Ana Sayfa Felsefe Psikiyatri ve Psikolojinin İdeolojik Kullanımına Dair İki Deneme

Psikiyatri ve Psikolojinin İdeolojik Kullanımına Dair İki Deneme

I – İdeolojik bir aygıt olarak genetik
Hiç eğip bükmeden, gevelemeden şu soruyu sormalıyız: hayatın bedene bu denli şiddetle mahkum edildiği başka dönemler olmuş muydu? Toplumcu kurtuluş umutlarının toplumların genzine tıkıldığı dönemlerde, pornografinin, hedonist yaşamların çoğaldığı, arsızlaştığı ve handiyse örnek hayatlar haline getirildiği zamanlar biliyoruz. Buna özel yaşamlara yönelmiş röntgenci hazzı ve özel yaşamını sergilemeyle beslenen teşhirciliği de ekleyelim. Tüm hayatı, bedenle, yani yoksulluğu zeka düzeyiyle, mutluluğu beyindeki serotonin miktarıyla, inancı, aşkı, öfkeyi… genetik kod ile gerekçelendirmek ise dünyaya insafsızca kakılmış bir ideolojiye yeni donlar biçmektir. O ideoloji, Reagan-Theacher döneminden beri dünyada, Özal döneminden beri ülkemizde, dışında düşünmenin “gericilik-çağdışılık-dinozorluk” olarak damgalandığı bir ezber yarattı. Özal dönemi, bir de nedir? Bu ideolojinin, yerli distribütörlerinin yaratılma sürecidir.
Toprak çok uygundu… İnsanlar o dönemden beri, yurtdışına gidiyorlar ve dönüyorlar… Yani, beyin göçü filan olmuyor artık. Beyin göçü olmuyor ama, giden beyinler göçürülüyor; gidiyorlar, başka bir beyinle dönüyorlar. Gittikleri, transplantasyona, beyin nakline tabi tutuldukları kurumların distribütörlük belgesini alıyorlar, geliyorlar ve bayilik açıyorlar. Neoliberalizm ile üfürülmüş olan her sözü Türkçe’ye tercüme eden bir yerli bayii var, artık. Kanım o ki, bize, Kemal Derviş örneğinde olduğu gibi, bu beyinleri, üretildikleri merkezlere geri iade etmek düşüyor.

Kelimelerin, koka kola kutularından farkı yok… mitos değeri varmışçasına kutsanıyorlar ve işlevini yerine getirdikten sonra da teneke kutular olarak çöpe atılıyorlar. Bilgi çağı… teknoloji çağı… iletişim çağı… Yaşadığımız çağı tek bir nitelikle anacaksak, önerim Kirlenme çağı’dır… Dünyaya çöp sepeti muamelesi yapılmasının miladı Sanayi Devrimi’dir. Son üç yüz yılda dünya, binlerce yıllık insanlık tarihinden daha fazla kirletildi. Benim çocukluğumda kirlenmenin simgesi denizde yüzen karpuz kabuklarıydı ve sorumluluğu yoksulların üzerine atılırdı. Sonra pet şişelerle, zehirli atıklarla, atmosferi zedeleyen gazlarla…. tanıştık. Bunlarla birlikte düşünelim lütfen: dağcılık, malumunuz, “doğa sporu”dur. Doğa sporcusu dağcıların gözdelerinin başında Everest geliyor. Ve hatırlayalım, Everest bile bunların çöplerine isyanda… Zaman zaman gazetelerde, Batılı dağcıların Everest’e bıraktığı çöplerle ilgili haberler çıkıyor. Televizyonlar, reklamlar başladığında daha fazla bağırıyorlar, halının üzerinde oynayan çocuk sesin şiddetindeki değişiklikle oyundan kopup reklamın içine düşüyor ve televizyon reklamı, günde bilmem kaç kez vaaz ediyor: Kirlenmek güzeldir… kirlenmek güzeldir…

Ruhbilimden biliyoruz ki, insan dışına nasıl davranırsa içine de öyle davranıyor. Biz, insan doğasına dair bu inceltilmiş gerçeği Türkçe’nin zenginliğinde sezmişiz zaten; aslan yattığı yerden belli olur demişiz. On yıldır psikiyatri mesleğinin içindeyim. On yıldır, ruhsal rahatsızlıkları biyolojik belirteçlerle açıklama çabası sürüp gidiyor. Şizofreninin, depresyonun, kaygının ve diğer ruhsal rahatsızlıkların ortaya çıkmasını belirleyen herhangi bir biyolojik-genetik belirtecin bulunduğuna, bunun sonucunda hastalıkların ortaya çıkmasının engellendiğine, tedavi stratejilerinin oluşturulduğuna dair kesinleşmiş bir keşif yok. Temel sorular ve çözümsüzlükler açısından psikiyatri on yıl önce nerede ise yine orada emekliyor. Bilgide niteliksel bir dönüşüm olmamasına rağmen, iktisadi olarak müthiş bir sıçrama yaşandı. Psikiyatrinin de tabi olduğu merkezi sinir sistemi ilaçları bölümü ilaç sektörünün en güçlü alanlarından biri haline geldi. Bir yandan yoksulluğun ruhsal rahatsızlıklarla ilgisi olmadığı, insanların yoksul oldukları için daha fazla ruhsal zorlanma yaşaönce nerede ise yine orada emekliyor. Bilgide niteliksel bir dönüşüm olmamasına rağmen, iktisadi olarak müthiş bir sıçrama yaşandı. Psikiyatrinin de tabi olduğu merkezi sinir sistemi ilaçları bölümü ilaç sektörünün en güçlü alanlarından biri haline geldi. Bir yandan yoksulluğun ruhsal rahatsızlıklarla ilgisi olmadığı, insanların yoksul oldukları için daha fazla ruhsal zorlanma yaşamayıp, ruhsal olarak “disorded-arızalı” oldukları için yoksullaştıkları ya da yoksul kaldıkları şeklindeki tüm zamanların en vicdansız tezlerinden birinin altı doldurulmaya çalışılırken, bir yandan da ruhsal rahatsızlıkların çözümü ilaca ve ilaç şirketlerine tabi kılındı ve halkların yokkapitalizmin yetiştirmesi kuşakların çiğneyip tükürüp attığı, ya da tutup kokuşturduğu nesnelerin çöp halini almasından ötede kavramak gereklidir. Pop-kültürün haplaştırılmış silikonlu ikonalarını tapınma araçlarına dönüştürmüş küresel vaaz, asıl dilde ve o dilin tutunduğu mitosta tahribat yapıyor. Eğer kavimlerle ilgili bir “kalıtım” araştırması yapılacak ise yozlaşmayı, DNA sarmallarında değil burada, dil-beşiğinde aramak gerekiyor. Küreselleşmeci vaazın önemli bir kaldıracı olan tarihin sonu tezine bir de buradan bakmalıyız. Batı uygarlığı denilen ve bugün halklar için bir kabusa dönüşen heyulayı, tüm insanlığın nihai ulaşacağı, tarihselci erek olarak koyarsanız, bu ereksel çizgiye karşı koyan ya da başka hedeflere doğru yürüyen her türlü insan macerasını kültürel gariplik olarak kodlarsınız, bir yandan da küreselleşmeci vaazı her türlü yerel distribütörle pompalarsınız olur biter… Anadolu gibi, macerası insanlık macerası ile bir olmuş topraklarda bu kültürel piçleştirmenin şiddetle uygulamaya sokulması rastlantı değildir. Burada da yine diyalektiğin akıl dolu dersiyle karşı karşıyayız; bir yanda ruhsallık ile ilgili sorunların genel olarak kültürden ve iktisattan bağımsızlığı ileri sürülürken, bunun tamamlayıcısı olarak, memleketin en köklü gazetelerinden birinde vaşington temsilcisi bildiriyor: Anadolu’da baskın gen Türk geni değil… İyi de bayram değil seyran değil… eniştem beni niye öptü…!

Niyesini düşündükçe, öfke, onun yanında öfkemizi adam etmeye ahdetmiş bir hüzün boyveriyor. Günümüzde olup bitenlere dikkatli ve ısrarlı bakmak, kapitalizmin Marxist okumasını yeniden ve güçlü bir şekilde doğruluyor. İktisat temelinden, daha net söylersek sınıf mücadelesinden kopartılmış siyasetin, ancak ve ancak insan karşıtı bir ideolojik yükle mümkün olduğu bunlardan biri. Faşizmin, kapitalizmin geçirdiği geçici bir havale olmadığı ve yapısında içkin olduğu, düşük yoğunluklu bir şekilde hemen hep hazır tüfek bekletildiği bir diğeri. Naziler, 1933’te ruhsal hastalık tanısı alanları kısırlaştırma yasası çıkarmışlardı. Gerekçeleri ise Münih Üniversitesi’nde yapılmış genetik çalışmalarıydı. Bu bilinir. Fakat şu unutulur, unutturulur; 1950’lere değin Amerika Birleşik Devletleri’nde akıl hastaları kısırlaştırılıyordu. Theacher döneminde, ruh sağlığı alanına ayrılan sağlık harcaması payı hızla düşürüldü ve akıl hastalarının toplumun kamburu olduğu düşüncesi resmi ağızlarda bile dile getirilmeye başlanmıştı. Bunun altını dolduran sözde bilimsel bilgi ise; hepatit nasıl karaciğer iltihaplanması, menenjit nasıl beyin zarı hastalığı ise, ruhsal rahatsızlıkların da bir “beyin” hastalığı olduğu savıydı. Psikiyatri halen bu sav ile iş görmekte ve hastane klinikleri dışında başka bir toplum yokmuş gibi davranmaya devam etmektedir. Patolog Virchow, modern tıbbın kurucularından biridir. Açık yüreklilikle “Tıp sosyal bir alandır” demişti. Günümüzde ise tıp, insanı, bedenine indirgemiş durumda ve hayatı biçimlendirmede kullanılan ideolojik aygıtların en gözde olanlarından biri. Faşizm dönemlerinin ana karakteristiklerinden biridir bu. Nerede toplumu topyekun susturmaya ahdetmiş bir baskı mekanizması varsa, insanın bedeniyle kurduğu ilişkinin yeniden tarifi ve insanların bedenlerine uygulanan baskı da bunun bir parçası olmuştur. İşkenceden, ilaç araştırmalarında kobay olarak kullanmaya değin… Türkiye’de 12 Eylül zifiri karanlığında, komünistlerin akıl hastası olduğunu kanıtlamak için mahkumların jandarma dipçiği ile kliniklere taşındığı günlerde, Amerika’da başka çalışmalar sürdürülmekteydi ve bu sözde bilimsel çalışmalardan şu sonuçlar elde edilmekteydi: “suç işleyenlerde ve işsizlerde zeka düzeyleri, toplumun genel ortalamasına göre daha düşüktür. Zeka düzeyi düşük olan toplum kesimlerinde, doğurganlık oranı daha yüksektir. Zeka, eğitimle ve diğer çevresel faktörlerle değil de, daha ziyade kalıtımla ilgili olduğundan, bu durumda toplum, giderek daha düşük zekalılardan meydana gelecek dolayısıyla suç işlemenin ve işsizliğin önüne geçmek imkansızlaşacaktır…. Eğer yoksullar yoksulsa bu her şeyden önce zenginlerden daha az zeki oldukları içindir. Onlara acıyabiliriz, ancak bu hiçbir şeyi değiştirmez. Sonuç olarak sosyal adalet programları savurganlıktan başka bir şey değildir. Üstelik yoksullar daha fazla çocuk yaptıkları için de kötü genlerin yayılmasına neden olurlar. Açıkça görülmektedir ki, eğer yoksul siyahlara yardıma son verilirse, her şey daha iyi olacaktır…” Bu sözleri Amerikalı araştırmacılar, 1970-1990 yılları arasında yapılmış Amerikan Ulusal Uzunlamasına Gençlik Araştırması’nın verilerini yorumlarken sarfediyorlar. Bunların moda deyimle “münferit” tartışmalar olmadığı, basında yer alan haberlerle anlaşılıyor. Massachusetts’teki Shriver Kamu Sağlığı Merkezi’nde yapılan araştırmaya göre, işverence gen testi yapılan ve ilerde hastalanabileceği varsayılan 582 çalışanın işine son verildiği bildirilmiştir. Başka bağımsız çalışmalar da vardır. Sorumlu Genler Konseyi, benzer bir şekilde işinden edilmiş 200 kişiye ulaşmıştır ve bu rakamların gerekçenin saklanma olasılığı da düşünüldüğünde buzdağının görünen kısmı olduğu da bildirilmektedir.

İnsanların biyolojik özelliklerine göre sınıflamaya tabi tutulmasının insanlığa nice kabuslar yaşattığını biliyoruz. Büyük insanlık serüveninde biyolojik/bedensel yetersizliklerini hayat içinde bir olanağa dönüştürmüş nice görkemli hayat öyküsü varken gelinen noktada her türlü yaşama olanağının ancak biyolojik belirteçlerle koşullanabildiği savı neoliberalizmin adına uygun bir neofaşizmdir. Psikiyatri’den biliyoruz; burjuvazi, hemen tüm sıradışı çocuklarını, Hemingway’leri, Van Gogh’ları, Rimbaud’ları… akıl hastalığı ile damgaladı. Biyogenetik indirgemeciliği toplumun yeniden dizaynı için bir yöntem olarak dayatıyorlar. Hayatın yeniden inşaasına buradan başlayınca da her biri insan yaratıcılığının, aklın ve sezginin birer sıçraması olan yaratıcılara gerek kalmıyor. Orada beden fetişizminin canlı örnekleri olan oyuncular boşluğu dolduruyorlar. Bu arada futbolculuk ile aktörlüğün aynı kelimeyle karşılanması da düzel bir dilsel sezgi olarak hayata katılıyor. Gazetelerde boy boy sergilenen “anti-aging” programları, toplumsal gelenekte yakın zamana değin toplumsal aklın mayası olarak görülen “ihtiyarlar meclisi”ne düşmanlık halini alıyor. Özetle; Anglosakson ahlakının özü olmuş yararcılığa uygun olarak, işe yaramadığı ya da artık işe yaramadığı düşünülen her şey ve herkes damgalanıp çöpe atılacaktır. Öyle görünüyor. Genetik ayrımcılığın, bu ideolojideki kullanım değerini görmemek içinse, söylediğimiz gibi, beynin göçürülmüş olması gerekiyor…

II – Zeka testlerinin temel işlevi
Denklem basittir ve bilinmeyenli değildir; eğer insanların biyolojik özelliklerine bakarak ve etnik kökenlerini referans alarak biyolojik-psikolojik yetiler konusunda kıyaslamalar yapıyorsanız, ırkçılık yapıyorsunuzdur. Yani, örneğin, şu iki hipotez iki farklı aklın sorusudur. Almanya, II. Savaş’tan sonra önemli göç aldı. Göç eden insanlar, içine doğdukları sosyokültürel ortamları, destek düzeneklerini terk eylediler ve hiç aşina olmadıkları bir dilin, başka bir kültürel ortamın içine girdiler. Bu süreç Türk göçmenleri ruhsal olarak nasıl etkilemiştir? Bu uyum süreci nasıl gerçekleşmiştir? Bu soruların yanıtını arayan çalışmalar yapıldı ve kimse çalışmayı yürütenlere ırkçılık yapıyorsunuz demedi. Niye? Çünkü soru, hayatın içinde, yeni koşullarca üretilmiş ve insanları dışlayan, ayrımcılık yapan bir soru değil, onların acılarını, dertlerini anlamaya çalışan ve buna göre derman olanaklarını da aralayan bir soruydu. Peki, bu soruyu üreten toplumsal ortama ait şöyle bir soruyu, bir zihnin merak etmesi hangi dertle veya dermanla ilgilidir; Türk çocukları ile Alman çocukların zeka düzeyleri birbirleriyle kıyaslandığında nasıldır?

Bu soru sorulmuş.

Sorulduğunu ve Türk çocuklarının zeka düzeylerinin Alman akranlarına göre düşük bulunduğunu Hürriyet gazetesinden öğrendik.

Genetik, yaşadığımız günlerin en güçlü ideolojik aygıtlarından biri haline gelmiş durumda. Şaşırtıcı değil, bu soruyu soranlardan biri Alman Genetik Araştırma Enstitüsü yöneticisi Volkmar Weiss. Öncelikle şunu belirtelim. Francis Bacon, modern bilimin harcını atanlardan biri olarak “Bilgi, güçtür.” demişti. Bilimi ve onun gücünü elinde bulunduranlar bu gücü çelikten zırh olarak giyiniyorlar. Tuhaftır, eleştirinin ana yakıt olduğu bilim, gazetelerde eleştirilmezliğin, tartışılmazlığın fildişi kalesine terfi ediyor. Eğer ideolojik bir fikri topluma yaymak istiyorsanız, ona bilimsel bir don biçersiniz olur biter. Bilimsel otoriteyle bir sözü dolaşıma soktuğunuzda, onun yanına isterseniz binlerce itiraz cümlesi, hayır-öyle-değilleri ekleyin, geriye fildişi kuleden vaaz edilenler kalıyor. Hürriyet gazetesi de ne kadar büyük puntolarla ” Türkler aptal değil” diye arabaşlıklar atsa da, geriye, esirgemeyen ve bağışlamayan zeka testlerinin gücüne yaslanan şu sözde bilimsel sonuçlar kalıyor:

• Almanya’da yaşayan Türklerin ve Sovyet topraklarından gelen göçmenlerin zeka düzeyleri Almanlardan daha düşüktür.

• Türkiye’de yaşayan Türkler de Avrupalılardan daha düşük zeka düzeyine sahiptir.

• Weiss’in diliyle; “Alt tabakanın çocuklarının zeka düzeyi orta ve üst tabakanın çocuklarının zeka düzeyi ortalamanın altında.” Yani kısaca, yoksullar, zeka olarak da yoksul.

• “Tüm Avrupa ülkelerinin başkentlerinde zeka düzeyi ortalaması 100’ün üzerinde, sadece Berlin’de 100’ün altında. Bu da buradaki Türk çocuklarından kaynaklanıyor.”

Özetle: Türkler, yoksullar, bir de Sovyet topraklarından gelen göçmenler, ki Alman topraklarında Türk olmak ya da Sovyet topraklarından gelmenin bir anlamı da yoksul olmak olsa gerek, düşük zekalıdır. Öyle midir?

Alanla ilgili herhangi bir ders kitabına başvurduğunuzda, mesleki ve eğitim hedeflerinin zeka testlerinin biçimlenmesini ve uygulama alanını belirlediği, bunlarla karşılaştırıldığında klinik uygulamaların kısıtlı olduğu savıyla karşılaşılmakta ve genel olarak bu testlerin işlevi şöyle anlatılmaktadır: eğitimde, öğrencilerin bireysel yeteneklerine göre sınıflandırılması, eğitimdeki aksaklıkların belirlenmesi, öğretme yöntemlerinin geliştirilmesi, bilişsel olarak yetersiz olanların yetersizliklerini gidermeye yönelik rehberlik alanları. Bununla birlikte, bu testlerin çizilen çerçevede bile güvenilir oldukları şüphelidir ve yorum uygulayıcının çıkarsamalarıyla etkilenebilmektedir. Günümüzde uygulanan zeka testlerinin büyük çoğunluğu, zekanın farklı bileşenlerini değerlendirme iddiasını taşıyan çok faktörlü test bataryaları olarak yapılandırılmıştır. Zekanın çoklu bileşenlerini ölçmeye yönelmiş yeni yöntemler öne çıkarken, klasikleşmiş eski ölçme yöntemlerinin önemli güvenirlik sorunları olduğu da artık kabul edilmektedir.

Zeka testlerinin Amerika’daki ilk örnekleri ile Amerikan ırkçılığının hedefleri arasında güçlü bağlar olduğu bilinmektedir. Şaşırtıcı olmayan bir şekilde, bu dönemde yapılan çalışmaların ana hedefi ırklar arasında zeka düzeyleri açısından fark olup olmadığıdır ve bulunan sonuçlar eğilip bükülerek ırkçılığa ideolojik malzeme olarak sunulmuştur. Yine şaşırtıcı değil, Amerika’da bu testler, aynı soruları soran ırkçı araştırmacılarca uygulanmaya devam etmektedir. Şunu kesinlikle söyleyebilecek durumdayız: Amerikan üniversitelerinin parlattığı zeka testlerinin ortaya çıkışının temelinde ırkçılık vardır. Bu ortaya çıkış ve yaygın kullanımın tarihsel kesiti XIX. Yüzyılın sonu ve XX. Yüzyılın başıdır. Zeka testleri, bir de 1980’lerle birlikte ikinci altın çağını yaşamaya başlamıştır ve bununla, sözüm ona “akıllı”, Beat kuşağı şairlerinden Ginsberg’in deyimiyle kuşbeyinli Amerikalı’nın dünyayı kendi aklıyla donatma, Ginsberg’in deyişine güvenirsek kuşbeyinli bir hale getirme sevdası arasında da yakın bir ilişki olsa gerektir.

Ülkemizde en yaygın uygulanan zeka testlerine baktığımızda iki test öne çıkmaktadır. Bunlardan ilki Stanford-Binet Zeka Ölçeği’dir. Alfred Binet bir Fransız araştırmacıdır ve bu testin ilk örneğini 1905 yılında geliştirmiştir. Stanford-Binet Zeka Ölçeği, Binet’nin ilk test örneğinin 1916 yılında revizyona tabi kılınmış halidir. Ölçek çeşitli defalar düzeltilmiş ve en son Amerika’da, ırkın, evlilikten çocuk sahibi olmaya, meslek seçiminden dost seçimine her alanda dikkate alınması gereken bir etken olduğu savını ileri süren Thorndike ve arkadaşlarınca Stanford-Binet IV adıyla dünyanın her yerinde, ne kadar Amerikalı, yani yararcı, hiçbir ortaklaşmacı eyleme merhabası olmayan, aynı sırayı paylaştığı kişiyi başarı için harcamayı erdem düzeyine taşımış zihinler üretildiğini ölçmek için güncellenmiştir. Thorndike ve arkadaşları, bu testin amaçlarını şöyle belirlemişlerdir:

• zihinsel engelli öğrencilerle belirli bir öğrenme güçlüğü olan öğrencileri ayırmak

• eğitimci ve psikologların, bazı çocukların okulda niçin öğrenme güçlükleri çektiklerini anlamasına yardımcı olmak

• üstün öğrencileri ayırt etmeyi sağlamak

• bireylerin bilişsel becerilerini izlemek

İkinci yaygın kullanılan test, WISC-R (Weshler Intelligence Scale for Children/ Weschler’in Çocuklar için Zeka Ölçeği- Düzeltilmiş)’dir.

Bu testlere ve diğerlerine yaygın olarak yapılan meslek-içi eleştiriler, testin uygulandığı kişilerin sosyokültürel koşullarının ihmal edildiği üzerinedir. Bu eleştiri, testlerin arkasındaki ideolojik yük görülmediğinden ya da eleştiriyi yapanlar da aynı ideolojik dertten mustarip olduklarından, uygulayıcının deneyimi ile çözülebilecek bir sorun olarak tartışılmaktadır.

Gerçekte, Batı dünyasının hayata kakmaya çalıştığı zeka ölçütleri ile, dünyanın dörtte üçünde yaşayanların olumladığı bilişsel yetiler arasında fark değil uçurum vardır. Nasıl ki Antik Yunan kölelerin emeğinin üzerinde yükselmiş ve Aristoteles bile köle-efendi ayrımını, dolayısıyla köleliği meşru gören bir zihni terk edememiş, köleliği handiyse bazı insanların doğasına içkin bir özellik olarak tartışmışsa, zeka testlerinin meşrulaştırmaya çalıştığı eşitsizlik; mesela “üstün öğrencileri ayırt etmek”, Burjuva kültürüne ve onun rafine ideolojisi olan liberalizme de içkin olan benzer bir meşrulaştırma hamlesidir. Buna göre, modern köleler olan emekçilerin durumu onların biyogenetik-bilişsel yetersizliklerinden doğan yazgılarıdır. Geçmişin liberalleri, neoliberaller kadar cesur değillerdi, çünkü sosyalizm, yoksulların önünde güçlü bir yaşam modeli, dahası devlet modeli olarak varlığını sürdürüyordu. Mesela, yoksulların zeka özürlü olduklarını, bu yüzden yoksulluğa mahkum olduklarını ve onların çocuklarının da aptallıkla damgalı genetik özellikleri sebebiyle bu yazgıyı paylaşacaklarını, ya da, dünya nimetine el koyan mutlu azınlığın çocuklarının daha zeki oldukları, bu yüzden bu mirası hakettikleri, ya da, önünde sonunda, antik çağların mirası olan barbar-uygar ayrımına denk gelen bir şekilde, uygarların, yani Batı kültürünün taşıyıcısı olanların zeki, bu kültür çevreninin dışında kalanların daha düşük zekalı oldukları savlarını bu cesaretle, görünür bir faşizm hüküm sürmedikçe söyleyemiyorlardı. İçlerinden söyleyenler olsa da, enstitüleriyle, üniversiteleriyle, gazeteleriyle, televizyonlarıyla bu denli hızlı ve arsızca dolaşıma sokamıyorlardı. Bugün meydan boş gibi davranmaktalar. Tam bir arsızlık içindeler.

Bilinen şudur; zeka testlerinin yeniden popülerleşmesiyle, neoliberalizmin yükselişi arasında bağ vardır. 80’li yılların ortalarından beri birçok yeni zeka testi yapılandırıldı ya da eskiler günün ihtiyacına göre yenilendi. Zeka testleri, sanıldığı gibi en sık kliniklerde kullanılmadı. Kullanıldığı üç temel alan vardı, hala da öyle: eğitim, ordu ve iş yaşamı.

Eğitimde. Yani çocuklarımızın akıllarının, değerler sistemimizden kopartılıp yeniden yoğrulması sürecine gerekçeler üretmede.

Orduda. Yani kimlerin cephede hangi mevzide yer alacağını belirlemede ve de aslında yoksulların ölüm fermanı niyetine.

İş yaşamında. Yani işe alınmadan önce yeterince yoğrulup yoğrulmadığınızın bir daha sınanmasında.

Tüm bunlarla birlikte, Almanya’da yapılan ve Türklerin, yoksulların ve eski Sovyet topraklarından göç etmiş insanların zeka düzeylerinin düşük olduğunu sözüm ona kanıtlayan sonuçları, “iyi” Almanların yaptığı gibi, “aptal tartışma” deyip gülüp geçecek miyiz? “Kötü” Almanımız Profesör Weiss, itiraz geldiğinde, yok ben tüm Türkleri kastetmedim, genelleme yapmadım türünden abuk sabuk bir savunmayla, yapılanın tam bir ideolojik saldırı olduğunu, ırkçılık olduğunu bir daha gösteriyor. Sanki genelleme olanaklarını araştırmayan bilimsel bir çalışma olanaklıymış gibi… Profesörün sözlerindeki anahtar cümle Berlin ile ilgili olan. Ne diyor Profesör: “Tüm Avrupa ülkelerinin başkentlerinde zeka düzeyi ortalaması 100’ün üzerinde, sadece Berlin’de 100’ün altında. Bu da buradaki Türk çocuklarından kaynaklanıyor.” Zeka testlerinin asıl işlevi tam da bu ötekileştirme, ayrım çizme, o benden değil demekle gerçekleşiyor. Giderek bu, kendi yetersizliklerini ötekinin varlığıyla gerekçelendirmeye uzanıyor ve orada artık “iyiler” ve “kötülerin” savaşı, yani faşizmin ayak sesleri duyulmaya başlıyor. Bizim iyi ya da kötü Almanlarımız yok, çünkü zekamızın iyi polislere ya da kötü polislere ihtiyacı yok. Dünyanın tüm sevgili halkları gibi, yüzyıllar içinde oluşmuş özelliklerimizden, yeteneklerimizden, zaaflarımızdan haberliyiz ve biliyoruz ki, bütün bunların içine doğduk, içinde yaşıyoruz ve bu sosyokültürel auradaki hüznümüzden, sevincimizden memnunuz.

Şöyle de diyebiliriz; Nazım’ın deyişiyle Büyük insanlık’ın evlatlarının bu zeka testlerinden düşük sonuçlar alması, akıllarının bu testleri pazarlayanların değer ve düşünme sistemlerince paketlenemediğinin en güzel göstergesidir, sevinçtir. Dünyanın neresinde bir direniş varsa, o direnişin bir anlamı da o testlerdeki zekanın bir parçası olmama mücadelesidir. Çünkü…

Çünkü, akıl başkadır.

Bundan iki yıl önce kızım ikinci sınıftayken okulunu ziyarete gitmiştim. Öğretmeni sağolsun sınıfa davet etti. Oturdum kızımın yanına dersi izliyorum. Matematik. Öğretmen soruyor. Çocuklar önce problemi deftere geçiriyorlar, sonra belirli bir sürede çözüyorlar ve sonra karatahtada çözmek için parmak kaldırıyorlar. Çaprazımızda oturan bir çocuk, diğerleri çözüme geçmişken hala soruyu yazmakla uğraşıyor ve nedense ben onun pırıl pırıl çabasına takılıyorum. Yani yıllar sonra döndüğüm bu ilkokul sırasından müthiş bir ders alarak kalkacağımdan henüz haberli değilim. Öğretmen yeni bir soruya geçiyor: “Benim on tane kalemim vardı. Dördünü kullandım. İkisini arkadaşıma verdim. Geride kaç tane kalemim kaldı?” Aynı çocuk soruyu henüz defterine geçirmeden parmak kaldırıyor. Şaşırıyorum. Sanırım öğretmen de şaşırıyor. Söz veriyor. Çocuk, tüm matematik sorularında, tüm zeka testlerinde eksik olanı tamamlayan yeni bir soruyu öğretmene soruyor:

“Öğretmenim iki kalemi hangi arkadaşınıza verdiniz?”

O an düşünüyorum, hayat bu çocuğu psikiyatristlerden korusun!

Psikologlardan da…

Bu soruya kıymet biçmeyen öğretmenlerden de…

Bir çoğu zeka testi aşığı haline gelmiş ve çocuğunun en zeki çocuk olduğunu öğrenmenin peşindeki ebeveynlerden de…

Borsacıların, paranın şah vezir olduğu şu kara günlerden de…

Korusun ki, dünyanın en güzel sorularından biri ziyan olmasın.

Psikiyatri ve Psikolojinin İdeolojik Kullanımına Dair İki Deneme
Cemal Dindar – Bilim ve Ütopya, Temmuz –Eylül’2005

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version