Ana Sayfa Felsefe SARTRE: BİR İNSANIN ÖYKÜSÜNÜN ÇOCUKLUĞUNDA KAYITLI OLDUĞUNU SANMIYORUM

SARTRE: BİR İNSANIN ÖYKÜSÜNÜN ÇOCUKLUĞUNDA KAYITLI OLDUĞUNU SANMIYORUM

Kendimle ondokuz yaşıma doğru ilgilendim, ama sonra, İmgesel Alan’ı yazmak için kendimi gözlemlediğim ve de bilincimin derinliklerini karıştırdığım zaman, aradığım daha çok birtakım genelliklerdi. Sözcükler’e gelince, söz konusu olan, kitabı yazdığım sırada olduğum kişi haline nasıl gelmiş olduğumu kavramak için, çocukluğumu, geçmişte kalan bir ben’i anlamaya çalışmaktı. Ancak nereye geldiğimi açıklamak için daha pek çok kitap gerekirdi. Şimdilerde, vakit buldukça, Simone de Beauvoir’la birlikte, o otobiyografik cilt için yaptığım da bu.

Her şeyin nasıl değiştiğini, kimi olayların benim üzerimde nasıl bir etki yaptıklarını açıklamaya çalışıyorum. Bir insanın öyküsünün çocukluğunda kayıtlı olduğunu sanmıyorum. Her bir şeyin sıkılaştığı yine son derece önemli dönemler olduğunu düşünüyorum: ilkgençlik, gençlik, ve hatta olgunluk çağı gibi. Hayatımda giderek daha açık seçik gördüğüm, hemen hemen bütünüyle birbirinden ayrı iki dönem oluşturan bir kesinti; öyle ki, ikinci dönemdeki halimde, ilk dönemdeki kendimi artık pek iyi tanıyamıyorum; yani savaş Öncesi ile savaş sonrası…

Görüyor musunuz, şu ana kadar bu konuşma boyunca özellikle özel hayatımdan konuştuk, sanki bu bütün geri kalandan, yani düşüncelerimden, yayınladığım kitaplardan, savunduğum politik görüşlerden, katıldığım eylemlerden, kısacası sonuçta kamusal hayatım diye adlandırılabilecek şeyden ayrıymış gibi. Oysa çok iyi biliyoruz ki özel hayat ile kamusal hayat arasındaki bu ayrım aslında yoktur, tepeden tırnağa bir yanılsama, bir aldanmadır. Bu yüzden bir özel hayatım olduğu, yani saklı, gizli bir hayatım olduğu konusunda hak iddiasında bulunabilemem, ve aynı şekilde bu yüzdendir ki sorularınıza memnuniyetle cevap veriyorum. Bununla beraber, “özel” adı verilen bu hayatta, insanlar arasındaki ilişkilerin mevcut durumundan kaynaklanan ve, söylediğim gibi, bizi hâlâ belli bir ölçüde gizliye ve hatta yalana zorlayan çelişkiler vardır. Ama herhangi bir kişinin varoluşu bölünemeyen bir bütün oluşturur: içi ve dışı, öznel ve nesnel olan, kişisel ve politik olan ister istemez birbiri üzerinde yankı yapar, zira bunlar aynı bir tümlüğün görünümleridir ve bir bireyi, her kim olursa olsun, ancak bir toplumsal varlık olarak görürsek anlayabiliriz. Her insan politiktir. Ancak bunu, kendi adıma ben ancak savaşla birlikte keşfettim, ve ancak 1945’ten sonra gerçekten anladım.

Savaştan önce kendimi basitçe bir birey olarak düşünürdüm, bireysel varoluşumla içinde yaşadığım toplum arasındaki bağı hiç görmüyordum. Ecole Normale’den mezun olduğumda, bu konuda bütün bir kuram bile geliştirmiştim: ben “yalnız adam”dım, yani düşüncesinin bağımsızlığı yoluyla topluma karşı çıkan, ama topluma hiçbir borcu olmayan, ve özgür olduğu için toplumun da ona karşı hiçbir şey yapamayacağı birey. Bu, 1939’dan önceki bütün düşünmemi, bütün yazmamı ve bütün yaşamamı üzerinde temellendirdiğim apaçık hakikatti. Bütün bir savaş-öncesi dönem boyunca politik görüşlerim yoktu ve, doğallıkla da, oy kullanmıyordum. Komünist olan Nizan’m politik söylevlerini can kulağıyla dinliyordum, ama aynı şekilde, sosyalist olan Aron’u ya da bir başkasını da dinliyordum. Bana gelince, yapmak zorunda olduğum şeyin yazmak olduğunu düşünüyor ve yazıyı hiçbir şekilde toplumsal bir faaliyet olarak görmüyordum. Burjuvaların birer pislik olduklarına hükmediyordum ve de bu hükmü gerekçelendirebileceğimi düşünüyordum, onları çamura belemek üzere, özellikle burjuvalara seslenmek suretiyle bunu yapmaktan da alıkoymuyordum kendimi. Bulantı burjuvaziye karşı bir saldırıdan ibaret değildir ama büyük ölçüde de öyledir: müzedeki tabloları hatırlayın… Dilerseniz şöyle diyelim, Bulantı “yalnız adam” kuramının edebiyat alamnda vardığı noktadır, ve ben sonuçta burjuvaları birer pislik olarak mahkûm etmekten, yalnız birey için aldatmacasız bir varoluşun koşullarım tanımlamaya çalışırken aynı zamanda kendi varoluşumu gerekçelendirmeye uğraşmaktan ibaret olan bu konumun sınırlarını farketmeye başlamış olmakla birlikte, buradan çıkmayı başaramıyordum. Varoluşa ilişkin hakikati söylemek ve burjuva yalanlarını açığa çıkarmak bir ve aynı şeydi ve mademki yazmak için yaratılmıştım, insanlık kaderimin gereğini yerine getirmek için benim yapmak zorunda olduğum şey de buydu. Geriye kalanın, yani özel hayatımın, daha çok hoşluklardan oluşması gerektiğini düşünüyordum -benim de elbet, tıpkı başkaları gibi, engel olamadan tepeme düşüveren sıkıntılarım olacaktı, ama genelde bu hayat hoşluklarla dolu olacaktı: kadınlar, iyi yemekler, seyahatler, dostluklar… Hocalık yapıyordum, elbette, çünkü insanın hayatını kazanması gerekiyordu, ama öğretmenlikten nefret etmiyordum, tam tersine; her ne kadar bir yetişkinin hayatına, bir yetişkinin sorumluluklarıyla geçişi çok nahoş bir biçimde hissettiysem de: 1935’e doğru, birkaç ay süren ve bugün az çok o yetişkin hayatına geçişe bağlı bir kimlik bunalımı olarak yorumladığım bir tür depresyon geçirdim. Ama sonuçta bir hocaya ait olması gereken toplumsal mecburiyetleri en aza indirgemeyi başardım ve bu çok iyi oldu. Demek ki, dediğim gibi, hayatımı böyle tasarlıyordum: öncelikle yazmak ve yanı sıra da hoşluklar içinde yaşamak.

İşlerin böyle olmadığını bana göstermeye başlayan şey 36’dan itibaren belirdi. Önce “Front Populaire’’ (Halk Cephesi) olayı geldi -esasen bu Castor’un anlattığı gibi, uzaktan imrenerek izlediğimiz bir olaydı: Front Populaire’in gösterilerini kaldırımda dikilerek seyretmiştik ve yürüyüşçüler arasında arkadaşlarımız da vardı; bizse dışarıda, kenardaydık, ve bunu hissettik. Ancak yine de bu, bizi mutlak ilgisizlikten çıkmaya zorladı ve tümüyle Front Populaire yanlısı olduk. Ama benim bir Front Populaire yandaşı olarak düşünülmeme neden olabilecek hiçbir şey yapmamıştım. Derken toplumsal devinim gelişti, olaylar hızlandı, 38 yılı ve Münih çıkageldi. Münih sırasında bireyci barışseverliğim ve Nazi-karşıtlığım arasında parçalanmış bir durumdaydım; bununla beraber, en azından kafamda, Nazi-karşıtlığı çoktan baskın durumdaydı. Bunun da nedeni o sıralarda nazizmin bizlere, biz Fran sızlan yok etmek isteyen düşman güç olarak görünmüş olmasıydı, ve bu da, henüz ayrımına varmasam bile, bir deneyimle, yalnızca basit bir bireysel deneyim olmayan ama ayrnı zamanda toplumsal nitelik de taşıyan bir deneyimle buluşuyordu: 1933’te bir yıl süreyle Nazi Almanyası’nda yaşayarak edindiğim deneyim. Bazı Almanlar tanımıştım, onlarla konuşmuştum, nazilerden saklanmak zorunda kalan komünisder görmüştüm. O aşamada, buna politik düzlemde hiçbir önem atfetmemiştim, ama aslında bunun daha o andan birtakım etkimeleri olmuştu düşündüğüm ve yaşadığım şey üzerinde, yalnızca ben henüz farkında değildim. Nazi Almanyası bana yalnızca öfke veriyordu ve Fransa’da da -bir tür uslu çocuk faşist olan- Doumergue ve birlikleri, Ateş-haçları, vb. gündemde olduğundan, dönüşümden bir süre sonra, beni Nizan’a ve komünist veya sosyalist arkadaşlarıma yaklaştıran bir konuma, yani antifaşist bir konuma girdim; elbette bunun pratik sonuçlarını çıkarmaksızın… Böylece, gördüğünüz gibi, savaş öncesi dönemde benim daha sonraki tutumumun habercisi olan öğeler bulunabilir.

Sartre Sartre’ı Anlatıyor
Filozofun 70 Yaşındaki Otoportresi
Çeviren: Turhan Ilgaz

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version