Ana Sayfa Felsefe Şizofreni ve Toplum: Şizofreninin iki kutbu; Organ- makineler – Gilles Deleuze

Şizofreni ve Toplum: Şizofreninin iki kutbu; Organ- makineler – Gilles Deleuze

Genel olarak, makine teması, şizofrenin bir makine olarak yaşıyor olmasından dolayı değildir. Fakat makinelerden geçen, makinelerde, makinelerin onda yaşadığı ya da makinelere bitişik olarak kendi dünyasında yaşamasıdır. Onun organları kalifiye makineler değildir. Fakat organları, dıştaki diğer parçalara bağlı bir parça gibi çalıştığından (bir ağaç, bir yıldız, bir ampul, bir motor), makinelerin ancak herhangi bir elemanı gibi çalışabilir. Kaynaklara, akımlar üzerine bağlanmış organların kendileri karmaşık makineler içine girerler.

Mekanizma değil, son derece uyumsuz bir makineselliktir, söz konusu olan. Şizofren ile birlikte bilinçdışı olduğu gibi gözüküyor: bir fabrika. Bruno Bettelheim küçük Joey’i tasvir ediyor: kendini sadece suni ve hatta hayali motorlara, çarklara, karbüratörlere, lambalara ve gerçek devrelere bağlayarak yaşayabilen, yiyebilen, dışkılayabilen, nefes alabilen, uyuyabilen bir makin-eçocuk. “Yiyebilmeden önce bu hayali elektrik bağlantılarını sağlamalıydı, zira hazım aygıtı ancak bu şekilde işliyordu. Bu ritüeli öylesine ustaca yerine getiriyordu ki bir elektrik prizi ya da fişi olmadığına kendimizi inandırmak için iki defa bakmak zorundaydık…”. Hatta şizofrenik gezinti ya da yolculuk şizofrenin makinesel çizgileri izleyerek durmadan kaçtığı bir devre biçimliyor. Şizofrenin sözceleri bile, işaretlerin bir kombinasyonu olarak değil fakat makinesel düzenlemenin bir ürünü olarak görünüyor. Connectlcut diye bağırıyor küçük Joey. Louis Wolfson ana dili İngilizce’den kaçmak ve bu ana dilini kaçırmak, ve kendince birbirine benzeyen fakat her türlü yabancı dilden ödünç alınmış bir ses ve kelime karışımını bir cümleye çevirebilmek için kendi icat ettiği dil makinesini anlatıyor (kulakta bir parmak, diğer kulakta bir kulaklık, yabancı bir kitap elimizde, ve gırtlağımızda homurtular, vs.).

Organsız beden

Fakat şizofreninin zorunlu tanımında, bu kaynakları, akımları, vınlamaları ve bozukluklarıyla makine-organlar ile beraber başka bir şey daha var. Şu diğer tema, organlardan yoksun bir organsız beden, gözler kapalı, burun kıstırılmış, anüs kapalı, ülserli bir mide, yenmiş bir gırtlak, “ağız, dil, dişler, gırtlak, yemek borusu yok, mide, anüs yok”3: farklılaştırılmamış bir yumurta veya dev bir molekülden ibaret bir bedenden başka hiçbir şey yok. Tüm makinelerin durmuşa benzediği, ve şizofrenin günlerce hatta yıllarca koruyabileceği sert tavırları ile kalakalmış olduğu genellikle katatonik* donukluğu tasvir ettik. Sadece zaman aralıkları değil süreçsel fışkırmalar denilenler ile katatonik olanları ayıran, makinelerin aşırı işleyişleri ile [4] düşük yoğunluklu anların organsız bedenleri arasında, tıpkı şizofreninin iki kutbu arasında olduğu gibi, her an bir çatışma kendini gösteriyor gibi: özellikle şizofrenik sıkıntı bu çatışmanın tüm boyutlarını ifade ediyor. Sürekli bir uyarım, bir tepi katatonik donuşun içine kayıveriyor, sürekli donukluk ve makinelerin karıncalanmalarındaki donmuş katılıklar, sanki organsız beden bu makinesel bağlantıları kabul etmeyi hiç bitirmemiş gibi, sanki bu makine-organların patlamaları organsız bedenler üzerinde gerçekleşmeyi bitirmemiş gibi.

Elbette organsız bedenin gerçek düşmanının organların kendisi olduğuna inanamayız. Bizzat organizmanın kendisi düşmandır, yani organlara bir örgütlenme rejimi, bir işbirliği rejimi, sinerji rejimi, entegrasyon rejimi, ketleme rejimi, ayrılma rejimi dayatan bir toplam. Bu anlamda, evet, organlar elbette organsız bedenin düşmanı, kendileri üzerinde itici bir etki yapan ve zulüm eden aygıtı ifşa eden organsız bedene düşmanlar. Fakat bununla beraber, organsız beden, her organın bedenden daha çok kendisi için çalıştığı ve diğer organların işlevlerini de içerdiği koşullarda, organları kendisine doğru çekiyor, kendisine mal ediyor ve onları organizma dışında başka bir rejim altında işlevselleştiriyor. Böylelikle organlar, ne mekanik bir organiklikle ne de organizmanın örgütlenmesiyle karışan bu makinesel rejim uyarınca organsız beden tarafından adeta bir mucizeye tabi tutulmuş durumdalar. Örnek: anoreksiğin ağız-anüs-akciğeri. Ya da William Burroughs’un bir organsız bedene göre tarif ettiği uyuşturucu tarafından provoke edilen kimi şizoid durumlar: “İnsan organizması skandal yaratabilecek derecede etkisizdir. Her ikisi de bozulma riski taşıyan bir ağız ve bir anüs yerine, niçin hem beslenme hem de dışkılama işlevini görebilecek bir tek deliğimiz olmasın? Ağzı ve burnu kapatabilir, mideyi doldurabilir ve doğrudan ciğerlere giden bir havalandırma deliği açabiliriz, daha yaratılıştan bu böyle olmalıydı”4. Artaud, organsız bedenin organizmaya, ve organizmaların ve organizasyonun efendisi Tanrıya karşı verdiği canlı kavgayı betimliyor. Başkan Schreber ise, organsız bedenin organların örgütlenmesini reddetmesini ya da tam tersine organları tamamıyla anorganik bir rejim halinde kendine mal etmesini izleyerek geri itim ile çekim arasındaki almaşıklığı betimliyor.

Yoğunluklu bir ilişki

Bunun anlamı şizofreninin (organ-makinelerin anorganik egzersizi, organsız bedenin düşük yoğunluğu) iki kutbunun asla ayrılmaması, aksine kimi zaman geri itimin kimi zaman da çekimin üste çıktığı formları doğurmasıdır: paranoid form, ya da şizofreninin fantastik ya da mucizevi formu. Eğer organsız bedeni bütün bir yumurta olarak düşüneceksek, içinde yer alacağı, geliştireceği örgütlenmede yumurtanın kendisini farksız bir ortam olarak sunamayacağını söylemek zorundayız: sonrasında şu ya da bu organik parçayı üretmeye yönelmiş fakat tek düzenlemenin şimdilik sadece yoğunluk olduğu akslar ve dereceler, kutuplar ve potansiyeller, eşikler ve bölgeler tarafından kat edilmektedir. Sanki yumurta değişken bir yoğunluk akımı tarafından kat edilmiş gibidir. İşte tam da bu anlamda, organsız beden organizmayı reddediyor ve tanımıyor, organların genişleyen örgütlenmesini reddediyor, fakat, yoğunlukta tüm organları kendine mal eden yoğun bir rahmi biçimlendiriyor. Sanki şizofrenik organsız beden üzerindeki geri itim ve çekim oranları şizofrenin geçtiği yoğun durumlar üretiyor. Şizofrenik yolculuk hareketsiz olabilir; hatta hareketli olduğunda bile kendisini yoğunlukta organsız beden üzerinden yapabilir. Organsız beden sıfıra eşit bir yoğunluktur, yoğun miktarların üretiminde sarmalanmış ve mekanı şu ya da bu derecede dolduracak yoğunlukların üretiminden ibarettir. Dolayısıyla organ-makineler organsız bedenin doğrudan güçleri gibidir. Organsız beden saf yoğun madde ya da organ-makinelerin iş yapan parçalarını ve kendine ait gücünü oluşturacağı hareketsiz motordur. Şizofrenik hezeyanın gösterdiği de budun algıların halüsinasyonu altında, hatta düşüncenin sayıklamasının altında daha derin bir şeyler vardır, bir yoğunluk duygusu, yani bir oluş, bir geçiş. Bir derece aşıldı, bir eşik geçildi ya da bir eşikten gerilendi, bir göç gerçekleşiyor: bir kadın haline geldiğimi hissediyorum, tanrı haline geldiğimi hissediyorum, ileriyi gören biri haline geldiğimi, saf bir madde haline geldiğimi hissediyorum… Şizofrenik sayıklamaya ancak, her an organsız bedenin ve organ-makinelerin yoğunluk ilişkisini kaydeden bu “hissediyorum” seviyesinde ulaşılabilir.

İşte bu sebeple, geniş anlamıyla şizofreni üzerine yapılan teorik ve pratik araştırmalarda farmakolojinin büyük bir önemi olduğunu düşünüyoruz. Şizofrenlerin metabolizmasına ilişkin çalışmalar moleküler biyolojinin önüne geniş bir araştırma sahası açıyor. Tüm bir yoğun ve yaşanmış kimya, en azından iki yönde, organik ile psişik arasındaki geleneksel ikiliği aşmaya muktedir görünüyor: meskalin tarafından yaratılan şizoid durumların deneyimlenmesi, bulbocapnin, LSD, vs; şizofrenin sıkıntısını dindirmeye yönelik girişim, fakat buna rağmen, tekrar yola çıkartabilmek için, düşük yoğunluklu zırh ile tüm ilişkiyi kesmek, şizofrenik makineleri yeniden harekete geçirmek (“kesici nöroleptiklerin”, hatta LSD’nin kullanımı).

Bir süreç olarak şizofreni, Psikanaliz ve “şizogen” aile

Problem, hem şizofreninin belirlenemez yayılımı, hem de bütünü oluşturan belirtilerin doğasıdır. Zira, tam da doğalarından dolayı bu belirtiler parçalanmış gözükmekte, bütünleştirilememekte, tutarlı ve tespit edilebilir bir bütün haline getirilememektedir: her zaman karşımıza uyumsuz, kaçış halinde bir sendrom çıkabilmektedir. Emil Kraepelin erken bunama kavramını iki temel kutup üzerinden biçimlendirmiştir: bölünme fenomenleriyle erginlik sonrası psikoz olarak hebefreni, ve kas aktivitesinin bozukluklarıyla donukluk formu olarak katatoni. Eugen Bleuler 1911’de şizofreni terimini icat ettiğinde, bağlantı yokluğunu temel bozukluk yapan çağrışımların işlevsel parçalanması, parçalara ayrılması üzerinde ısrar ediyordu. Fakat bu parçalanmış çağrışımlar, aynı zamanda kişinin ayrışmasının, kendi üzerine kapalı sert bir iç yaşama bir çeşit otonomi veya üstünlük veren realite ile parçalanmasının tersidir (Bleuler’in gitgide daha çok altını çizdiği “otizm”: “Neredeyse, primitif bozukluk özellikle içgüdülerin dünyasına uzanır diyeceğim”). Öyle gözüküyor ki, psikiyatrinin bugünkü durumu bağlamında, şizofreninin anlaşılabilir biriminin belirlenimi ne belirtilerde ne de nedensellikler düzeninde aranabilir, fakat sadece her belirtinin kendisini kendine göre dışarı vurduğu bozuk kişiliğin bütününde aranabilir. Daha iyisi, bu, Eugene Minkowski ve özellikle de Ludwig Binswanger’e göre, “dünyada olan varlığın” [“etredanslemonde”] psikotik formlarında, mekansallaşmasında ve zamansallaşmasında bulunabilir (“düşüş”, “kasırga”, “buruşma”, “bataklıklaşma”). Ya da bedenin imgesinde, şizofrenik ayrışma fenomenlerini önlemek ve bunları psikanalize erişebilir kılmak için pratik bir mekansal ve zamansal yeniden yapılanma yöntemi kullanan, Gisela Pankow’un kavramlaştırmasını izleyerek konuşabiliriz (“bedenin imgesinde tahrip olmuş bölgeleri onarmak ve aile yapısına bir yol bulmak”)[5].

Her halükarda zor olan şizofreninin farkına kendi pozitivitesi içinde varabilmektir, pozitivite olarak da, kişide yarattığı yıkım karakterlerine ve varsayılan bir yapıda ortaya çıkarttığı boşluk ve ayrışmalara indirgememek gereklidir. Psikanalizin bizi negatif bir bakış açısından uzaklaştırdığı söylenemez. Zira kendisinin temelde psikoz ile oldukça belirsiz bir ilişkisi vardır. Bir açıdan, psikanaliz tüm klinik malzemesinin psikozdan geldiğini iyi biliyor (Freud’a göre Zürih okulu için bu doğru, Melanie Klein ve Jacques Lacan için de doğru bu: buna rağmen psikanaliz şizofreniden çok paranoya tarafından çekiliyor). Diğer bir açıdan ise, tamamıyla nevroz fenomeni üzerine biçimlenen psikanalitik yöntem, kendi hesabına psikoza erişebilecek bir açıklık bulmakta çok büyük bir güçlük yaşıyor (sadece çağrışımların parçalanması gereğince olacak). Freud, nevroz ve psikoz arasında çok basit bir ayrım öneriyordu. Buna göre, realite prensibi nevrozda, “kompleks”in bastırılması pahasına, kurtarılıyordu. Oysaki psikozda, kompleks, dış dünyadan sapan libidodan kaynaklanan realitenin yıkımı pahasına, bilinçte ortaya çıkıyordu. Lacan’ın araştırmaları, “imlenen”e dayanan nevrotik bastırma ve, “imleyen”in kökensel düzeyde sembolik bir düzende işleyen psikotik kapanma arasındaki ayrımı kuruyordu. Böylelikle yapıdaki delikten sıyrılıyor, boş mekan [place vide] sayesinde sembolikte kapanmış olan reel olanda halüsinasyon formunda yeniden ortaya çıkıyor. Dolayısıyla şizofren, kendi arzusunu tanıyamayacak ama ortaya koyamayacak biri olarak karşımıza çıkıyor. Psikanalist, psikanalitik mekanizmanın şizofrenin “sorumluluğunu” alabilmesi için şizofrende neyin eksik olduğunu sorduğu müddetçe negatif bakış açısı güçleniyor.

Belki de şizofrende eksik olan Oedipus’a ilişkin bir şeydir? Çok genç bir yaştan itibaren anne rolünün bozulmasına baba rolünün ortadan kalkması ekleniyor, bu ikisi Oedipus’a ilişkin yapıda bir boşluğun varlığını açıklamıyor mu? Maud Marınoni, Lacan’ı takip ederek, “babanın imleyeninin ilk kapanmasını” hatırlatıyor, “Ödipal kahramanlar yerlerindeler, fakat gerçekleştirilmekte olan değiştirme oyununda sanki boş bir mekan var. Arzunun yarattığı sıkıntıya açık bu mekan, tamamıyla gizemli kalıyor”[6]. Üstelik her şeye rağmen bir aile yapısının, ki bu yapıyı üç kuşağı içine alacak şekilde aile büyüklerine doğru genişletsek bile, şizofreni için iyi bir ölçü olacağı da kesin değildir. “Şizogen” aileler ya da ailedeki şizogen mekanizmalar üzerine çalışma girişimi geleneksel psikiyatrinin, psikolojinin, psikanalizin ve hatta anti-psikiyatrinin ortak bir bağı gibi görünüyor. Bu girişimlerin hayal kırıcı karakteri, hatırlatılan mekanizmaların (örneğin Gregory Bateson’ın double bind dediği şey, yani çelişik iki mesaj düzeninin eşzamanlı yayılımı: “bunu yap, fakat asla yapma…”) her ailenin günlük banalitesine ait olmasından, ve bizi hiçbir şekilde bir şizofrenin üretim modeline götürememesinden kaynaklanıyor. Hatta aile koordinatlarını, babadan bir metafor yahut babanın adından dile birlikte yayılan bir imleyen yapacak şekilde tam anlamıyla sembolik olarak düzenlesek bile, öyle gözüküyor ki, şizofrenin, imleyenin varsayılan kapanması ile kendisini negatif olarak tanımladığı dar bir aile söyleminin içinden çıkamıyoruz.

“Daha çok realiteye” doğru yarma hareketi

Şizofrenin kendisine ait olmayan problemlere doğru çekiliyor olması oldukça tuhaf: baba, anne, kanun, imleyen. Halbuki şizofren bambaşka bir yerde, kendisini ilgilendirmeyenlerin eksikliği bir sonuca götürecek bir neden değil. Beckett ve Artaud, bu konuda neredeyse her şeyi söylediler: kabul edelim ki, şizofreni konusunda, kimi sanatçı ve yazarlar, psikiyatr ya da psikanalistlerden daha çok şey ifşa ettiler. Sonuç olarak sürekli aynı hatada ısrar ediliyor, şizofreni, negatif terimlerle veya eksiklik (bölünme, realite kaybı, otizm, kapanma) terimleriyle tanımlanıyor ve kendisinde bu eksikliğin giderildiği bir aile yapısı ile değerlendiriliyor. Aslında, hezeyan fenomeni, hayali bile olsa, hiçbir zaman bir aile tarihinin bir eksiklik etrafında üretilmesi değildir. Tam tersine, bu, evrensel tarihten büyük bir sapma, tarihin bir fazla doluluğudur. Hezeyanın yoğurduğu, ırklar, medeniyetler, kültürler, kıtalar, krallıklar, iktidarlar, savaşlar, sınıflar ve devrimlerdir. Ve bu şekilde sayıklamak, hezeyan içinde olmak için kültürlü olmaya falan da gerek yoktur. Sayıklama içinde her zaman bir Siyah, bir Yahudi, bir Çinli, bir Büyük Moğol, bir Arien mevcuttur; her sayıklama politika ve ekonomi üzerinedir. Söz konusu olanın sadece sayıklamanın aşikar ifadesi olduğuna da inanılmayacak: sayıklamanın ifade ettiği, daha çok, libidonun sarmaladığı tarihsel, sosyal bir saha ve bilinçdışı arzunun son nesnelerini tanıdığı bir tarzdır. Sayıklama, aileyi kat eden ve onu şizogen olarak kuran aile temalarını, delikleri, kesiklikleri, akımları kullanır gözüktüğünde bile bu temalar aile ötesidir ve sosyal sahanın bütününü bilinçdışı belirlenmişliklerinde ortaya çıkarır. Marcel Jeager’in çok güzel bir şekilde söylediği gibi, “psikiyatrinin büyük rahiplerinin hoşuna gitsin gitmesin, delilerin tutturdukları söylem sadece kişisel psişik düzensizliklerinin yoğunluğu değildir: deliliğin söylemi, başka bir söyleme eklemlenmektir; tarihin, politikanın, toplumsalın, dinselin her birinde konuşan bir söyleme”[7]. Sayıklama, babanın adı etrafında değil fakat tarihin adları üzerine kendini kuruyor. Özel adlar: Sanki, şizofrenin organsız beden (dönüştüğümü hissediyorum…) üzerinde kat ettiği yoğunluk eşikleri veya dereceleri olan bölgeler, şu ırk, kıta, sınıf ya da kişi adları ile gösterilmişler. Şizofren kendisini kişiler ile özdeşleştirmez, organsız beden üzerinde özel adlar tarafından gösterilen alanlar ve bölgeler saptar.

İşte bu nedenle biz şizofreniyi pozitif terimlerle ifade etmeye çalıştık. Ayrışma, otizm, realite kaybı, her şeyden önce şizofreni dinlememek için çok uygun terimlerdir. Ayrışma, bu özel makinelere, pozitif olarak belirlenebilir şizofren makinelere giren elemanların durumunu tarif etmek için kötü seçilmiş bir kelimedir bu açıdan bağlantı eksikliğinin makinesel rolüne değinmiştik. “Otizm” ise, realiteden kopmuş bir iç yaşamla hiç alakası olmayan organsız bedeni ve onun üzerinden geçen her şeyi tarif etmek için seçilmiş çok daha kötü bir kelimedir. Realite kaybı, dayanılamayacak derecede (“maddenin alt üst edici sesini ruha veren bu duygu” diye yazıyordu Artaud Le Pese Nerfs’de) reele yakın yaşayan birine nasıl söylenebilir bu? Kişide yarattığı yıkım, yapıda görünür kıldığı boşluk ya da delikler üzerinden şizofreniyi anlamak yerine, şizofreniyi bir süreç olarak kavramak gerekli. Kraepelin, erken bunama kavramını geliştirmeye çalışırken, bunu ne sebepler ne de belirtiler üzerinden tarif ediyordu. Aksine, bu kavramı, süreç, gelişme ve bir terminal durum ile tarif ediyordu. Sadece, Kraepelin, bu terminal durumu, hastanın ölümünü beklerken kapatılmasını meşru kılan, tam ve kesin bir parçalanma olarak tasarlıyordu. Kari Jaspers ve bugün Ronald D. Laing ise bu zengin süreç kavramını tamamıyla başka bir biçimde anlıyorlar: kişiyi, ruhun ve organizmanın, tarihin ve doğanın iç içe geçtiği kaçış çizgilerini izleyerek, yoğun ve korkutucu “daha çok realite” etrafında bir çeşit yolculuğa çıkaran, kişinin devamlılığını kıran bir kopuş, bir baskın, bir yarma hareketi olarak anlıyorlar.

Tarihten tam anlamıyla bir sapma, makinelerle tam anlamıyla bir bağlantı gerçekleştirerek makine-organlar, organsız bedenler ve bu beden üzerindeki yoğunluk fluksları arasında gösterilen de işte bu.

Bu şekilde bakıldığında şizofreniyi ve paranoyayı ayırmak kolay gözüküyor (hatta şizofreninin paranoid denen formlarını bile): şizofrenin “beni rahat bırakın”ı ve, paranoyağın “sizi rahat bırakmayacağım”ı; paranoyadaki işaretlerin bileşimi, şizofreninin makinesel düzenlemeleri; paranoyak geniş topluluklar ve küçük şizofrenik çokluklar; paranoyadaki tepkisel geniş entegrasyon planları ve şizofrenideki aktif kaçış çizgileri. Eğer şizofreni günümüzün bir hastalığı olarak görülüyorsa, bu bizim yaşam biçimimizi ilgilendiren genelliklere değil, ekonomik, sosyal ve politik doğaya sahip muayyen mekanizmalara bağlıdır. Bizim toplumlarımız artık kodlar ve yurtsallıklar üzerinden değil, tam tersine, kodların çözülmesi ve kitlesel bir yersiz-yurdusuzlaşma fonu üzerinden işliyor. Hezeyanın, kodları restore etmekten, yeniden yurtsallıklar icat etmekten ibaret olduğu paranoyağın tersine, şizofren, kendi kodlarını çözme, kendini yersiz-yurtsuzlaştırma hareketinde hiç durmadan daha ileriye doğru gidiyor (yarma hareketi, yolculuk veya şizofrenik süreç). Şizofren adeta bizim toplumumuzun sınırı, fakat her daim önlenen, bastırılan, tiksinilen bir sınır bu. Laing, şizofreni problemini çok güzel bir şekilde ortaya koyuyor: yarma hareketinin (breakthrough) çöküş (break-down) haline gelmemesi için ne yapmalı?b Organsız bedenin aptalca ve katatonik bir şekilde kendi üzerine kapanmamasını nasıl sağlamalı? Bu sınır durumunun, kronikleşmiş bir sersemleşme durumuna yer vermeksizin, ve hatta hastanede olduğu gibi, genelleşmiş bir son yıkılma durumuna düşmeksizin sıkıntısından başarıyla çıkabilmesi için ne yapmalı? Bu açıdan hastane koşullarının, aile içindeki koşullardan daha az olmasa da, son derece az tatmin edici olduğu söylenmeli ve otizmin temel negatif belirtileri, genellikle, hastaneye yatırılmanın ve aile içinde yaşamanın ürünleri oluyor. Şizofrenik sürecin tersine dönmemesi, yani tımarhane için uygun olacak bir şizofren üretmemek için yaşantısal bir kimyanın ve şizolojik bir analizin gücünü birleştirmek mümkün olacak mı? Olacaksa nasıl bir grup içinde, nasıl bir kolektivite içinde?

[1] La Forteresse Vide, (Boş Kale), Paris, Gallimard, 1969, coll. “Connaissance de l’inconscient”, s. 304.
[2] Agregat: kendi aralarında hiçbir homojenliğe sahip olmayıp yine de bir araya gelmiş olana işaret ediyor.(ç.n.)
[3] Serge Leclaire, “La Realite du desir” (“Arzunun Gerçekliği”) içinde Sexualite humaine (İnsan Cinselliği), Paris, Aubier, 1970.
[4] Antonin Artaud, in 84, no: 5-6,1948.
catatonique: Yunanca kökenli bu kelime kata-altında kalan ve tonos- tansiyon, yönelim ya da basınç anlamına gelen terimler ile oluşturulmuştur. Psikolojinin özellikle de şizofreni vakaları için kullandığı bir terimdir. Verili bir norma göre sınırın altında kalma, yavaşlatılmış olma durumu (ç.n.).
[5] Gisela Pankow, L’homme et sa Psychose (insan ve Psikozu), Paris, Aubier-Montaigne, 1969, koleksiyon “La chair et l’esprit”. IV. A., s. 240.
[6] Maud Mannoni, Le Psychiatre, Son Fou et !a Psychanatyse (Psikiyatr, delisi ve psikanaliz), Paris, Seuil, 1970, s. 104.
[7] Ronald D. Laing, La Politique de L’experience (Deneyimin Politikası), Paris, Stock, 1969, s. 93.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version