Ana Sayfa Felsefe Ölüm, yaşamın bir başka aşaması mı? Ölüm ve Felsefe – Geoffrey Scarre

Ölüm, yaşamın bir başka aşaması mı? Ölüm ve Felsefe – Geoffrey Scarre

Filozofların, ölümle yüzleşme konusunda epeyce yazmış olmalarına karşın, ölme üzerine pek bir şey söylememiş olmaları dikkate değerdir. Bunun nedeni muhtemelen ölümle yüzleşmede tutumların önem taşıması ve bu nedenle normatif yargı konusu olması, ölmenin ise genellikle salt fiziksel veya zihinsel bir çöküş ya da felsefenin dikkatini pek gerektirmeyen bir süreç olarak görülmesidir. Ama bu, Allan Kellehear’ın kitabın giriş bölümünün ilk sayfasında bize anımsattığı üzere, darkafalı bir bakıştır, çünkü ölme aynı zamanda “toplumsal yaşamın ve deneyimin tikel bir biçimi”dir ve filozoflar da Aristoteles’in “sosyal hayvan”nın  var oluşuyla ilgili her şeye geleneksel olarak ilgi göstermişlerdir. Heidegger’in vurguladığı gibi, kimsenin benim yerime ölemeyeceği doğru olsa bile, başkaları benim ölmeme bir anlamda ortak olabilir. Gerçekten de ölme sürecinde yer alan toplumsal ilişkilerin yeniden müzakeresi ve düzenlenmesinin, ölmenin yan öğeleri olarak değil, onun kısmen kurucu öğeleri olarak ele alınması daha makul olabilir. Ölürken sık sık başkalarıyla yaşamanın yeni yollarım öğrenmek zorunda kalırız; bireyin Azrail veya Korkuların Kralı ile karşılaşmasına odaklanmış filozoflar tarafından belki de unutulmuş veya yeterince düşünülmemiş bir gerçektir bu. Ölme ölümü bekleme odası olsa da, bizim tek başımıza işgal ettiğimiz bir alan değildir.

Filozofların ölme üzerine yer yer dile getirdikleri bazı görüşlerinse, kafalarda belirsizlikler doğurması bakımından yararlılığı tartışmalıdır. Örneğin yaşamanın ölümcül bir koşul olduğu yolundaki o zayıf nükte, Montaigne’in şu fikrinde yankısını bulur: “Canlıyken ölüsünüzdür. … Ya da isterseniz şöyle söyleyelim: Ölümden sonra ölüsünüz, ama yaşarken ölmektesiniz.” . Fakat kimi zaman ortaya konulduğu gibi, insanın “doğduğu günden itibaren ölmekte” olduğu da yanlıştır. Doğa, önce biraz büyümemizi emreder ve her ne kadar Montaigne “doğduğunuz günden başlayarak yolunuz yaşama olduğu kadar ölüme de çıkar” derken haklı olsa da , ölme sürecinin tüm bir yaşam süresine eşit olduğu anlamına gelmez bu. Er ya da geç ölüme varsa da, yaşlanma ile ölmeyi de birbirine karıştırmamak gerekir. Fizyolojik bakımdan yaşlanma tam olarak, yaşça büyüme beden hücrelerinin yenilendiği doğal süreç içinde eski hücrelerin daha zayıf ve daha etkisiz kopyalarıyla yer değiştirmeleri sonucu gerçekleşmektedir. Yaşlanmaya fiziksel gerileme de dahil olsa bile, bu gerileme süreci kişinin ölmekte olduğu söylenebilecek zaman gelinceye kadar çok uzun süre boyunca devam edebilir. Ölümlü canlılar ölmeye yazgılı olabilir, ama ölümlü olmak, ölmekte olmak anlamına gelmez.

Her zaman ölmekte olmasak da, kişinin ölme sürecinin ne zaman başladığı çoğunlukla net değildir. Sözgelimi, kötü niyetli ve ölümcül bir tümörün, belirti göstermeksizin bedenine epey zarar verdiği birini düşünün. Bu kişinin kansere yakalanma başladıktan itibaren mi, belirtilerin görünmesinden itibaren mi, belirtilerin iyice ağırlaşmasından ya da doktor tarafından durumun umutsuz olduğu söylenmesinden itibaren mi, yoksa fizyolojik işlevler nihai olarak durmaya başladıktan itibaren mi ölmekte olduğunu söylememiz gerekir? Bunlara verilecek yanıtların hiçbiri bütünüyle doğru veya yanlış değildir. (Benzer biçimde, AIDS’ten ölme başlamadan önce on yıl boyunca HIV ile yaşamış birisi için de apaçık bir doğru yanıt yoktur). Bunun nedeni ölmenin tam olarak ne zaman başladığını belirleme konusundaki epistemolojik güçlükler dağidir; mesele, “ölme” kelimesinin hangi koşullarda kullanılacağına dair kesin biçimde tanımlanmış ama uygulaması zor kıstaslarımız bulunması değil, daha ziyade böyle kıstasların bulunmamasıdır. Kavramsal bir dağınıklıktan veya dilsel bir tembellikten kaynaklanmayan bu durum da, daha çok tıbbi olduğu kadar toplumsal ve varoluşsal bir durum olarak ölme statüsünün taşıdığı çoğul anlamların bir yansımasıdır. Ayrıca bu anlamların peşinden koşup onları sözlük hazırlayıcılarının pek sevdiği tarzda kesin bir tanımın içine sıkıştırmak da pek mümkün değildir. Uygulamada “ölme” sözcüğünü kullanırken bize yol gösteren şey, gerekli ve yeterli koşullan kesin biçimde teşhis edebilmemiz değil, bir kısmı tartışmaya açık olan paradigmalar, modeller ve çarpıcı örnekler yelpazesidir.

ÖLME: BAZI KÜÇÜK PARADOKSLAR

Ölmeyi ölümün peşrevi olarak tanımlamaya kimsenin itiraz etmeyeceği düşünülebilir. Ama ölüm ile ölme arasındaki ilişkiler ilk bakışta düşündüğümüzden çok daha karmaşık olup, bu görünüşte tartışılmaz önermeye bile biraz temkinli yaklaşmak gerekebilir. Ölmeye yakından baktığımızda, şaşırtıcı olabilecek bir dizi özelliğin var olduğunu fark edebiliriz. Bunları ölmeye ilişkin “küçük paradokslar” olarak adlandıracağım ve bunlardan üç tanesini kısaca ele alacağım.

Başlarken, ölümün, küçük paradoks olarak adlandırmak abartılı olsa bile yine de kaşların kalkmasına neden olacak bir özelliğini ele alalım. Montaigne yaşamanın ölme olduğunu ileri sürmüş olabilir, ama gerçekte tersi doğrudur: Ölme yaşamanın bir biçimi ya da aşamasıdır. ölüm yaşamın karşıtıyken ölme yaşamanın karşıtı değildir. ölme sürecinde olmamız için yaşıyor olmamız gerekir ve ölmeyi ancak öldüğümüzde tamamlamış oluruz. Ölme sürecindeki insanın hala yapacak birçok şeyi vardır ve bunların bazıları daha önce yapılmamış ya da iyi yapılmamış olabilir. Ölmekte olan bir kadın kendisi, komşuları veya Tanrı’yla barışmak isteyebilir. Ayrıca alıştığı etkinlikler ve bağlarından giderek kopuşunu, yaşamdan gönülsüz ve hüzünlü bir “eleğini duvara asma” olarak olumsuz biçimde değil, işlerini bir yere bağlayıp tamamlama fırsatı olarak görebilir. Kuşkusuz ölmekte olan her insanın bu tür fırsattan yoktur: Alzheimer hastası veya ağır sakinleştiriciyle ölme sürecine girmiş bir hasta, özerk bir özne olarak tüm statüsünü ya da çoğunu kaybetmiştir. Kendi biyografisini yazma imkanını yitirmiş olsa bile biyografisi yine de sürmektedir.

Ölmeye ilişkin birinci küçük paradoks şudur: Ölüm evrenselken ölme evrensel değildir. Doğrudur, bir açıdan bakıldığında bu bütünüyle yanlış görünebilir. Haklı olarak, “insan ölme olmaksızın nasıl ölebilir?” diye sorulabilir. Buna verilecek ilk ve apaçık yanıt, bunun mümkün olmadığıdır. “Ahirete intikal etmek” olarak anlaşıldığı sürece ölme hepimizin başına gelecek bir şeydir. Ama bir de ölmeyi bu kitabın yazarlarının ele aldığı anlamda, yani yaşamı sonlandıran bir olay olarak değil, kişilerin bu kitabın editörünce “ölme davranışları” diye adlandırılan davranışları sergilediği, yaşamın uzatılmış bir evresi olarak düşünün. Herkesin yaşamı bu tür bir evreyle sona ermez. Sapasağlam bir kişi aniden kalp krizi, kaza veya bomba patlaması sonucu öldüğünde, bu anlamda bir ölme süreci geçirmez.

Böyle bir insan, insan deneyiminin bu ortak aşamasını atladığı için talihli midir, talihsiz midir? Ölümün aniliği, zamansız gelmesi karşısında bir parça teselli olabilir mi? Ne de olsa ölme, acı verici, ürkütücü, hatta dehşet verici bir deneyim olabilir ve böyle deneyimlerden kaçmak doğaldır. Kardinal Newman’ın The Dream of Gerontius adlı Şiirinde ölmekte olan kişi giderek kendini kaybetme duygusunun verdiği şoku canlı biçimde ifade eder:

Bu en deruni ve tuhaf ayrılış

Her bir parçanın boşalıp gitmesi

Ve beni dönüştürecek olan doğanın kudreti

Gerontius için fiziksel olanı da aşan,

Dayanması en güç varoluşsa! acı ise,

Acı çekmekten de beter, bu enkaz hissi,

Bu zorbaca hükümsüzlük ve çöküş hali

Ayırıyor beni insan kılan her şeyden;

Sanki kıyısındayım baş döndürücü bir uçurumun

Eğilip sonsuz derinliğe bakıyorum

(Newman, 1866)

Tevekkeli değil, Gerontius “dehşet ve ürküntüyle kendinden geçmişti” (Newman). Ama acaba Gerontius daha diri bir döneminde, sağlığı makul bir düzeydeyken ani ve beklenmedik bir beyin kanamasıyla vefat etse daha mı iyi olurdu? Ölme süreci olmayan ölüm daha iyi ve zavallı Gerontius ün zihnini derinden sarmalamış o varoluşsal ürpertiden kaçabileceği bir çıkış yolu olarak görünebilir. Yine de öngörülmemiş, ani ölümün bile olumsuz bir yanı vardır ve insanı hayat üzerine derin düşüncelere dalıp kendi yaşamını tartma şansından yoksun bıraktığı gibi, bütün toplumsal ilişkilerini de hoyratça ve ansızın bitiriverir. Bu nedenle pek çok insan, beraberinde getirdiği bütün o acılar, korkular ve üzüntüler pahasına bile olsa, ani bir ölümle değil Gerontius gibi kendi yatağında ve ağır bir kapanış evresiyle ölme şansı olmasını tercih etmektedir. İlginçtir, ölümün oraklı bir figürle kişiselleştirilmesi ani ya da en ufak bir zaman bile almamış ölümler bağlamında son derece yaygındır; bu tür ölümlerde nasıl öldüğümüze ilişkin kişisel kontrol unsuru yoktur veya çok azdır (hatta intiharlarda bile kişinin kendi orağını savurduğu söylenebilir). Ölmesiz ölüm bizi pek çok zihinsel ve duygusal ıstıraptan kurtarma meziyetine sahip olabilir, ama geride kalanlar için çok daha sarsıcıdır ve değişen koşulumuza göre kendi ahlaki, manevi ve toplumsal ayarlamalarımızı yapmamızı önlemek gibi katbekat ağır basan zaafları da bulunmaktadır.

Dahası, ölme her zaman Gerontius için olduğu kadar dehşet uyandırıcı değildir (gerçi Newman onu muhtemelen

Herkes yerine koyarak düşünmüştü). Kellehear’ın kaydettiğine göre, “ölme travmatik veya korkutucu olabilir, ama [başka insanlar için] aşkınlık, içgörü ve huzur getirdiğine ilişkin aktarımlar da vardır” . Seneca ölme sürecindeki insanların çoğunun kendilerini sakin hissettiklerini, çünkü “arzularına galebe çalmış ve onları geride bırakmış” olduklarını düşünmektedir. Bu oldukça olumsuz bir tatmin kaynağı, hala gerçekleştirmek istenen arzulara sahip olmaya kıyasla bir pis aller [son çare] gibi görünebilir (üstelik, ölmekte olan bir insan hiç değilse görece acısız bir ölüm arzusuna sahip olduğuna göre, tüm arzularını aşmış olması gibi bir durum da muhtemel değildir). Ama Seneca gerek içsel gerek dışsal isteklerden kurtulmuş olmanın verdiği rahatlık duygusuna dikkat çekerken haklıydı, zira bu rahatlık (bir yarışın bitiş çizgisindeki koşucuya benzer biçimde) bir kişide yolun sonuna gelmiş olunmasının yegane tesellisi olabilir.

Ölmeye ilişkin ikinci paradoks, ölmenin ölümle bitmek zorunda olmayışıdır. Bunu derken, ölümcül bir koşul nedeniyle ölmekte olan kişinin, en sonunda başka bir şeyden ölmesi (örneğin ölümcül bir kanser hastasının kafasına tuğla düşüp ölmesi) gibi bariz ve önemsiz bir noktayı kastetmiyorum. Daha ilginç bir gözleme göre, ölme bazen yalnızca kişinin basit bir doğrusal ilerleyişle çökmekten ziyade, “sağlık ve hastalık, kötüleşme ve iyileşme döngüleri”ni yaşadığı  bir “salınım” süreci olarak gerçekleşmekle kalmamakta, aksine bütünüyle kesintiye bile uğrayabilmektedir. Bir düşünelim: Yüzme bilmeyen Jim, düştüğü gölde tam boğulmak üzereyken yardımına koşan atletik John tarafından kurtarılır. Boğulmak, kabul etmek gerekir ki, bir ölme tarzıdır. Dolayısıyla burada, Jim’in ölmek üzere olduğu, ama nihayetinde ölmediği sonucuna varabiliriz. Elbette, Jim’in kurtarılmadan önce yaşamsal işlevleri ciddi biçimde azalmakta olsa bile, sözcüğün tam anlamıyla ölme halinde sayılamayacağı, çünkü John’un yardımıyla yaşamının kurtulduğu söylenerek yukarıdaki önermeye itiraz edilebilir;

Bunun yerine Jim’in gerçekten boğulmaktan ziyade akut bir boğulma tehlikesi geçirdiğinin söylenmesi daha doğru bulunabilir. Ama bu yanlıştır, çünkü Jim’in boğulma vakası daha tamamına ermemişken, John’un müdahalesine kadar boğularak ölme süreci pekala gerçekleşmekteydi. (Yani John arzı endam etmeseydi, Jim’in gerçekten boğulmayıp sadece boğulma tehlikesi geçirdiğini söyleme rahatlığını kendimizde bulamayacaktık).1 Veya kanserden ölmekte olan Sue adında bir kadının hayatının yeni keşfedilen mucize bir ilaçla kurtulduğunu düşünün. Onun durumunu bir başka kanser hastası olan Sid ile kıyaslayabiliriz: Sid’in hastalığı da tıpkı Sue’ninki gibi ilerlemiş, ama ilacı kullanamayıp kısa süre içinde ölmüştür. Sue hastalığın o ileri aşamasında ve ilacı kullanmadan önce, yani o zamana dek koşullarının ve geleceklerinin Sid ile tıpatıp aynı olduğu düşünülürse; aslında Sue’nun değil de yalnızca Sid’in ölme sürecinde olduğunu söylemek pek de akla yatkın olmaz.

Ölmeye ilişkin değineceğim üçüncü ve son paradoks ise ölmenin insan için birden fazla kez gerçekleşebilmesidir. Bu paradoks aslında İkincisinin doğal sonucudur. Jim ve Sue için ölme süreci başka bir vakayla geri dönecek şekilde ertelenmiş olmakla kalmayıp (bu da bir tür “salınım” olarak kabul edilebilir), bütünüyle iptal olmuştur. Varsayalım, yıllar sonra Jim bu kez iyileştirilemeyecek bir kansere, Sue da ölümcül bir kalp hastalığına yakalansın. Bu durumda ikisi de farklı ve özdeş olmayan ölme hadiseleri yaşamış olacaktır. Bundan da, insan yalnızca bir kez öldüğüne göre, birden fazla kez ölmekte olamaz sonucu çıkmaz; aksine, talihsiz bir birey birden fazla ölme deneyimi geçirebilir, ama bunlardan yalnızca sonuncusu ölümle biter. (Shakespeare’in Brütüs için söylediği gibi, korkakların “ölümlerinden önce pek çok kez ölmeleri” yalnızca mecazidir, ama yine de ölümlerinden önce ölmeyle birkaç kez karşılaşanlar yalnızca korkaklar değildir.) Dikkat edilirse, Sue’nun kanserli durumu birkaç yıl sonra yinelese ve bu kez gerçekten de ölümcül olsa, bunu ertelenmiş bir ölme sürecinin geri dönüşü olarak değil, bir ölme koşulunun yinelenmesi olarak tanımlamak daha mantıklı olacaktır.

Ölmeye ilişkin bu “küçük paradoksları” bir cümlede toparlarsak: Ölme yaşamanın bir biçimi ya da evresi olmakla birlikte, herkesin yaşam öyküsünde yer almazken, bazılarındaysa birden fazla kez gerçekleşebilir ve ölüm son demek olduğu halde, ölme her zaman için sonun başlangıcı olmayabilir.

ÖLMENİN FARKLI YÜZLERİ

“Küçük paradokslardan” çıkarabileceğimiz mesellerden biri, ölmenin bazı yaşamlar için diğerlerinden çok daha anlamlı bir deneyim evresi olduğudur. Daha önce yaşamını tehdit eden bir durum yaşamamış ve felç, otomobil kazası ya da bomba patlaması sonucunda aniden ölen bir kişi, hiçbir ölme deneyimi geçirmemiş demektir. Bu örnekte ölme değil, yalnızca ölüm vardır, denilebilir. Son günlerini komada geçiren bir kimse, kendisi bunun farkında olmasa bile ölme halinde olabilir; bu durumda da ölme onun birinci tekil şahıs öyküsünün parçası değildir; çünkü mümkün olsa ifade edeceği herhangi bir otobiyografi anlatısında yer alamaz. Bunun tersine, ölme halinde ve bilinci yerinde olduğu halde, ölmekte olduğunun bilincinde olmayan kişiler de kuşkusuz olabilir.

Bazen de kişi, ölme sürecine geçmek üzere olduğunu önceden bilebilir. lan McEwan’ın Kefaret adlı romanında yetmiş yedi yaşındaki Briony Tallis’e doktoru vasküler bunamanın ilk aşamalarında olduğunu söyler. Ama Briony, kendini de şaşırtacak biçimde, bu haberle yıkılmak yerine sevince boğulur; yaşamında daha öncekilerden oldukça farklı bir evreye girmekte oluşu onu heyecanlandırmıştır. Ama nesnel olarak, yapılan teşhisin korkutucu olduğunun farkındadır. Beyni artık hiçbir şey anımsamayacak, kimseyi, hatta kendisini bile tanımayacak hale gelinceye kadar yavaş yavaş kapanacak ve geçmişi bembeyaz olacaktır: “Telefon numaram, adresim, adım ve hayatım boyunca yaptıklarımın tümü uçup gidecek.” ölmeye başladığının farkında olan Briony ölmenin “yavaş yavaş bilmezliğe gömülme” biçiminde tezahür edeceğini anlamıştır (McEwan,).

Briony Tallis için ölme hem bir yolculuk hem bir dönüşüm, yaşayan birinden ölü biri olmaya geçiş, ama daha da önemlisi, benliğinin ağır ağır tükenmesidir. Onun durumundaki gibi, benlik beden ölmeden önce yok olduğunda, ölme ölümün kendisinden çok daha korkunç ya da en azından daha önemli bir son gibi düşünülebilir. Kısa süre önce katıldığım bir cenaze töreninde, merhum Alzheimer hastasının oğlu bana şunu demişti: “Öldüğünde çok da üzülmedik, çünkü tanıdığımız kişi olarak annemi uzun süre önce kaybetmiştik.” Yine de ölmekte olanın günlük bakımını üstlenenler açısından bu öykü perde kapanana kadar bitmeyecektir; insanın kendine özgü nitelikleri kaybolduktan sonra bile fiziksel kalıbın beslenmesi, temizlenmesi, giydirilmesi ve mümkün olduğunca rahat tutulması gerekir. İşin ironik yanı, ölmekte olan bir insanın daha önce kendi başına yerine getirdiği işlevleri üstlenen, ona bakanların kendileri, orada benliğin imhasına (çok iyi niyetlerle hareket ediyor olsalar bile) katkıda bulunurlar, çünkü onun kendi işlerini çekip çevirmekten aciz olduğunu vurgulamış olurlar. Ölmekte olan kişi, kendisinin yerine başkalarının failliğinin devreye girdiğini fark ederse, buna çok karmaşık duygularla yanıt verebilir: İşin içine minnettarlık ve rahatlama, kızgınlık ve içerleme duygulan girebilir, hatta kendisinin bu alınganlığından utanma bile söz konusu olabilir (“nasıl berbat biriyim ki, insanlar bana bu kadar nazik davranırken ben böyle hissediyorum”).

Ölme biçimleri nasıl çok ve çeşidiyse, Kellehear’ın dikkat çektiği üzere, ampirik yazında ima ya da işaret edilen teorik modeller de aynı şekildedir. Burada tartışmak için seçilmiş yedi izlek (kişisel kontrol olarak, yolculuk olarak, ölüm ile yaşam arasında salınım olarak, kopuş olarak, çöküş olarak, bir toplumsal alıkonmuşluk biçimi olarak ve dönüşüm/aşkınlık olarak ölme izlekleri) bir bütün halinde hem bu olguların karmaşıklığını hem de bugün onu anlama çabalarının zenginliğini göstermektedir. İnsanlar yalnızca farklı biçimlerde ölmekle kalmaz, ölme üzerine görüşler de aynı şekilde, geniş bir kültürel, teorik, felsefi, dini, edebi ve pratik yaklaşım yelpazesini temsil edecek çeşitlilik gösterir. Apaçık ortada olsa bile şunu vurgulamak yararlıdır: İster tıp, ister psikoloji, ister sosyoloji, ister hasta bakım araştırmaları olsun, hiçbir akademik disiplin tek başına ölmeye ilişkin içgörüler konusunda diğerlerine yalnızca dipnotlarında yer verecek denli tekele sahip değildir. Ölme, en kusursuzundan çok disiplinli çalışma gerektiren bir konudur.

Ama bu kadar karmaşık olabilecek izlekler ve paradigmalar yığını artı tıp, psikoloji, sosyoloji, antropoloji ya da diğer disiplinlere dair incelemelerin ürettiği ampirik veriler kütlesinin üzerine bir de kişisel veya özel deneyimler, düşünceler, korkular ve umutlar yükleyerek bir bütünlüğe nasıl varılabilir? ölme üzerine sahici bir konuşma olabilir mi, yoksa birbirini bastıran farklı sesler her zaman olacak mıdır? Disiplinlerin sınırlan ötesinde bir söylem kurmayı kolaylaştırmada ve bir ölçüde ortak konu duygusu uyandırmada yararlı olabilecek bir kavram, yaşama dair anlatının içinde bir evre olarak ölme kavramıdır. Briony Tallis ölümünü derinlemesine düşünürken, kendi geçmişi, bugünü ve geleceği arasındaki bağlar üzerine de düşünür, bunama tanısının onu başka bir şey, hatta başka bir kişi için (veya belki de hiç kimse için) olageldiği şeyden “sandalyeye çöreklenmiş, hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey beklemeyen yaşlı bir tavuğa” dönüştüreceğini kurgular (McEwan). Ölme Briony’ye göre var oluşun yalıtık, ayrık bir aşaması değil; anlamını önceki bölümlerin izleklerinin nasıl alındığı ya da atıldığından, nasıl tamamlandığı ya da yadsındığından alan uzun bir hikayenin son bölümüdür.

Ölmenin kendisini önceleyen yaşamla bağlantılı olarak anlaşılması gerektiği aşikar görünebilir, ama ben bunun her zaman böyle yapıldığından kuşkuluyum. Sözgelimi ölme salt klinik veya fizyolojik açıdan ya da bakıcıların bir “sorun”u veya ekonomik sonuçlan olan bir sağlık hizmetini ulaştırma meselesi olarak düşünüldüğünde, ölmenin “biyografik bağlamı”nın bütünüyle gözden yitip gitme tehlikesi vardır. Kuşkusuz ölmekte olan bir hastanın yaşamını kurtarma uğruna mücadele eden bir cerrah, o dönemeçte, hastamın yaşam öyküsüyle değil, fizyolojisiyle bağ kurmak zorundadır. Ama doktor ameliyat odasının dışına çıktığında insanların yaşamlarının neden kurtarılmaya değer olduğu, neden daha geç bir ölümün (genelde) erken bir ölümden daha iyi olduğu üzerine kafa yormak için zaman harcayabilir. Yaşamı yapısal ve anlatışa! terimlerle düşünmek, mesleğin kaçınılmaz olarak getirdiği ve ölme sürecindeki kişiyi çökmekte olan fiziksel bir mekanizma veya yatakları işgal eden, ekonomik olarak üretimsiz birimler ya da Alzheimer vakaları ve toplumsal olarak sorumlu olduğumuz nesneler biçiminde temsil eden soyutlamalara karşı değerli bir denge oluşturabilir. “İyi yolculuklar!” Briony’nin, kendisi için ironik dileği budur. Ölme süreciyle ilgilenen meslek gruplan arasında karşılıklı iletişimin yaratacağı aydınlanma, ölmeyi yaşamın içinde pek çok tıbbi, fizyolojik, toplumsal, varoluşsal ve dini yön barındıran bir yolculuk evresi olarak değerlendirecek bir birikim oluşturmada yararlı içgörüler sağlayabilir.

ÖLME: ANLATI PERSPEKTİFİ

Anlatıyı bir edebi tür olarak açıklama diye tanımlamak mümkündür (Velleman, 2003:1). Biri bize, “neden işinden istifa ettin/neden köpeği tekmeledin/neden Londra’ya gittin/neden Smith’e hakaret ettin?” diye sorsa, eylemimizi bir bağlama oturtarak yanıt veririz: “Patronun hoyratlığından gına gelmişti/köpek sosisleri çalmıştı/son gösteriyi izlemek istiyordum/önce Smith bana hakaret etti”. Ardından da bu bağlamı gerektiği ya da ilgilendirdiği kadar ayrıntılandırabiliriz. Anlatı her zaman olayların basit bir kronolojik aktarımından (“önce X oldu, ardından Y”) daha fazlası olmuştur; aynı şekilde, anlatı neden-sonuç silsilesinin (X oldu, o yüzden de Y oldu) yalın bir kaydı olmaktan da fazlasıdır. Anlatılar normalde dilek öğeleri ve teleolojik öğeler barındırır: Eylemlerimizi doğuran ve yönlendiren arzulara ya da amaçlara gönderme yapar. Kolumu neden kaldırdığım sorulsa, bir sineği kovmak veya gözümü güneşten korumak istediğim yanıtını veririm; Aristoteles’in dilinde, eylemimin “etkin” (kolumu yukarı kaldırmamı sağlayan çeşitli kas hareketlerini) değil, “nihai” nedenini belirtirim.

Anlatının teleolojik yönü, tüm yaşamları anlamsal terimlerle düşündüğümüzde özel bir ilgiyi hak eder. Eylemlerimiz bir amaca yönelmiştir ve rastgele beden hareketlerinden ibaret değildir; biz de özbilince sahip, akli özneler olarak tasarılarımızı ya da taahhütlerimizi tutarlı bir bütün içinde düzenlemeye bakarız (krş. Maclntıyre, 1984: 209). Jeff Malpas’ın deyişiyle: “Yaşamın düzenlenmesi ve birliği özünde o yaşamı oluşturan tasarıların düzenlenmesi ve birliğidir; o tasarıların yaşam olarak anlaşılabilecek daha büyük bir tasarının parçalan olarak: bütünleştirilmeleridir” (1998: 1267). “Belli türde bir anlatısal öykü, insan eylemlerini çizmede başvurulan temel ve asıl türdür” fikrinin önemli savunucularından olan Alasdair Maclntyre, yaşanılanınıza dışarıdan bakışımızın aslında ileriye dönük olduğunu ve “herhangi bir geleceğin herhangi bir imgesi tarafından ve de bizim şimdiki zamanda yöneldiğimiz ya da yönelmeyi başaramadığımız bir telos (hedefler ve amaçlar kümesi) biçiminde tezahür eden geleceğin bir imgesi tarafından şekillendirildiğini” kaydeder (Maclntyre, 1984: 208, 215-16). Dolayısıyla, doğal bir kavrayışla kişi kendisini “doğumundan ölümüne kadar süren bir anlatının öznesi” olarak görür (Maclntyre, 1984: 217). (Hatta Gerontius’un yaptığı gibi, kişi bazen anlatının kendi ömrünün ötesine geçeceğini de düşünebilir.)

Yaşamların anlatılarla kıyaslanmasına şu itiraz getirilebilir: Romancıların ya da hikaye anlatıcılarının kendi karakterlerinin kaderleri üzerindeki kontrollerinden farklı olarak, bizlerin kendi yaşamlarımız üzerinde yazar olarak sahip olduğu kontrol tam değildir. Kurmaca dışı dünyada verili olanla yaşamak ve istediğimiz yerden değil, neredeysek oradan başlamak zorundayızdır. Biyografilerimizde biraz esin öğesi varsa da, Walter Mitty’de olduğu gibi bunlar bütünüyle hayal ürünü olmamalıdır. Aynı zamanda herkesin bildiği üzere gerçekliğin öngörülemez olduğu ve Burns’un uyarısındaki gibi evde yapılan en iyi hesapların bile “çarşıya uymayabileceği” gerçeğiyle baş etmek durumundayız. Önemli bir belirsizlik kaynağı da kişisel anlatılarımızın birbirine karmaşık biçimde kenetlenmiş yapılar olmasıdır; bu da bizi diğer insanlarla en iyi uyumu yakalayabilmek için araç ve amaçlarımızı durmadan ayarlamaya iter; kendi yaşamlarımızın yazarlığını, başkalarıyla paylaşırız (ve karşılık olarak biz de onların yaşamlarının yazılmasına katılırız). Bu düşünceler “anlatısal tarih”in insan yaşamını anlamada en uygun tür olduğu iddiasıyla çelişmez, aksine yaşam anlatılarının zorunlu olarak karmaşık inşalar olduğunu, koşullar ışığında sürekli güncelleme ve gözden geçirme gerektirdiğini ortaya koyar. Aynı zamanda bireysel öykülerimizin toplumsal boyutunu, kaçınılmaz biçimde toplumsal ile özel olanın zenginleştirici etkileşimini içerdiğini vurgulamış olur. Münzevilerin tersine, bir topluluğun içinde yaşıyor olmakla kalmayıp kim olduğumuz ve kendimizi nasıl gördüğümüz de büyük oranda toplumun bize yüklediği beklentilere bağımlıdır: Maclntyre buna “üzerimize biçilmiş roller” der (1984: 216).

Benim önerim yinelemek gerekirse ölmeyi yaşamın bir evresi olarak ve yaşamın evrelerini de bir anlatının birbirine bağlanmış kısım ve bölümleri olarak görmenin, ölmenin doğasını ve anlamını belirginleştirip, ölmeye ilişkin çeşitli mesleki bakışlara bir bütünlük kazandırmada yararlı olacağıdır. Bu yaklaşım, ölmeyi inceleyenleri ya da ölmekte olan kişilerin bakımında yer alanları oldukça zorlayan iki farklı at gözlüğü bakışına da panzehir olabilir. Birincisi, “uzman merceği” olarak etiketlenebilecek dar görüştür: Teorik ya da pratik olarak ilgilenilen konuyu yalnızca kendi disiplininin tanıdık çerçevesiyle ve dahası bazen de o disiplinin dışındakilerin konu hakkında söyleyebilecekleri ilgi çekici bir şey olduğuna dair kuşku duyarak görme alışkanlığıdır. (Bu tür mesleki önyargıların en kötü halini şu slogan özetleyebilir “Buraya girmemiş olanlar, siz bu işten vazgeçin.”) Öykünün başka açılardan da ele alınabileceğini, kişinin uzman bakışını, ölmenin doğasına ilişkin geçerli görüş açılarından yalnızca biri olarak kabul etmek, görüyü ve içgörüyü yerli yerine oturtmak için hayati önemdedir.

İlk dar bakış kişinin mesleki bakışını diğerlerinkinden koparmasıyken, İkincisi de ölmeyi, zamansal bağlarının temel önemi, bunun yaşamın evresi olma statüsü göz ardı edilerek insan yaşamının geri kalanından koparmaktır. İki görüşü kıyasladığımızda bu hata diğerinden daha temeldir, çünkü bu hatayı işleyen biri ölmeye dair tatmin edici olmaktan uzak dar bir görüşe sahip olmanın da ötesinde, açık söylemek gerekirse aslında bu konuda en ufak bir fikre bile sahip değildir. Bir kişi bugün ölüyor olabilir, ama geçmişini bilmeden o kişinin kendisi için ya da ailesi, dostları ve tanıdıkları için bunun ne anlama geldiğini kavramaya başlayanlayız. (Önceleyen koşullan bilmeksizin, ancak onun fiziksel durumundaki belirgin özellikleri tarif edebiliriz, o kadar). Bir kişinin ölmekte oluşuna verdiğimiz bilişsel ve duygusal tepkiler, bizim geçmiş ve bugün arasında, özellikle de o kişinin tarihine dahil olmamız sonucu kuracağımız bağların bir işlevidir. (İşte bu nedenle malumu ilam edelim sevdiğimiz birinin ölmesinden, bir yabancının ölmesine kıyasla daha büyük acı duyarız.) Ölmenin böyle zamana göre bağlama dökülmesi hiçbir biçimde üçüncü şahıs bakış açısına özgü değildir. Kişinin kendi ölme deneyimi de benzer biçimde kendi geçmişiyle kurduğu anlatısal bağlar tarafından koşullanmıştır. Mutlu ya da mutsuz, rahat ya da kaygılı, tatminkar ya da tatminsiz, memnun (“yapmak istediklerimi yaptım”) ya da dertli (“şimdi çocuklarıma ne olacak?”) olmak büyük ölçüde öyküsünü ne ölçüde tamamına erdirmiş hissettiğine bağlıdır.

Ölmenin farklı yaşamlar için farklı anlamlan vardır. Daha önce de gördüğümüz üzere, ölme (zamanda uzamış bir evre olarak) bazılarının yaşamlarında hiç görülmezken, bazılarında birden çok kez gerçekleşebilir. Ölme hakkında çok az doğru genelleme vardır. Shakespeare’in Size Nasıl Geliyorsa adlı oyununda, melankolik Jaques insanoğlunun yedi çağını sıralar; bunlar bebeklikte “ağlamak ve kusmak” olarak başlayıp yaşlılıkta “ikinci çocukluk ve unutma” ile biter; bu son evrede insanın “dişi de, gözü de, ağzının tadı da yoktur, hiçbir şeyi yoktur”. Yine de Jaques ve hepimizin bildiği üzere bu varsayılan anlatıdan ayrılan bir sürü durum vardır. Pek çok insanın yaşamı ikinci çocukluğa erişemeden sona ermektedir. Yaşam tüm döngüsünü tamamlayacak kadar uzasa bile, pek çok farklı varoluşsa! karaktere sahip olabilir. Bazı ömürler genelde minör tonda yaşanmış görünür. Bu nedenle ölme üzgün ve karamsar Jaques’a mutlu ve iyimser Rosalind için olduğundan çok farklı görünebilir.

ÖLME VE GEÇMİŞE BAKIŞ

Kişi kısa bir süre sonra öleceğini bildiğinde, Dr. Johnson’ın ünlü gözleminde de belirtildiği gibi, zihnini müthiş biçimde yoğunlaştırabilir. Ama ölmekte olan insanlar her zaman yaşam ve ölüm üzerine derin düşünceler ya da herhangi bir düşünce üretecek kadar bile düzgün bir zihinsel yapı içinde olamayabilir. Ölmekte olan kişi komada şu ya da bu ölçüde bunama halinde olabilir, hatta sakinleştirici ilaçlar nedeniyle derin bir uykuya dalmış halde bulunabilir. Kendi koşullarının bütünüyle bilincinde ve farkında olsa bile tedavisinin acil talepleri ve rutinleri nedeniyle kendi murakabesini yapacak kadar odaklanamayabilir. Kimi zaman, ölmekte olan kişinin başkalarının bilmediği doğrulan elinde tutan ayrıcalıklı bir konumda olduğu düşünülür. Ama Robert Kastenbaum’un dikkat çektiği üzere: “Bilge insanlar yaşamlarının sonlarına yaklaştıklarında bilgece şeyler söyleyebilirken; aptal, sıkıcı ve nevrotik kişilerin karakterlerini koruyup aptalca, sıkıcı ve nevrotik şeyler söylemeleri de mümkündür”. Son sözler her zaman bilge sözler değildir; ayrıca insanlığın durumuna dair yalnızca ölmekte olanın erişebileceği kayda değer içgörüler olduğu da kesin değildir.

Yine de ölme kendi başına bilgelik getirmiyor olsa bile, geçmişe bakışı teşvik eden bir durumdur. Sona yaklaşan her tasan gibi son demlerindeki ömür de gözden geçirilmeyi bekler. Pek çok insanın yaşam anlatısının son bölümü, eylem açısından kısa ama tefekkür bakımından bereketlidir. İnsanlık kendi yaşamının yalnızca baş kişisi ve birinci tekil şahsı olmakla kalmaz, aynı zamanda baş kahraman rolünden geçici olarak sıyrılıp kendi güdülerini, eylemlerini, başarılarını ve başarısızlıklarını az çok nesnel biçimde irdeleyerek eleştirmen rolünü de oynayabilir. Nasıl projeler bitmeye yaklaştığında bir durup eldekilerin muhasebesini yapıyorsak, yaşamımızın da sona yaklaştığına inandığımızda öyle yaparız.

Yaşam anlatısını gözden geçirme itkisi belki bir ölçüde estetik nitelikte olabilir: Ölmekte olan kişi nasıl bir hikayeye sahip olduğunu merak edebilir; bu hikayenin özgün, ilginç, tutarlı, akıcı ve bütünlüklü olduğunu görmeyi umar. Ama bundan da güçlü bir itki, insana özgü o anlam kaygısıdır. Ölmekte olan kişi bir amaç için yaşadığından, değerli amaçlara eriştiğinden, daha iyi olan lehine bir farklılık oluşturabildiğinden emin olmak ister. Eğer buna emin olamazsa, kendine olan saygısını bedeninden önce yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Yalnızca anlamlı amaçlar kovalamış olmak değil, anlatıyı tasarımlara yakınlaştırabilmiş olmak da önemlidir; kişinin sorumluluğu ne kadar az olursa olsun, önemli bir işi tamamlanmamış halde bırakmak zorunda kalmak bile bir tür başarısızlıktır. (Kişi devam eden, çok özneli bir tasarıma katılmışsa, burada önemli olan kendine düşen kısmı tamamlamış olmasıdır.) Ne yazık ki, kişinin kendini bu türde sorgulamaları her zaman istenen sonucu vermez ve işleri yoluna koyacak zamanı giderek daralmış olan ölüm döşeğindeki kişinin sıkıntılarını artırır.

Şuna da belirtmek gerekiyor, burada bahsettiğim, kişinin geçmiş yaşamına yönelik eleştirel bakışı, keyfi anımsamalardan ve yaşlı insanların genelde yaptıkları (ve gençlere özellikle itici ve alakasız görünen) “geçmişte yaşamak”tan farklıdır. Yaşam öykülerinin son bölümünü, bilinci yerinde yaşayan kişiler için eleştirel bir şekilde gözden geçirme uygun bir alıştırma olduğundan dolayı, ölmeyi anlama ve incelemede başvurulan temel izleklere pekala sekizinci olarak eklenebilir. Böyle bir gözden geçirme nasıl bir şekil alırsa alsın, hangi sonuçlara varırsa varsın, bu işi yapan kişinin değerleri ve inançlarına bağlı olduğu apaçık ortadadır. Ölmekte olan kişiyi farklı idealleri olan başkalarının daha olumsuz bakabileceği bir yaşam tatmin edebilir ya da başkalarının çok değer biçeceği başarılardan tatmin olmayabilir. Bazen bir kişi yaşamının ciddi biçimde yoldan saptığı yargısına varabilir, ama bu tutum, yaşamın bütünüyle boşa harcandığı sonucu çıkan alışılmadık ölçüde kasvetli bir geçmişe bakış olacaktır.

Peki ölmekte olan kişinin bu geçmişe bakışı özel bir otorite taşır mı? Varsayalım, ölmekte olan kişi bu gözden geçirme sırasında yaşamının bazı önemli açılardan eksik olduğu sonucuna varıyor. Peki, ama daha önce aklına gelmemiş bu düşüncelere şimdi neden güvensin ki? Yaygın kanı, ölüm döşeğindeki insanların, artık kendilerini aldatmalarına gerek olmadığı için, kendilerine karşı daha dürüst oldukları yönündedir. Bu bana oldukça yanlış geliyor: Eğer tasasız ruhlar olarak ölmek istiyorsak, yapılacak en iyi şey iyice yorganın altına gömülmektir. Yine de hastalıktan yatağa bağımlı kalmış bir insanın, eskiden kuruntu diye bir kenara attığı bütün o rahatsız edici iç fısıltılara ve can sıkıcı kuşkulara artık kulaklarını tıkaması daha güç olabilir. Ölmekte olan kişi başkalarından ya da önceki benliklerinden daha dürüst ya da aydınlanmış olmayabilir, ama şimdi rahatsızlık verici olguların kabulünden onu caydıracak muhtemelen daha az etmen vardır. Fiziksel yetersizlik ve hareket etme imkanının kısıtlı olması da bu kişilere geçmişleri hakkında düşünmek üzere daha fazla zaman sağlar. Yaşam denilen kum saatinde kumların bitmeye başladığını bilmek, daha önce yapılmış işler arasında “gerçekten önemli şeyleri” belirleme çabasına odaklanmayı teşvik edebilir.

Ölme deneyimi sırasında geriye bakışın oynayabileceği arındırıcı rol, ölmekte olan kişiye ilişkin gelmiş geçmiş en büyük edebi tasvir olan Tolstoy’un İvan İlyiç’in Ölümü adlı eserinde canlı biçimde resmedilmiştir. Orta yaşlı bir yargıç olan Ivan İlyiç Golovin perde takarken bir mobilyanın üzerine düşmesi sonucu oluşan bir iç yaralanma nedeniyle yavaşça ve ıstırap çekerek ölmektedir. İşinden ve yoğun toplumsal çevresinden uzaklaşıp yatağa bağlı olarak yaşamak zorunda kalan İvan İlyiç, geçmiş yaşamını düşünürken giderek artan bir mutsuzluk ve kedere kapılır. En büyük rahatsızlığı da, ona daha önce iyi ve anlamlı görünen değerler üzerine düşünürken duymaktadır (Tolstoy): Ayrıca çocukluktan uzaklaşıp şimdiki zamana yaklaştıkça, yaşadığı mutluluklar daha da değersizleşiyor, daha kuşkulu oluyorlardı. (…) Sonra valinin yanında ilk görevi (…) Tekrar iyi anlar başlamıştı orada: Bir kadını sevmenin anılan vardı orada. Sonra her şey yeniden birbirine karışmıştı, iyi anlar daha da azalmıştı.

Sonra evliliği geldi, “ne büyük bir yanlışlıktı o” ve ardından da “bu ölü, durgun görev, para sıkıntısı ve böyle geçen” yıllar:

Hep birbirinin benzeri yıllar. Giderek daha da ölüleşen dünya. “Düzenli olarak dağdan iniyormuşum da, yukarı çıkıyorum sanıyormuşum sanki. Öyle de oldu işte. Yaşam ayaklarımın altından kayıp giderken, herkes beni yukarı çıkıyorum sanıyormuş.”

İvan İlyiç ’in giderek daha da ıstırap verici bir hal alan derin düşünceleri, Tolstoy’un insan yaşamında gerçekten de sub specie aetemitatis değerinde bir şey olup olmadığı yolundaki kendi orta yaş kuşkularım yansıtmaktadır. Onu bu kozmik karamsarlığında izlememiz gerekmiyor. Yaşamın son bölümünde gerçekleştirilen bu tür gözden geçirmelerin hayatımıza onur ve mutluluk verecek bir şey bulmamızı sağlamaması için hiçbir temel neden yoktur. (Eğer yaşamlarımız evrenin bakış açısından çok önemli görünmüyorsa, bu neden bizi rahatsız etsin; bizim bakış açımız evrenin bakış açısı değil ki? Evrende olup biten neredeyse hiçbir şeyin bizim yaşamımızda bir yeri yok.) Bu tür gözden geçirmelerin çoğu, dürüst biçimde yapılırsa, muhtemelen ortaya iyi ve kötü unsurlarla dolu bir sepet çıkaracaktır. Bununla birlikte, İvan İlyiç’te olduğu gibi karşımıza bazı ufak sürprizler çıkabilir, ama bunların da mutlaka mutsuzluk uyandırması gerekmez. Yaşamdaki son değerlendirmelerimizde öncekileri beklenmedik biçimlerde ele alabiliriz, hatta öncelikleri yeniden değerlendirebiliriz. Bir zamanlar önemli bulduğumuz şeyler artık görece sıradan görünebilirken, başka şeyleriyse yeterince önemsemediğimizi düşünebiliriz.

Ölmekte olan kişi bu tür gözden geçirmelerle ulaştığı yargıların doğru olduğunu nereden bilebilir? Ölme süreci olayları genel olarak fazla karamsar görmemize yol açan bir umutsuzluğu besleyebilir mi? Ölmekte olan kişi, geçmiş beğenilerini ve başarısızlıklarını (genelde İvan İlyiç’inki kadar karanlık olmasa bile) kasvetli bir ışık altında değerlendirmeye teşne olamazlar mı? Belki de çok özel bir yanı olmayan biçimde resmedilen bir yaşamı geride bırakmak daha kolay gelecektir. Bu tür çarpıtılmış bakışlar gerçek tehlikelerdir ve ölme sürecindeki kişi yaşamını gözden geçirirken, bu son durakta yanılmaz olduğu sanısına kapılmamaya dikkat etmelidir. Koşulların doğal olarak uyandırdığı üzüntü sonucu olumsuz bir yargıya kapılmış olabileceği ihtimalini de göz önüne almalıdır. Yine de hatalar yapma korkusuyla geriye bakıştan kapılmamalıdır. Odak noktasına kendini koyamayan insan, kendisi hakkında son bir nesnel değerlendirme yapabilme fırsatını kaçırmış ve dolayısıyla da yaşam anlatısını özünde eksik bırakmış olur.

Prof. Geoffrey Scarre

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version