Bilginin Arkeolojisi: Uyuşmazlıklar – Michel Foucault

Düşüncelerin tarihi, çözümlediği söylemde, genellikle bir bağlantıyı bulmak ister. Sözcüklerin kullanımındaki bir düzensizliği, birbirleriyle bağdaşmaz olan birçok önermeyi, birbirlerine denkleştirilemeyen anlamların, birlikte sistemleştirilemeyen kavramların bir oyununu tespit etmeyi acaba bu tarih başarabilir mi?

O, söylemi düzenleyen ve ona yeniden gizli bir birlik kazandıran bir bağlantı ilkesini, az ya da çok derin bir düzeyde, bulmak ödevini üstlenir. Bu bağlantı ilkesi bir keşfetme kuralı, bir hüküm verme yükümlülüğü, hemen hemen araştırmanın ah-lâksal bir baskısıdır: uyuşmazlıkları gereksiz yere çoğaltmamak; küçük ayrılıklara kapılıp gitmemek; değişikliklere, pişmanlıklara, geçmişe geri dönüşlere, polemiklere fazla ağırlık vermemek; insanların söyleminin, onların arzularının, mâruz kaldıkları etkilerin ya da içinde yaşadıkları koşulların çelişmesiyle sürekli olarak içerden yıpratıldığını varsaymamak; fakat, eğer onlar konuşuyorlar ise, ve eğer onlar birbirleriyle diyalog içinde iseler, bunun daha çok bu uyuşmazlıkları aşmak ve onların kendisinden hareketle egemenlik altına alınabilecekleri noktayı bulmak olduğunu kabul etmek. Fakat bu bağlantının kendisi araştırmanın da sonucudur: söz konusu bağlantı çözümlemeyi tamamlayan son birlikleri tanımlar; bir metnin iç örgütlenmesini, bireysel bir eserin gelişme biçimini, ya da farklı söylemler arasındaki buluşma yerini açığa çıkarır. Bu bağlantıyı yeniden kurmak için onun iyice tasarlanması gerekir, ve oldukça uzaktan ve yeterince uzun zaman izlendiği takdirde ancak onu bulmuş olmaktan emin olunacaktır. Bu bağlantı en yüksek bir nokta gibi görünüyor: en basit yollarla çözülmüş uyumsuzlukların mümkün olan en büyük sayısı.
Oysa kullanılmış olan yollar çok fazladır ve, gerçekten de, bulunmuş olan bağlantılar çok farklı olabilir. Önermelerin doğruluğunu ve onları birleştiren ilişkileri çözümlemek suretiyle, bir mantıksal çelişkisizlik alam betimlenebilir: cümlelerin gözle görülebilir varlığından dilbilgisinin belirsizliklerinin, sözcüklerin çok anlamlılığının dile getirdikleri ölçüde maskeledikleri bu ideal yapıya yeniden ulaşılacaktır. Fakat, analojilerin ve sembollerin yolunu izlemek suretiyle, söylemsel olandan daha fazla düşünsel, rasyonel olandan daha fazla duygusal, ve kavramdan ziyade duyguya yakm bir tema tam tersine yeniden bulunabilir; bu temanın gücü canlılık verir, ama birbirine en zıd şekilleri, hemen, yavaş yavaş dönüşebilir bir birlik halinde kurmak için; ortaya konulan şey o zaman, esnek bir süreklilik, çeşitli temsillerin, imajların ve metaforların içinde biçim kazanan bir anlamın gidiş yoludur. Tematikler veya sistematikler, işte bu bağıntılar açık ya da kapalı olabilirler: onlar, konuşan öznede bilinç dâhilinde bulunan, fakat -durumun koşulları gereği ya da konuşan öznenin dilinin aynı biçime bağlı bir elverişsizlikten dolayı- dile getirme güçlüğü çeken özne tarafından bilincine varılan temsiller düzeyinde araştırılabilir; müellifin kendilerini kurmuş olacağından daha fazla müellifi engelleyecek olan, ve postülatları, çalışma şemalarını, dilbilimsel kuralları anlamadan bir doğrulamalar, temel inançlar, imaj tipleri bütününü, ya da hayal kurmanın bütün bir mantığını ona empoze edecek olan yapıların içinde de araştırılabilir. Nihayet bir birey -onun biyografisi, ya da söyleminin belirli durumları- düzeyinde ortaya konulan, fakat daha geniş işaretlere göre de ortaya konulabilen, ve kendilerine bir dönemin, genel bir bilinç biçiminin, bir toplum tipinin, bir gelenekler bütününün, bütün bir kültürde ortak olan bir düşünsel görünümün kollektif ve tarihsel boyutlarım verebilen bağlantılar söz konusu olabilir. Bütün bu biçimler altında, böyle ortaya konulmuş bağlantı daima aynı rolü oynar: dolaysız bir biçimde görülebilir uyumsuzlukların yüzeysel bir hârelenmeden daha fazla bir şey olmadığını, ve bu dağınık parçalar oyununu tek bir merkeze geri götürmek gerektiğini göstermek, Uyumsuzluk, gizli olan ya da gizlenmiş bulunan bir birlik hakkındaki yanılmadır: onun bilinç ve bilinç-dışı, düşünce ve metin, ifadenin idealliği ve olumsal varlığı arasındaki denge durumunda ancak yeri vardır. Her halükârda çözümleme uyumsuzluğu, olabildiği ölçüde, ortadan kaldırmayı görev bilmelidir.
Bu işin sonunda yalnızca kırıntı halindeki uyumsuzluklar -arazlar, eksiklikler, kırıklar- kalır, ya da tam tersine, her çözümleme sessizce ve çözümlemeye rağmen sanki uyumsuzluğa götürüyomuş gibi, temel uyumsuzluk birden bire ortaya çıkıverir: sistemin başlangıcında bile, birbirleriyle bağdaşmayan postülatların oyuna sokuluşu, birbirleriyle uzlaştıramadığımız güçlerin çaprazlaşması, arzunun ilk kırılışı, bir toplumu kendisinin karşısına koyan ekonomik ve siyasî çatışma, bütün bunlar, azaltılması gereken bunca yüzeysel eleman olarak görünecek yerde, sonuçta, düzenleyici ilke olarak, bütün küçük uyumsuzlukları açıklayan ve onlara sağlam bir temel, yani bütün başka zıtlıkların modelini veren kurucu ve gizli yasa olarak görünür. Böyle bir çelişki, söylemin görünüşü ya da arazı olmaktan uzakta, nihayet onun ortaya çıkmış doğruluğunu serbest bırakmak için özgür kılınması gereken şey olmaktan uzakta, onun varoluşunun kendi yasasını oluşturur: bu, kendi yasasından hareketle varoluşun su yüzüne çıkmasıdır, hem yasayı ortaya koymak hem de onu aşmak için varlığın konuşmaya başlamasıdır; yasa hiç durmaksızın varoluşun içinde yeniden doğduğu, kendi ken-‘ dini izlediği ve sürekli olarak yeniden başladığı halde, bu, yasadan kaçmak içindir; bundan dolayıdır ki, yasa daima varoluşun berisindedir, ve varoluş demek ki onu tümüyle kuşatamaz, değişir, dönüşür, kendinden kendi yasasının sürekliliğine kaçar. Uyuşmazlık o halde, söylem boyunca, varoluşun tarihselliğinin ilkesi olarak işlev görür.
Düşüncelerin tarihi demek ki uyuşmazlıkların iki düzeyini kabul etmektedir: söylemin derin birliği içinde çözülen görünüşlerin düzeyi; ve söyleme kendi yerini veren temellerin düzeyi, uyumsuzluğun birinci düzeyine göre, söylem ârâzsal varoluşlarından, apaçık cisimlerinden kurtarılması gereken ideal biçimdir; ikinci düzeye göre, söylem uyuşmazlıkların alabildikleri ve, nihayet onları baskınları ve şiddetleri içinde yeniden bulmak için, uyumlu görünüşün kendisi sebebiyle bozulmak zorunda bulunduğu deneysel biçimdir. Söylem bir uyumsuzluktan bir başka uyumsuzluğa giden yoldur: eğer söylem görülen uyumsuzluklara yer verirse, bu onun gizlediği uyumsuzluğa boyun eğmesi demektir. Söylemi çözümlemek, uyumsuzlukları göstermek ve yeniden ortaya koymaktır; uyumsuzlukların söylemde oynadıkları oyunu ortaya koymaktır; söylemin onları nasıl ifade edebildiğini, onlara nasıl varlık verebildiğini, ya da onlara nasıl geçici bir görünüş kazandırabildiğini göstermektir.
Arkeolojik çözümleme bakımından, uyumsuzluklar ne aşılması gereken görünüşlerdir, ne de kendilerinden kurtulunması gerekecek olan gizli prensiplerdir. Bunlar, hangi bakış açısında ortadan kalkabildikleri, ya da hangi düzeyde kökleştikleri ve sonuçların sebepler oldukları araştırılmaksızın, bizzat kendileri bakımından betimlenecek nesnelerdir. Sözgelişi basit ve hatta burada birçok kez anımsanmış bir örnek: xvııı. yüzyılda, Linne’nin değişmezliği savunan ilkesinin, öyle bu ilkenin sadece uygulama modellerini değiştiren Peloria’ıun keşfi tarafından değil de, Buffon, Diderot, Bordeu, Maillet ve daha bir çoklarında bulabildiğimiz belirli bir sayıdaki «evrimci» doğrulamalar tarafından, tam tersi öne sürüldü. Arkeolojik çözümleme, bu zıtlığın altında, ve daha temelli bir düzeyde, hepsinin belirli bir sayıdaki temel tezleri (doğanın sürekliliği ve onun tamlığı, en son biçimler ile iklim arasındaki ilişki, cansız olandan canlıya hemen hemen hissedilmez olan geçiş) kabul ettiğini göstermekten ibaret değildir; o, böyle bir zıdlığın, doğa tarihinin özel alam içinde, xvııı. yüzyılın bütün bilgisini ve bütün düşüncesini paylaşan çok daha genel bir çatışmayı (hepsi için bir kez kazanılmış, ortadan kaldırılamaz bir giz olmaksızın açılmış düzenli bir yaradılış temasıyla bilmecesel güçler bakımından zengin, tarih içinde yavaş yavaş kendini gösteren, ve zamanın büyük baskısına göre bütün uzaysal düzenleri altüst eden bir doğa teması arasındaki çatışma) yansıttığını da göstermekten ibaret değildir. Arkeoloji, değişmezlik yanlısı ve «evrimci», iki doğrulamanın cinsler ve türler hakkındaki belirli bir betimlemenin içinde ortak yerlerini nasıl aldıklarını göstermeye çalışır: bu betimleme konu olarak organların gözle görülebilir yapısını (yani biçimlerini, büyüklüklerini, sayılarını ve uzaydaki konumlarını) alır; ve onu iki şekilde (organizmanın bütününde, ya da bazen önemleri bakımından bazen da taksinomik uygunlukları bakımından belirlenmiş bazı elemanlarında) sınırlayabilir; ikinci durumda o halde belirli bir sayıdaki bölmelerle dolu, ve âdeta her mümkün yaradılış programını (öyle ki, halde, gelecekte ya da geçmişte, cinslerin ve türlerin düzeni kesin olarak tespit edilir) oluşturan düzenli bir tablo; birinci durumda ise, belirsiz ve açık kalan, birbirlerinden ayrı bulunan, ve varoluş-öncesi biçimlere oldukça yakın yeni biçimlere izin veren benzerlik grupları ortaya konmaktadır. Belirli bir nesneler alanıyla ilgili iki tez arasındaki uyumsuzluğu bu alanın sınırlarından ve onun parçalanmışlığından böylece türetmek suretiyle, uyuşmazlık giderilemez; uzlaşma noktası bulunamaz. Fakat bu uyumsuzluk daha temelli bir düzeye de taşınamaz; uyumsuzluğun bulunduğu yer tanımlanır; alternatif yol gösterilir; iki söylemin yanyana konulduğu ayrım ve yer belirlenir. Yapı hakkındaki teori ortak bir postülat, Linne ve Buffon tarafından paylaşılmış bir genel inanç zemini, evrimcilik ile değişmezlik yanlısı görüş arasındaki çatışmayı yeniden bir ikinci dereceden tartışma düzeyine itecek olan sağlam ve temelli bir doğrulama değildir; onların birbirleriyle bağdaşmazlıklarının ilkesi, onların doğuşlarını ve birlikte varoluşlarını yöneten yasadır. Uyuşmazlıkları betimlenecek şeyler olarak alırken, arkeolojik çözümleme onların yerine ortak bir biçimi ya da bir temayı açığa çıkarmaya çalışmaz, onlar arasındaki mesafenin değerini ve biçimini belirlemeye çalışır. Uyuşmazlıkları genel bir biçimin belli-belirsiz birliği içinde eritmek isteyen, ya da onları yorumlamanın veya açıklamanın genel, soyut tekbiçimli bir ilkesi haline getirmek isteyen bir düşünceler tarihine göre, arkeoloji farklı uyuşmazlık türlerim betimler.
Arkeoloji, demek ki, uyuşmazlığı söylemin bütün düzeylerinde aynı şekilde işlev gören, ve çözümlemenin bir ilk ve kurucu biçiminin elinden ya tümüyle geri almak ya da devam ettirmek zorunda kalacağı genel bir fonksiyon olarak incelemekten vazgeçmektedir: -binbir veçhe altında varolmuş, soma yok olmuş, nihayet doruk noktasına ulaştığı en büyük çatışmanın içinde yeniden ortaya çıkmış olan- uyuşmazlığın büyük oyununun yerine, o farklı uyuşmazlık tiplerinin, onun kendilerine göre tespit edilebileceği farklı düzeylerin, çalıştırabileceği farklı fonksiyonların çözümlenmesini geçirir.
Önce farklı tipler. Bazı uyuşmazlıklar, hiçbir bakımdan kendilerini mümkün kılan ifade rejimi biçimine girmeksizin, sadece önermeler ya da iddialar planında ortaya çıkarlar: xvııı. yüzyılda fosillerin mineral doğaları hakkındaki geleneksel tezle çatışan onların hayvansal karakteri hakkındaki tez böyledir; şüphesiz, bu iki tezden elde edebildiğimiz sonuçlar çok sayıdadır ve sayıları artmaktadır; fakat onların aynı söylemsel oluşumun içinde, aynı noktada, ve ifadenin işlevinin aynı işleyiş koşullarına göre doğdukları gösterilebilir; bunlar arkeolojik olarak türemiş bulunan, ve bir en son durumu oluşturan uyuşmazlıklardır. Başka uyuşmazlıklar tam tersine bir söylemsel oluşumun sınırlarını aşar, ve aynı dile getirme koşullarından doğmayan tezlere zıd düşerler: böylece Linne’nin süreklilik yanlısı görüşü Darwin’in evrimciliğiyle çelişmiş bulunur, fakat birincisinin kendisine ait olduğu Doğa Tarihi ile ikincisinin kendisinden doğduğu biyoloji arasındaki ayrım etkisiz hale getirildiği ölçüde sadece. Bunlar farklı söylemsel oluşumlar arasındaki zıdlığa geri götüren dışsal uyuşmazlıklardır. Arkeolojik betimleme için (ve burada sürecin mümkün gidişlerini ve gelişlerini dikkate almaksızın), türemiş uyuşmazlıklar çözümlemenin nasıl bitişini oluşturdukları halde, bu zıdlık nerede bitişini oluşturur. Bu iki aşırı uç arasında, arkeolojik betimleme içsel uyuşmazlıklar adı verilebilecek olan şeyleri (bizzat söylemsel oluşumun içinde ortaya çıkan, ve oluşumlar sisteminin bir noktasında doğmuş olan alt-sistemleri vareden şeyler) betimler: xvııı. yüzyıldaki Doğa Tarihi örneğiyle yetinmemiz için o halde, «yöntemsel» çözümlemeleri ve «sistematik» çözümlemeleri bhbirinin karşısına koyan uyuşmazlık. Zıdlık burada kesinlikle en uç nokta değildir: bunlar aynı nesne konusunda iki çelişkili önerme değildir, aynı kavramın birbiriyle bağdaşmaz iki kullanımı değildir, ama daha çok bazı nesneler, bazı öznellik durumları, bazı kavramlar ve bazı stratejik seçimler yoluyla birbirlerini belirginleştirmiş ifadeleri oluşturmanın iki tarzıdır. Bununla birlikte bu sistemler ilk değildir: çünkü hangi noktada onların her ikisinin de Doğa Tarihinin pozitifliği olan bir ve aynı pozitiflikten türedikleri gösterilebilir. Bunlar, arkeolojik çözümleme için anlamlı olan şu içsel zıdlıklardvc.
Şimdi de farklı düzeyler. Arkeolojik bakımdan içsel olan bir uyuşmazlık bir ilke olarak tespit etmenin ya da bir sonuç olarak açıklamanın yeterli olacağı saf ve basit bir olgu değildir. O söylemsel oluşumun farklı düzlemlerinde bölüşülen karmaşık bir olaydır. xvııı. yüzyılın bütün bir parçası boyunca birbirinin karşısına konulmaya devam eden Sistematik Doğa Tarihi ve yöntemsel Doğa Tarihi için şöyle düşünülebilir: nesnelerin eksikliği (bir durumda bitkinin genel gidişi, bir başka durumda ise vaktinden önce belirlenmiş bazı değişkenler betimlenir; bir durumda bitkinin tamlığı ya da en azından onun en önemli kısımları, bir başka durumda ise taksinomik uygunlukları bakımından keyfî olarak seçilmiş belirli bir sayıdaki elemanlar betimlenir; bazen bitkinin farklı gelişme ve olgunlaşma durumları dikkate alınırken, bazen da bir en iyi görülebilirlik anı ve evresiyle sınırlanır); ifade kiplerinin ayrılığı (bitkiler hakkındaki sistematik çözümleme durumunda algısal ve katı dilbilimsel bir kural ve sürekli bir ölçeğe göre uygulanır; yöntemsel bir betimleme açısından, kurallar bir dereceye kadar bağımsızdır ve tespit etme ölçekleri kararsızlık gösterebilir); kavramların bağdaşmazlığı («sistemler»de, cinssel karakter kavramı cinsleri göstermek açısından yanıltıcı olmadığı halde keyfî bir işarettir; yöntemlerde bu aynı kavram cinsin gerçek tanımını içinde bulundurmak zorundadır); nihayet teorik seçimlerin dışarı atılması (zaman içinde ve tablonun elemanlarını yavaş yavaş ortaya çıkaran bir sürekli yaradılış fikri, ya da doğal yakınlıkların çizgisel düzenini mevcut bakışımızla altüst etmiş olan doğal felaketler fikri tarafından düzeltilmiş bile olsa, «süreklilik anlayışı»nı mümkün kılar, fakat yöntemin kendisini kesinlikle içine almadan kabul ettiği bir dönüşümün olanağını ortadan kaldırır).
Fonksiyonlar. Bütün bu zıdlık biçimleri söylemsel uygulamada aynı rolü oynamazlar: onlar, ardışık bir biçimde, aşılacak engeller ya da gelişme prensibi değildir. Her halde, tarihin bazen durgunlaşmasının bazen da hareketlenmesinin sebebini onlarda aramak yeterlidir; bu, zamanın söylemin doğruluğunun ve idealliğinin içine girdiği zıdlığın boş ve genel biçiminden hareketle olmaz. Bu zıdlıklar her zaman belirli işlevsel anlardır. Bazı zıd-lıklar ifade alanmm bir ek gelişmesini sağlarlar: onlar çeşitli kanıtlama, deneme, doğrulama, çıkarsama dizilerini ortaya korlar; yeni nesnelerin belirlenişine olanak verirler, yeni ifade kipleri varederler, yeni kavramları tanımlar ya da varolan kavramların uygulama alanını değiştirirler: fakat söylemin pozitiflik sisteminde hiçbir şey değiştirilmeksizin (madensel olanla bitkisel olan arasındaki sınır konusunda, hayatm ya da doğanın ve fosillerin kaynağının sınırları konusunda xvnı. yüzyılın naturalistleri tarafından yönetilmiş olan tartışmalar böyle oldu); böyle eklenti-sel süreçler açık kalabilir, ya da onları, kesin bir biçimde, çürüten bir kanıtlama veya onları oyunun dışında tutan bir keşif sayesinde kapalı bulunabilir. Başka süreçler söylemsel alanın bir yeniden örgütlenmesi sonucunu ortaya korlar: onlar bir başkanın içindeki bir ifadeler grubunun, onları birbirlerine eklemleyebilecek olan tutarlı noktanın, daha genel bir türün içinde bir araya gelişlerinin mümkün dile getirilişiyle ilgili soruyu sorarlar (böylece xvuı. yüzyılın naturalistlerindeki sistem-yöntem zıdlığı, onların her ikisini tek bir betimleme biçiminin içinde yeniden yazmak için, yönteme sistemin kesinliğini ve düzenliliğini vermek için, sistemin keyfîliğini yöntemin somut çözümlemeleriyle uygun hale getirmek için olan bir girişimler serisi sonucunu doğurur); bunlar eskilerine çizgisel olarak eklenen yeni nesneler, yeni kavramlar, yeni ifade kipleri değildir; fakat, oluşum kuralları değişmemekle birlikte, (daha genel ya da daha özel) bir başka düzeyden nesneler, bir başka yapıya ve bir başka uygulama alanına sahip olan kavramlar, bir başka tipten dile getirmelerdir. Başka zıdlıklar eleştirel bir rol oynarlar: onlar söylemsel uygulamanın varoluşunu ve «kabul edilebilirlik»™ oyuna sokarlar; onun mevcut olanaksızlığıyla ve tarihsel tersine dönüşüyle ilgili noktayı tanımlarlar (böylece atomik değişkenler arasında, belirli varoluş koşulları içinde işlev gören organik dayanışmaların ve fonksiyonların, bizzat Doğa Talihinin içindeki, betimlemesi, en azından otonom söylemsel oluşum adı altında, gözle görülebilir karakterlerinden hareketle varlıkların taksinomik bir bilimi olacak olan bir Doğa Tarihine artık olanak vermez).
Söylemsel oluşum o halde uyumsuzlukların çokluğu altında devam eden ve onları tutarlı bir düşüncenin sâkin birliği içinde çözen ideal, sürekli ve pürüzsüz metin değildir; hep geri planda ama her yerde egemen olacak olan bir uyumsuzluğun, binbir farklı veçhe altında, yansıdığı yüzey de değildir. O daha ziyade pek çok uyumsuzlukların bir alanıdır; düzeyleri ve rolleri betimlenmesi gereken bir farklı zıdlıklar toplamıdır. Arkeolojik çözümleme demek ki modelini bir ve aynı önermenin hem olumlusunda hem de olumsuzunda bulan bir uyumsuzluğun önceliğini ortadan kaldırır. Fakat bu, düşüncenin genel biçimleri içindeki bütün zıdlıkları düzeyleştirmek ve bir a priori zorunluluğa başvurarak onları zorla sükûnete kavuşturmak için değildir. Tam tersine, belirli bir söylemsel uygulamanın içinde, onların oluştukları noktayı tespit etmek, aldıkları biçimi, aralarındaki ilişkileri, ve egemen oldukları alanı tanımlamak söz konusudur. Kısacası, söylemi çeşitli pürüzleri içinde sürdürmek; ve Logos’un ayrımlaşmamış elemanı içinde aynı şekilde kaybolan ve yeniden bulunan, çözülen ve hep yeniden doğan bir uyuşmazlık temasmı sonuçta ortadan kaldırmak söz konusudur.

Michel Foucault
Bilginin Arkeolojisi

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz