kadar da hep karşıma çıktılar ve hiçbir hayale kapılmadan şiddetle savaştım.

“Vitsiya” veya “Gökyüzü gemisi” denilen olay patlak verdiği dönemde böyle bir ruhsal durumdaydım. Anımsanması bile utanç veren trajik ve gülünç bir olay! Ama ne yaparsınız ki dünya bu haldeydi!

Pek çok hükümetin, doğum açığını gidermek için, yurt dışından kız evlat edinmeyi kolaylaştırdığını ve Bilgeler Şebekesi’nin buna karşı çıktığını söylemiştim. Bizim düşüncemiz evlat edinmenin duygusal alanda olumlu bir rol oynadığı ama nüfus sorununa olumlu katkısı olmadığı biçimindeydi; harika bir insancıl davranıştı ama bireysel planda kalması koşuluyla; asla ticaret ve kazanç konusu edilmemeliydi. Çocukluk deyince, yüceliği iğrençlikten, yüce gönüllülüğü alçaklıktan ayırt eden öylesine ince bir çizgidir ki…

Ne var ki, ıssızlaşma korkusuna kapılmış olan resmi makamlar ve kamuoyu böylesi incelikler üzerinde duracak halde değildi. Düşüncelerin temelinde toplam denge gibi kavramlar vardı ve Güneydeki kızların Kuzeye nakledilmeleri meşru hatta kurtarıcı bir eylem olarak görülüyordu.

Yasanın ve halkın da teşvikiyle, Ukrayna kökenli, şimdi adını anımsayamadığım ama herkesin “Vitsiya” diye çağırdığı (sanırım Ukraynaca baba demek) bir televizyon havarisi, Brezilya’dan, Filipinlerden, Mısır’dan ve diğer Güney ülkelerinden hepsi yeni doğmuş kızları Kuzeye nakletme operasyonu başlattı.

Büyük bir reklam kampanyası ile bir hava köprüsü kurdu ve buna “Gökyüzü gemisi” adını verdi. Olanları anlayabilmek için o günleri yaşamak gerekir. Pek çok televizyon kanalı, Vitsiya operasyonunu medya için büyük şans diye nitelemişlerdi; onlar için bu, özellikle nüfus sorunlarına ilgi duyan insanları heyecanlandıracak bir olaydı; hatta “atlanmaması” gereken büyük bir tarihi olaydı.

Kırk sekiz saat süreyle, bütün bir hafta sonu, milyonlarca insan televizyonlarının başında operasyonu izlemiş, alacalı sakallı, dev cüsseli günün kahramanı ile yapılan röportajları dinlemişti.

Vitsiya hiç de, bugün gösterilmek istendiği gibi şamata meraklısı adi bir meczup değildi. Söyledikleri de mantıksız değildi. “Sudan’ın bir köyünde doğmuş bir kız çocuğunu ele alalım diyordu. Yaşam süresi, çocuk ölümleri veya gelecekte yapacağı çok sayıda doğum dikkate alınırsa, kırk yıl kadar olacaktır, oysa aynı kız, Avrupa’da seksen yıl yaşayacaktır. Yaşının yarısından onu yoksun bırakmaya, kim soğukkanlılıkla karar verebilir?

Bir soru: O çocuğa bulunduğu yerde, kendi topluluğunun arasında yardım etmek daha doğru değil mi?

Vitsiya’nın yanıtı: Yarım yüzyıldır bizlere söylenen şey bu. Ama hiçbir şey yapılmadı. O kızın altı ay içinde bir salgında ölmesini, sakat kalmasını ya da ilk çocuğunu doğururken hayatını kaybetmesini görmek istemiyorum. Yeryüzünün bütün sorunlarının çözümlenmesini bekliyorum. Ölmeyecek birinin ya da teknokrat bir bilgisayarın tedavi edeceği önemsiz bir eşantiyon parçasının yazgısını incelemek değil söz konusu olan. Sefalet ülkesine gitmek, bir çocuğu bulmak, gözlerinin içine bakmak, onu kabul etmeye hazır olmak, sevgi vermek, adam olması için öğretimiyle uğraşmak, onurlu bir yaşam vermek, uzun mutlu bir ömür sürmesini sağlamak söz konusu. Duraksamaya hakkım var mı?

Ama diye sordu bir gazeteci, yapmaya çalıştığınız nedir? Güneydeki bütün çocukları Kuzeye taşımak mı?

“Ne yazık ki hepsini taşıyamam, ama on bin çocuğu kurtarabilirsem, boş yere yaşamamış olurum.”

Bu sözlerde onur kırıcı ya da kabul edilmez bir şey bulmamıştım. Bu operasyonun nedenleri, iddia ettiği kadar soylu olmamışsa da, bütün olanlardan sonra, adamın alçak olduğuna bugün bile inanmıyorum. Hiç kuşkusuz sorumlusu olduğu korkunç bir göç olayı yaşandı ama Vitsiya, sorumlusu olmadığı bir kokuşmanın büyük bir patırtıyla ortaya çıkmasına önayak olan adam olarak nitelendirildi.

Günahı varsa, bu her şeyden önce, projesinin ölçüsüzlüğünde ve bu ölçüsüzlüğün yol açtığı inanılmaz beceriksizliklerdedir. Kamuoyunu büyüleyip, kitle haberleşme araçlarını hayran bırakmak için, çocukları alacak aileler kendiliklerinden talip olur kanısı ile önceden onlara yer bulmaya gerek duymadan, muazzam bir operasyon başlatmıştı. Paris’e, Londra’ya, Berlin’e, Frankfurt’a ve yanılmıyorsam Kopenhang ve Amsterdam’a dev uçaklarla iki bin bebeği “piyasaya sürmek” (aklıma ilk gelen deyim bu) için getirtmiş ve basındaki yankılarıyla alıcıları heveslendireceğini sanmıştı.

Evlat edinmeleri olası ailelerin korkularını gidermek için de, çocukları çok titiz bir tıbbi bakımdan geçirmiş ve en sağlıklı olanları alıkoymuştu. Bu konuda güvence vermek için de, sol kolunda bebeği, sağ elinde tıp raporunu gösteren muazzam afişler bastırmıştı. Bu resmi çektirirken de, bir hastahane gömleğini sırtına geçirmişti ama bu haliyle, birkaç hafta önce sosis tanıtımı yapan muazzam afişlerdekileri hatırlatıyordu.

Bu görüntü, ilk olumsuz etkiyi yarattı, ardı sökün edecekti. Televizyon kanalları, görülmemiş bir izleyici oranıyla olaya yer veriyor ve saat başı Vitsiya ile yapılan röportajlar ekrana geliyordu. Vitsiya, sorularla boğuşmak zorunda kalıyordu. Yol yorgunu da olduğu için, giderek saçmalamaya başlamıştı. En ufak hastalığı veya anormalliği olan çocukları seçmediğini kabul etmişti

“Yani, diye sormuşlardı, en fazla bakıma gereksinimi olanlar yerine yerleştirilmeleri daha kolay olanları mı seçtiniz?”

Açıklamaları inandırıcı olmamıştı.

Bir başka soruyu yanıtlarken, çocukları renklerine göre altı kısma ayırdığını söylemişti. “Ailelere, seçmede kolaylık sağlasın diye!” Evlat edinilen her çocuğa aynı para verilecekse de, (Vitsiya buna “mali katkı” diyordu) ailelerden farklı ırktan olan çocuklar için bir indirim öngörülüyordu. Yani, “etiket fiyatı” ile “indirim fiyatı” olan çocuklar vardı ve bunu tiksindirici bulan sadece ben değildim.

Radyo-televizyon istasyonları şaşkına dönmüş, giderek saldırgan kişilerden telefon almaya başlamışlardı.

Dahası, çocukların Kuzey’e taşınmasının çeşitli yararlarından söz eden bir vaiz, bunların, özellikle kız çocukların, daha iyi bir din ve kültürel çevre bulmak ve kendi ülkelerindeki mutsuz yazgılarından korunmak üzere, Türkiye, Somali, Sudan gibi İslam ülkelerinden toplandıklarını açıklamak gibi bir talihsizliğe uğradı. Pek çok İslam derneği tarafından protesto bildirileri yayımlandı ve özellikle Fransa, Hollanda, Belçika, İngiltere ve Almanya’daki göçmen mahallelerinde, görünüşte kendiliğinden, protesto kalabalıkları oluştu.

“Gökyüzü gemisi” operasyonu başladıktan yirmi dört saat sonra ve yeni bir nakliyatın yapılması beklenirken, cumartesiyi pazara bağlayan gece, ayaklanmalar oldu. Geçen yüzyılın altmışlı yıllarındaki Watts ve Amerika’daki diğer zenci mahallelerindeki ayaklanmalar kadar büyüktüler ama bu kez sahne sadece Avrupa idi.

Amerika’daki siyah gettolar, uzun süreden beri, iç şiddet eylemleri ile kendi kendilerini bitirmiş olmalıydılar. O tarihte yapılan resmi açıklamalardan biri de buydu.

Ne var ki, Birleşik Amerika’da olaylar, Latin Amerika mahallelerinde görülmüştü sadece ve hiçbir zaman Eski Kıt’adaki kadar büyük olmamıştı.

Kuşkusuz “milliler” ile “göçmenler” arasındaki güvensizlik, yılların birikimiydi, ancak zamanla herkes kendince yaşamayı öğrenmişti. Geçici birkaç olay dışında şiddet, artık varsayımlarda kalmıştı. “Gökyüzü gemisi” olayı, ıssızlaşma korkusunun hemen ardından gelince, işler çığırından çıkmış oldu. Bir hafta süresince öfkeler bilendi, pek çok Avrupa kentine bulaştı, ayaklanma biçimini aldı, kontrolden çıktı ancak kanlı olmaktan çok yağmacı ve yıkımcı bir özellik gösterdi. Yönelinen hedefler hep aynıydı, yani devleti simgeleyen ne varsa: işaret lambaları, polis arabaları, telefon kulübeleri, otobüsler, resmi binalar. Bir de zenginliğe karşı: butikler, bankalar, büyük arabalar. Ya da tıp merkezlerine!

Ölü sayısı – 60 kadar – bütün ülkelerde nispeten azdı ama sekiz bin kadar yaralı vardı. Zarar, milyarları aşıyordu. Avrupa kentleri genel bir greve uğramışçasına, bir hafta boyunca felce uğradı. Sokaklar loş ve boş ve çöp doluydu.

Bir hafta geçtikten sonra da, zehirli madde, herkesin teneffüs ettiği havadaymışcasına, güvensizlik sürüp gitti.

Amin Maalouf
Beatrice’den Sonra Birinci Yüzyıl
Çeviren: Esin Talu – Çelikkan, Telos Yayıncılık

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Social media & sharing icons powered by UltimatelySocial