Ana Sayfa Genel Kültür Lev Nikolayeviç Tolstoy Bir öykü Esirlerin Kaçış Serüveni

Lev Nikolayeviç Tolstoy Bir öykü Esirlerin Kaçış Serüveni

Kafkasya savaşı yıllarında, Jilin adlı bir subay vardı. Jilin birgün evinden bir mektup aldı. İhtiyar annesinin mektubunda şunlar yazıyordu:
“Artık ihtiyarladım sevgili yavrum. Dünya gözüyle seni bir defa daha görmek istiyorum. Buraya gel, sana hakkımı helal edeyim. Sonra da cenazemi kaldırır, görevinin başına dönersin. Hem sana bir kız buldum. Akıllı, uslu, varlıklı, iyi bir kız. Eğer beğenirsen evlenir, sürekli burada kalırsın.
Jilin, bu mektup üzerine düşüncelere daldı. Annesinin durumu gerçekten kötüydü galiba. Bir daha onu göremeyebilirdi. Gitmeliydi. Kız da iyiyse evlenebilirdi.
Bu düşünceler üzerine tümen komutanına gidip izin aldı. Arkadaşlarıyla vedalaştı. Onlara dört gerdel votka bıraktı. Sonra hazırlandı.

O sıralar savaş olduğu için yollardan ne gece ne gündüz rahatça geçilebiliyordu. Eğer bu Rus herhangi bir yerde Tatarlar tarafından yakalanırsa ya öldürülür ya da dağlara götürülürdü. Bunun için haftanın iki günü kaleden kaleye muhafızlar gidiyordu. Bu askerlerin ortasında da halk giderdi.
Günlerden bir yaz günüydü. Tanyerinin ağarmasına doğru muhafızlar yük arabalarını kale dışında toplayarak yola çıktılar. Jilin de onlarla beraber atına binmiş, eşyalarını da mekkare bölüğüne vermişti.
Günde 25 verst yol almaları gerekiyordu. Mekkare bölüğü ise çok ağır gidiyordu. Bazen askerler duruyor, bazen yük arabalarından birinin tekeri fırlıyor, bazen de bir at geride kalıyor, kafile durup onları bekliyordu.
Böyle böyle vakit öğleyi geçmişti ama bölük ancak yolun yarısına varabilmişti. Toz duman, bunaltıcı sıcak, yakıcı bir güneş canından bıktırıyordu insanı. Çırılçıplak bozkırda insanın başını sokacağı, azıcık dinleneceği bir yer de yoktu. Ne küçük bir ağaç, ne de bir çalı.
Jilin biraz ilerleyip durdu. Bölüğün yetişmesini bekledi. O sırada bölük duracağını belirtmek için boru çalıyordu. Jilin: “Acaba onlardan ayrılıp yalnız gitsem nasıl olur? Al-tımdaki at iyi. Tatarlar saldıracak olursa kaçar kurtulurum. Acaba gitsem mi?” diye düşündü.
O böyle düşünürken yanına Kastilin adlı, atlı, tüfekli bir subay geldi ve:
– Jilin gel beraberce çekip gidelim. Gücüm kalmadı. Karnım aç. Üstelik de sıcak. Baksana kan ter içinde kaldım.
Kastilin, iri yarı, şişman, kırmızı yüzlü bir babayiğitti. Gerçekten de çok terlemişti.
Jilin biraz düşünüp:
– Tüfeğin dolu mu? dedi.
– Dolu.
– İyi, öyleyse gidelim. Fakat şimdiden anlaşalım, ayrılmak yok.
Kararı verdikten sonra ilerlemeye başladılar. Bozkırda giderken, konuşuyorlar, etrafa bakmıyorlardı. Ta uzakları görebiliyorlardı. Bozkır bittiğinde, dağların arasına geldiler. Yol oldukça darlaşmıştı.
Jilin ileriye doğru bakarak:
– Dağın iç kısımlarına bir göz atalım. Bunların ne yapacağı belli olmaz. Bakarsın dağdan iniverirler. Göremeyiz bile, deyince Kastilin:
– Canım boşver. Ne gerek var? Gidelim işte, dedi. Jilin onu dinlemedi.
– Yok, yok olmaz. Sen burada bekle, ben şöyle bir bakıp geleyim.
Atını ileri doğru sürdü. Atı da yaman bir attı. Daha tayken ona yüz ruble saymış, ilk olarak kendisi binmişti. At, sahibini her zamanki gibi sarp yollardan uçarcasına geçirdi. Jilin, dağın tepesine vardığında etrafa bakındı. Tam o sırada sekiz on yerde atlı Tatarlar gördü. Otuz kadar vardılar. Jilin geri dönmek istedi âma Tatarlar onu görmüşlerdi. Atlarını Jilin’e doğru sürmeye, tüfeklerini omuzlarından indirmeye başladılar. Jilin bunu görünce, dağdan aşağı doğru sürdü atını. Bir yandan da: “Tüfeğini hazırla!” diye Kastilin’e bağırıyordu. Şöyle diyordu atına:
– Dayan dostum, dayan. Bir yere takılayım deme. Aman gözünü seveyim. Bir sürçtün mü yandık demektir. Hele şu tüfeğin olduğu yere bir varalım. Ölürüm de teslim olmam. Haydi dostum dayan.

Bu arada Kastilin, Jilin’i beklememiş. Tatarları görür görmez kaleye doğru kaçmaya başlamıştı. Kırbacıyla atının bir o yanına bir bu yanına vuruyordu. Ardında bıraktığı toz duman içinde yalnız atının kuyruğunu salladığı görülüyordu.
Jilin işlerin sarpa sardığını anladı. Tüfeğin yanına varmak mümkün değildi artık. Sadece kılıçla da birşey yapamayacağını biliyordu. Kaçmayı düşünerek atını ileri doğru sürdü. O sırada atlı Tatarın yolunu kestiğini gördü. Atı iyi olmasına iyiydi ama Tatarların atları daha yamandı. Üstelik yolunu kesmişlerdi. Kestirmeden gitmeyi düşündü. Geriye dönmek istedi ama at parlamış, gemi dinlemiyordu. Yollarını kesen Tatarların üstüne doğru adeta uçuyordu.
Kırata binmiş, kızıl sakallı bir Tatar eli tüfeğinin tetiğinde, naralar atarak Jilin’e doğru yaklaşıyordu. Jilin kendi kendine:
– Ben sizi bilirim iblisler. Diri ele geçirseniz insana her türlü işkenceyi yaparsınız. Ölürüm de teslim olmam, diyordu.
Jilin iri yarı bir adam değildi ama yürekli biriydi. Çekti kılıcını, sürdü atını kırmızı yüzlü Tatara bakarak: “Ya onu atından alaşağı ederim ya da kılıcımla ikiye bölerim” diye düşünüyordu. Fakat henüz Tatarın yanma varamadan arkadan ateş edip atını yaralamışlardı. At boylu boyunca yere uzanıverdi. Jilin’in bir ayağı atın altında kalmıştı. Kalkmak için çabalıyordu ama iki pis kokulu Tatar yetişip, Jilin’in kollarına basmaya., onu arkaya doğru kıvırmaya başladılar. Jilin geriye çekilip Tatarları itti ama üç tanesi daha atından onun üstüne atlayıp sobalarla kafasına vurmaya başlamışlardı.
Gözleri karardı Jilin’in. Az kalsın yere düşecekti. Fakat Tatarlar onu tutup, kollarını yedek eğerlere arkasından bağladılar. Tam bir Tatar düğümü yapmışlardı. Onu sürüklediler. Şapkasını atıp ayakkabılarını çıkardılar. Üstündeki herşeyi parçalayıp attılar. Paralarını ve saatini aldılar.
Jilin atına doğru baktı. Zavallı hayvan böğrü üstüne düşmüş öylece yatıyordu. Ayakları toprağa değmiyor sadece tekme atıyordu. Kafasında açılan delikten fışkıran kan neredeyse bir arşınlık yeri kaplamıştı.
Tatarlardan biri atın yanına gidip, eğeri çözmeye başladı. At hâlâ tekme atıyor, can çekişiyordu. Tatar hançerini çıkarıp hayvanın gırtlağını kesti. Kesilen yerden düdük sesine benzer bir ses çıkmıştı. At son kez titredi ve can verdi.
Tatarlar eğeri ve dizginleri aldıktan sonra atlarına bindiler. Kızıl sakallı Tatarların eğerine de Jilin’i oturttular. Düşmesin diye de Tatarın beline bağladılar. Sonra da dağların arasında kayboldular.
Jilin Tatarın arkasında bağlanmış bir halde oturuyor, sürekli sallanıyor, yüzü de pis kokulu tatarın sırtına sürtü-nüyordu. Önünde sadece onun geniş omzu, kalın ensesi görünüyordu. Kazınmış kafası kalpağın üstünde parlıyordu. Jilin’in gözleri kanlanmış, başı uğuldamaya başlamıştı. At üzerinde bağlı olduğu için kanını da silemiyordu. O kadar sıkı bağlamışlardı ki köprücük kemiği acıyordu.
Tatarlar bir dağdan öteki dağa geçerek saatlerce yol aldılar. Bir nehir aşıp, vadiye-vardılar ve vadi boyunca ilerlediler. Jilin yolları aklında tutmaya çalışıyordu ama gözleri kan çanağı gibiydi. Sağa sola da dönemiyordu.
Hava kararmaya başladığı sırada bir ırmaktan daha geçtiler. Yüksek bir dağa tırmanmaya başladılar. Hafiften bir duman kokusu geliyor, köpeklerin havlamaları işitiliyordu. Avul’a varmışlardı.

Tatarlar atlarından indiklerinde, Tatar çocukları Jilin’in etrafını sarmışlar çığlık atıyorlar, seviniyorlardı. Taşla ona nişan almaya çalışıyorlardı.
Bu sırada Tatar’ın biri çocukları dağıtıp Jilin’i attan indirdi. Irgatını çağırdı. Irgatın bağrı açıktı ve üstünde yırtık bir gömlek vardı. Yalınayaktı. Tatar ona birşeyler söyledi. O da gidip, demir halkalarla birbiri içine geçirilmiş, üzerinde ilmekle kilit olan bir pranga getirdi.
Jilin kollarını çözüp, pranga taktılar. Sonra da onu samanlığa götürüp içeri ittiler ve üstünden kapıyı kilitlediler. Jilin gübrelerin üzerine düşmüştü. Kalktı. Karanlıkta, yumuşak bir yer bulup uzandı.

Jilin bütün gece hemen hemen hiç uyuyamadı. Geceler kısa olduğu için sabah çabuk olmuştu. Samanlıktaki küçük bir delikten sızan ışığı görünce kalktı ve deliği biraz genişleterek etrafa bakmaya başladı.
Dağ eteği boyunca uzanan bir yol, sağında bir Tatar kulübesi, yanında iki ağaç, eşikte yatan kara bir köpek görünüyordu delikten. Bir keçi ve yavrusu kuyrukların oynata oynata gidiyorlardı. Dağın eteğinde genç bir Tatar kadını vardı. Sırtında alacalı bir yelek, bacağında şalvar, ayağında çarık ve belinde de bir kuşak vardı. Yaşmak iliştirilmiş başının üstünde kocaman bir testi taşıyordu. Salına salına yürüyordu. Yanında da, saçları dibinden kesilmiş, üstünde sadece gömlek olan bir çocuk vardı, onu, elinden tutmuştu.
Kadın bir müddet sonra kulübeye girdi. Girdiği kulübeden dünkü kızıl sakallı Tatar çıktı. Üzerinde ipek bir yelek vardı. Kemerinde de gümüş bir hançer asılıydı. Çorap-sız ayaklarında pabuçları vardı. Başındaki koyun derisinden yapılmış kalpağını arkasına atmıştı. Olduğu yerde gerinerek sakalını sıvazladı. Biraz durdu ve ırgatını çağırıp birşeyler emretti. Sonra da bir yere gitti.
Daha sonra atları sulamaktan gelen iki oğlan çocuğu geçti Jilin’in önünden. Atların burnundan sanki duman fışkırıyordu. Oğlanlarda da sadece gömlek vardı ve donsuzdular. Onlar gibi kafaları kazınmış başka çocuklar koşa koşa gelmeye başladılar. Hepsi biraraya toplanıp samanlığa doğru yaklaştılar. Ellerine bir sopa alıp, Jilin’in etrafı seyrettiği deliğe soktular. Bunun üzerine Jilin deliğe doğru: “Bööö!” diye bağırdı. Çocuklar korkmuştu. Çığlıklar içinde kaçışmaya başladılar. Kaçarken, çıplak, bembeyaz, küçücük dizleri görülüyordu.
Jilin çok susamıştı. Dili damağına yapışıyordu. “Ne olur biri gelse” diye düşündüğü an kapının açıldığını duydu. Baktı ki, kırmızı yüzlü bir Tatarla ondan daha kısa olan karayağız bir Tatar içeri giriyor, ilk giren gözleri kapkara, ışıl ışıl, yüzü kıpkızıl, kısa sakallı, neşeli, sürekli gülen biriydi. Karayağız Tatar ise daha iyi giyinmişti. Sırtında kenarları şeritli, mavi, ipek bir yelek vardı. Belinde kocaman, gümüş bir kama, ayaklarında kırmızı boyalı deriden dikilmiş simli mestler, üzerinde de kocaman ayakkabılar vardı, ı jzun beyaz kalpağı ise koyun derisindendi.
Kırmız: yüzlü Tatar kavga eder gibi birşeyler söylemeye başladı. Sonra kalkıp kapının üstüne dirseklerini dayayarak, eliyle hançerini yokladı. Bir kurt gibi yan yan Jilin’e bakıyordu. Karayağız Tatar o sırada, hızla yerinden kalktı ve Jilin’in yanına gelerek bağdaş kurup oturdu. Sırıtarak eliyle Jilin’in omuzuna vurdu. Hızlı hızlı birşeyler mırıldandı, gözlerini kırpıştırdı, sonra da:

– Urus iyi, urus iyi, dedi.
Jilin bu sözlerden hiçbir şey anlamamıştı. Su istedi. Ama dediğini anlamadılar. Karayağız gülmeye devam ediyor ve sürekli:
– Urus iyi, urus iyi, deyip duruyordu.
Jilin susuzluğunu işaretlerle anlatmaya çalıştı. Bu sefer anlamışlardı. Biri güldü ve kapıdan dışarıya bakarak:
– Dina! diye bağırdı.
Onun bu bağırması üzerine on üç yaşlarında, karayağız Tatar’a benzeyen incecik bir kız koşarak geldi. Karayağız’ın kızı olduğu belliydi. Gözleri babası gibi simsiyahtı. Güzel de bir yüzü vardı. Üstünde mavi, geniş kollu, kemersiz bir gömlek vardı. Gömleğin etekleri, göğüs kısmı ve kol ağızları kırmızı puanlarla süslüydü. Altında şalvar, ayağında terlik vardı. Terliklerinin üstüne yüksek topuklu bir terlik daha giymişti. Boynuna Rus paralarından yapılmış bir gerdanlık takmıştı. Siyah saçlarını bir kurdela ile toplamıştı ve onun üzerinde de gümüş rubleler, küçük küçük pullar sallanıyordu.
Babası kıza birşeyler söyledi. Bunun üzerine kız gitti. Döndüğünde elinde küçücük bir güğüm vardı. Güğümü Jilin’e uzattı ve sonra bağdaş kurarak yere oturdu. Dizlerini kendine doğru çekmiş vücudunu da öne doğru eğerek büzülmüştü. Gözlerini fal taşı gibi açmış, bir canavarı izli-yormuşcasına Jilin’in su içişini seyrediyordu.
Jilin suyunu içtikten sonra güğümü kıza verdi. Kız bu hareketin karşısında bir yaban keçisi gibi yana doğru sıçra-yıverdi. Öyle ani bir şekilde sıçramıştı ki babası bile gülmekten kendini alamadı. Sonra kızı birşey için gönderdi. Kız da güğümü alarak koşup gitti. Tekrar geldiğinde tahta sini vardı elinde. Sinide de taze ekmek. Yine oturup, büzüştü ve gözünü kırpmadan Jilin’e bakmaya başladı.
Yemek bittikten sonra Tatarlar kapıyı kilitleyip çıktılar. Bir müddet sonra Jilin’in yanma bir ırgat geldi.
– Haydi efendi haydi! diyordu. O da Rusça bilmiyordu. O an Jilin bir yere götürüleceğini anlamıştı. Kalktı. Prangasını sürükleyerek yürümeye çalıştı. Ayağı yana doğru büküldüğü için rahat adım atamıyor, aksıyordu. Bu şekilde ırgatı takip ediyordu. Bir müddet sonra minareli camisi olan, sekiz on evlik bir Tatar köyüne geldiler. Evlerden birinin önünde eğerli üç atın durduğunu gördü. Karayağız Tatar evden çıkmış, eliyle Jilin’i yanına çağırıyordu. Hâlâ gülüyor, kendi kendine birşeyler mırıldanıyordu. Jilin yanma gittiğinde birlikte eve girdiler. Girdikleri oda güzeldi. Duvarları dümdüzdü. Kille sıvanmıştı. Karşıki duvarın dibinde renk renk yumuşak döşekler seriliydi. Duvarlarda değerli halılar, üzerlerinde de gümüş kakmalı tüfekler, tabancalar, kılıçlar görülüyordu. Duvarın birinde bir ocak vardı. Tabanı toprak olan oda tertemizdi. Köşelerden biri baştan başa keçi postlarıyla döşenmişti. Üstünde de yumuşak yastıklar vardı.
Yerde serili halıların üstünde Kırmızı Tatar, Karayağız Tatar ve üç de misafiri oturuyordu. Arkalarında yumuşak yastıklar, önlerinde de tahta sini duruyordu. Sinide mısır ekmeği ve bir tas erimiş inek yağı vardı. Sofranın kenarında da, her zaman içtikleri Tatar içkisi, bir kova boza vardı. Yemeği elleriyle yiyorlardı. Elleri yağ içinde kalmıştı.
Bu arada Karayağız Tatar birden yerinden fırladı ve Jilin’i halının üstünden kaldırıp kuru yere c ‘ummalarını emretti. Kendisi ise tekrar halının üstüne oturup, misafirleriyle birlikte yemeğe devam etti.
Irgat verilen emri yerine getirip, Jilin’i söylenilen yere oturttuktan sonra yemenisini çıkarıp, ötekilerin yanına koydu. Sonra da efendilerinin yakınındaki keçi postunun üzerine oturarak, onların yemek yeyişlerini ağzının suyu aka aka seyretti.
Tatarlar yemeklerini bitirdiğinde, gömlek ve şalvar giymiş, başında yazma olan bir Tatar kadını içeri girip sofrayı götürdü. Sonra da bir leğen ve ibrikle geri geldi. Tatarlar ellerini yıkadıktan sonra diz çöküp dua ettiler. Sonra da sağa \e sola üflediler. Kendi dillerinde biraz konuştuktan sonra içlerinden biri Jilin’e dönerek, kırmızı yüzlü Tatarı gösterdi ve Rusça:
– Seni Gazi Muhammed yakaladı ve Abdül Murad’a verdi. Şimdi senin efendin Abdül Murad’dır, dedi.
Abdül Murad, Karayağız Tatardı. Jilin’in susması üzerine Abdül Murad konuşmaya başladı. Eliyle Jilin’i gösteriyor, sürekli gülüyordu. Sonra sürekli söylediği gibi:
– İyi urus, iyi urus, dedi.
Tercüman, Jilin için konuşulanları Rusçaya çeviriyordu:
– Senden evine mektup yazmanı, fidye olarak para göndertmeni istiyorlar. Para gelir gelmez seni serbest bırakacaklar.
Jilin düşünüp:
– Ne kadar para istiyorlar? dedi.
Tatarlar aralarında konuştuktan sonra, Tercüman:
– Üç bin ruble, dedi. Jilin:
– Olmaz, o kadar veremem, deyince Abdül yerinden sıçrayıp, sanki dilinden anlıyormuş gibi, kollarını sallayarak Jilin’e birşeyler anlattı. Tercüman söylediklerini Rusça’ya çevirip ne kadar verebileceğini sordu. Jilin tekrar düşünüp:
– Beşyüz ruble, dedi.
Bu cevap üzerine Tatarlar hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Abdül, Kırmızı yüzlü Tatara çıkışıyor, ağzından köpükler saçarak homurdanıyordu. Kırmızı yüzlü olansa sadece gözlerini kırpıştırıyordu.
Onlar sustuktan sonra Tercüman Jilin’e dönerek:
– Beşyüz ruble az. O senin için ikiyüz ruble ödedi. Gazi Muhammed, Abdül’e olan borcuna karşılık seni verdi. Eğer üç bin ruble vermezsen seni bırakmayacak. Mektup yazmazsan seni bir yere kapatıp kırbaçla döverler.
Jilin onların karşısında korkak durmanın daha kötü olacağını düşündü. Birden ayağa fırladı:
– O köpeğe söyle aklınca bana gözdağı vermeye çalışmasın. Yoksa beş para vermem bir satır da yazmam. Sizden şimdiye kadar korkmadım, bundan sonra da korkmam. Sizi köpekler sizi.
Tercüman Jilin’in söylediklerini Tatarcaya çevirdiğinde yine hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. Uzun uzun konuştular. Sonra Tatar yerinden fırlayarak Jilin’e yanına geldi:
– Urus yiğit! Yiğit Urus! dedi.
“Yiğit” onların dilinde “kahraman” anlamına geliyordu. Tatar gülümseyerek tercümana birşeyler söyledi. Tercüman da Jilin’e:
– Bin ruble ver, dedi.
Jilin kendi dediğinde diretiyordu:
– Beşyüz rubleden fazla vermem, isterseniz öldürün ama o zaman hiçbir şey alamazsınız, diyordu.

Tatarlar tekrar aralarında konuşup ırgatlarını, bir yere gönderdiler. Bu arada bir Jilin’e bir kapıya bakıyorlardı. En sonunda ırgat geldi. Arkasında da yalın ayak, üstü başı yırtık, iri yarı, ayaklarında pranga olan bir adam vardı. Jilin az daha bir “ah!” çekecekti. Kastilin’i tanımıştı. Demek onu da yakalamışlardı. İkisini yanyana oturttular. Tatarlar susmuş onlara bakıyordu. Jilin, Kastilin’le konuşuyor ona hikayesini anlatıyordu. Kastilin de atının sürçtüğünü, tüfeğinin ateş almadığını, Abdül’ün de onu yakaladığını anlattı.
Abdül yerinden fırlayıp Kastilin’i göstererek birşeyler söyledi. Tercüman onlara dönerek, her ikisinin de aynı efendinin eline düştüklerini, kim daha önce para verirse onun daha önce serbest bırakılacağım anlattı. Sonra Jilin’e:
– Bak sen hemen öfkeleniyorsun ama arkadaşın ne kadar uysal. Hemen evine mektup yazıp beşbin ruble istedi. Bunun için de ona iyi bakacaklar. İşkence etmeyecekler, dedi.
Bunun üzerine Jilin:
– Arkadaşımın ne verdiği beni ilgilendirmez. O zengin olabilir ama ben değilim. Ben söyleyeceğimi söyledim. İsterseniz öldürün beni beşyüz rubleden fazla isteyemem, dedi.
Hepsi susmuşlardı. Abdül birden yerinden kalktı. Küçük bir çekmeceden bir kalem buldu. Kağıt ve mürekkep çıkarıp Jilin’e uzattı. Sonra da omuzuna vurarak “yaz!” işareti yaptı. Yani beşyüz rubleye razı olmuştu.
Jilin tercümana dönerek:
– Hele dur biraz. Söyle ona bize iyi baksın. İyi yiyecek, elbise ve ayakkabı versin. İkimizi birarada tutsun. Böylece daha iyi oluruz. Sonra şu prangaları da çıkarsın ayaklarımızdan.

Bu sözleri söylerken bir yandan da efendisine bakıp gülüyordu. Efendisi de gülüyordu. Efendi onun konuşmalarını dinledikten sonra dedi ki:
– Elbiselerin en güzelini vereceğim onlara, cepken ve ayakkabı da vereceğim. Kıyafetleri düğün kıyafeti gibi olacak. Onları beyler gibi ağırlayacağım. Eğer birarada kalmak istiyorlarsa samanlıkta otursunlar. Fakat prangaları çıkaramayız. O zaman kaçabilirler. Çok istiyorlarsa geceleri çıkarabiliriz.
Sonra da Jilin’in omuzuna vurarak: “Sen iyi, ben iyi,” dedi.
Bu konuşmalardan sonra Jilin mektubu yazdı. Fakat eve gitmesini istemediği için adresi doğru yazmadı. “Nasıl olsa kaçarım” diye düşünüyordu.
Jilin’le Kastilin’i samanlığa götürüp eski püskü iki cepkenle, yırtık pırtık asker postalları getirdiler. Bu postalları ölen askerlerin ayaklarından aldıkları belliydi.
Gece olduğu zaman verdikleri söz üzerine onların prangalarını çözdüler ve kapıyı üstlerinden kapattılar.

Jilin böyle böyle arkadaşıyla birlikte tam bir ay samanlıkta kaldı. Efendisi sürekli:
– Sen Urus iyi, ben Abdül iyi, diyerek gülüyordu.
Verdikleri yemek, mısır unundan yapılmış, yarı yarıya hamur bir ekmekten ibaretti.
Bu arada Kastilin eve tekrar mektup yazmıştı. Canı sıkılıyordu ve paranın gelmesini bekliyordu hep. Bütün gün samanlıkta oturuyor mektup ne zaman gelecek diye gün sayıyordu. Arada sırada da uyuyordu. Jilin ise yazdığı mektubun gitmeyeceğini bildiği için ikinci bir mektup göndermedi. Annesinin bu kadar parayı kendisine gönderemeyeceğini düşünüyordu. Annesi zaten onun gönderdiği parayla geçinen bir insandı. Onun beşyüz ruble göndermesi büsbütün perişan olması demekti. Jilin’in tam düşündüğü buradan yakayı kurtarmaktı. Bunun için planlar yapıyor, etrafı araştırıyordu.
Avul’un içinde dolaşıyor, ıslık çala çala birşeylerle uğraşıyordu. Oturup kilden kuklalar, kamıştan sepetler yapıyordu. Bu çeşit el işlerine karşı becerisi vardı.
Bir keresinde burnu, elleri, ayakları olan, üstünde Tatar gömleği bulunan bir kukla yapmıştı. Onu damın üstüne koydu. Efendisinin kızı Dina da suya giderken onu görüp diğer kızları çağırdı. Kızlar testiyi yere koyup, kuklaya bakmaya başladılar. Bir yandan da gülüyorlardı. Bunu gören Jilin kuklayı indirip kızlara uzattı. Kızlar gülüşüyorlar ama bir türlü almaya cesaret edemiyorlardı. Jilin de kuklayı yere bırakıp samanlığa girdi. Oradaki delikten de ne olacağını izlemek için bakmaya başladı.
Dina seyirte seyirte geldi. Etrafı kolaçan etti. Kimsenin görmediğine emin olunca kuklayı aldığı gibi kaçtı.
Ertesi sabah Jilin, Dina’nın elindeki kuklayla kapı eşiğine çıktığını gördü. Üzerini kırmızı kumaş parçalarıyla süslemişti. Onu bebeği gibi sallıyor bir yandan da ninni söylüyordu. Tam o sırada annesi Dina’yı gördü. Dışarıya çıkıp, kuklayı elinden aldı ve yere atıp parçaladı. Sonra da Dina’yı bir iş için bir yere gönderdi.
Bunun üzerine Jilin daha güzel bir kukla yaptı ve Dina’ya verdi. Dina bunun karşılığında bir gün elinde bir testiyle girdi samanlığa. Testiyi yere koyarak yanına oturdu. Jilin’e bakıp bakıp gülüyordu. Jilin niçin güldüğünü anlayamamıştı, içinde su olduğunu düşündüğü testiye uzandı. Alıp içtiğinde onun süt olduğunu farketti. Sütü içtikten sonra “iyi” dedi. Kız Jilin’in sözü üzerine yerinden sıçrayıp, hoplayıp zıplayarak ellerini birbirine vurmaya başladı.
– Urus iyi, urus iyi, diye de bağırıyordu. Sonra da testiyi alıp kaçtı.
O günden sonra kız ona hergün gizlice süt getirmeye başladı. Kız ayrıca ona, Tatarların keçi peyniriyle yapıp damda kuruttukları böreklerden de getiriyordu. Bazen de babasının ara sıra kestiği koyundan bir parçayı koynuna koyar, Jilin’in önüne atıp kaçardı.
Günlerden bir gün korkunç bir sağanak başladı. Bir saat boyunca bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Sele sebep olan bu yağmur, dereleri bulandırmış, çakılları, koca koca taşları önüne almış sürüklüyordu. Sağanak dindiğinde köy baştan başa sular altında kalmıştı. Jilin bunu görünce bir su çarkı yapmayı düşündü ve efendisinden bir bıçak rica edip bir çubuk kesti. Tahta parçaları bulup bir tekerlek yaptı. Tekerleğin üzerine de küçük küçük kuklalar yerleştirdi. Kuklaları teke.leğe sıkıca bağlayıp suya bıraktı. Tekerlek suda dönüyor kuklalar âdeta hoplayıp zıplıyordu. Bunu gören köy halkı birden oraya toplandı. Çoluk çocuk, kadın, erkek hepsi oradaydı.
– Hey Urus! Hey TJrus, diye bağırışıyorlardı.
Bunları efendisi de görmüştü. Bir gün, elinde bozuk bir Rus saatini göstererek Jilin’i çağırdı. Jilin “.amir edebileceğini söyleyerek saati aldı. Çakısıyla n. .rçalannı söktü. Şöyle bir gözden geçirip tekrar yerleştirdi parçaları. Saat çalışıyordu. Abdül buna çok memnun olmuş’u. Memnuniyetini belirtmek için yırtık pırtık bir yelek «etir’j Jilin’e hediyeetti. Jilin de “hiç olmazsa gece üstüme örterim” düşüncesiyle ister istemez aldı yeleği.
O günden sonra Jilin’in adı “usta” diye dillere destan oldu. Uzak köylerden gelip, tüfeğini, tabancasını, saatini tamir için Jilin’e veriyorlardı. Efendisi de gerekli alet ve edevatı ona vermişti.
Bir gün Tatarlardan biri hastalandı. Hemen Jilin’e koştular.
– Onu iyi et! dediler.
Jilin nasıl iyileştireceğini bilmiyordu ama gidip hastaya baktı. “İnşaallah kendiliğinden iyileşir” diye düşünüyordu. Samanlığa gidip biraz kum ve su aldı. Karıştırıp çalkaladı ve birşeyler mırıldanarak, suya sözde okuyup, hastaya içirdi. Talihe bakın ki Tatar iyileşmişti.
Jilin yavaş yavaş onların dilinden anlamaya başlamıştı. Bazıları ona alışmaya başlamış, işleri düştü mü “Ivan, İvan” diye çağırmayı adet edinmişlerdi. Ne var ki bazıları hâlâ canavar görmüş gibi ters ters bakıyorlardı. Bunlardan birisi de kırmızı yüzlü Tatar’dı. O Jilin’i zaten hiç sevmemişti. Onu gördü mü suratını asar, yolunu değiştirir ya da onu azarlardı. Bunun gibi Tatarlar arasında bir ihtiyar daha vardı. Avul’da hiç oturmayan bir ihtiyar arasıra dağın arkasından bir yerlerden gelir, mescidde namaz kılıp giderdi. Jilin onu işte bu zamanlarda gördü. Kısa boylu, kalpağının üzerinde sarık olan, beyaz çember sakallı, kırış kırış kıpkırmızı yüzlü biriydi. Atmaca gagası gibi bir burnu, kötü kötü bakan mavi gözleri, ileri doğru çıkmış iki köpek dişinden başka dişi olmayan bir ağzı vardı. Koltuk değnekleriyle yürürdü. Jilin’i görür görmez de bakışlarını başka tarafa çevirirdi.
Jilin bu ihtiyarın nerede yaşadığını merak etti. Bir gün yaşadığı yeri görmek için, dağın arkasına doğru gitti. Keçi yolundan inince, bir bahçe ile taş bir duvar gördü. Duvarın arkasında kiraz ve kayısı ağaçları, bir de düz damlı bir kulübe vardı. Biraz daha yaklaşınca samandan örülmüş arı kovanlarını gördü. Etrafında uçuşup vızıldayan arılar arasında ihtiyar diz çökmüş birşey yapıyordu. Jilin başka neler olduğunu görmek için biraz daha yukarı çıktığı sırada prangası şıngırdadı. İhtiyar sesin geldiği yöne doğru kafasını kaldırdı ve bir çığlık kopardı. Âni bir hareketle tabancasını çıkarıp Jilin’e doğru ateş etmeye başladı. Jilin alelacele bir taşın arkasına sığındı ve mermiden kendini zor kurtardı.
Bu olaydan sonra ihtiyar, Jilin’i efendisine şikayet etti. Efendisi de Jilin’i çağırıp, gülerek niçin ihtiyarın yanına gittiğini sordu. Jilin ona bir kötülük etmediğini, sadece nasıl yaşadığını merak ettiğini anlattı. Efendisi bunları ihtiyara söyleyince, ihtiyar sinirlenip birşeyler homurdanmaya başladı. İki dişini dışarı çıkarmış el kol hareketleriyle Jilin’e bağırıyordu. Jilin söylediklerinin hepsini anlamadı ama anladığı kadarıyla Abdül’e onu öldürmesini söylüyordu. İhtiyar bağıra çağıra gittikten sonra Jilin onun kim olduğunu sordu. Efendisi de anlattı:
– O yiğit, büyük bir adamdır. Bir zamanlar başyiğitti. Zamanında çok Rus öldürdü. Zengindi. Üç karısı, sekiz oğlu vardı. Hepsi aynı köyde yaşıyorlardı. Birgün Ruslar gelip köyü yaktılar. Oğullarından yedisini de öldürdüler. Bir oğlu kalmıştı, o da gidip Ruslara teslim oldu. Bunun üzerine ihtiyar da gitti ve Ruslara teslim oldu. Üç ay onların arasında yaşadı. Oğlunu buldu. Kendi elleriyle öldürüp kaçtı. O günden beri savaşmıyor. Mekke’ye gidip Allah’a olan borcunu ödedi. Bunun için sarık sarıyor. Mekke’ye giden sarık sarar, hacı adını alır. Sizinkileri de bu yüzden hiç sevmez. Benden seni öldürmemi istiyor. Fakat bu benim işime gelmez. Senin için bu kadar para saydım. Hem sana kanım kaynadı. Söz vermiş olmasaydım seni bırakmazdım.
Sonra gülerek:
– Sen Urus iyi, ben Abdül iyi, dedi.
Jilin böylece bir ay daha geçirdi. Gündüzleri Avul içinde dolaşıyor ya da bir işle uğraşıyor, gece olup ses seda kesilince de samanlığına çekilip yeri kazıyordu. Toprağı keserle oyduğu için kazmak zordu. Fakat tüm zorluğuna rağmen içine girecek kadar bir çukur kazmayı başardı. Gideceği yolu öğrenmek istiyordu ama Tatarlar söylemiyorlardı.
Bir gün öğle üzeri efendisi bir yere gidince, Jilin Avul’un arkasındaki dağa doğru yürüdü. Niyeti gidebileceği yerleri gözden geçirmekti. Fakat efendisi yola çıkarken, küçük oğluna Jilin’i adım adım izlemesini, gözden kaçırmamasını tembihlemişti. Küçük oğlu Jilin’in dağa doğru gittiğini görünce arkasından koşarak:
– Gitme! Babam istemiyor. Bak sonra halkı çağırırım, dedi.
Jilin onu kandırmaya çalıştı:
– Çok uzağa gitmiyorum ki. Şu tepeye çıkacağım sadece. Sizinkileri tedavi etmek için bir ot lazım oldu da. Bu prangalarla nereye kaçabilirim ki zaten. Hem sen de be nimle gelebilirsin. Yarın sana ok ve yay yaparım.
Küçük bu sözlere kandı ve beraberce yola çıktılar. Dağ yakın görünüyordu ama prangalarla yürümek çok zordu. Güçbela tepeye çıkabildi. İstediği yere vardığında yere oturup etrafı gözlemeye başladı. Samanlığın arkasındaki küçücük düzlükte atlar otluyordu. Daha aşağılarda başka bir köy vardı. Köyün ardında yalçın bir dağ, onun ardında da yine bir yalçın dağ. Dağlar arasındaki orman yeşil bir leke gibi görünüyordu. Ormanın arkasında da sıra sıra başka dağlar yükseliyordu. Hepsinin üstü de başlık gibi bembeyaz karla örtülüydü. Buralarda güneş doğarken de batarken de böyle görünürdü manzara. Birbirine yakın dağların yamaçlarında yer yer köyler vardı ve evlerin bacalarından dumanlar yükseliyordu. Jilin:
– Demek bütün buralar onların toprağı, diye düşündü. Sonra durup Rus toprağına baktı. Düşüncelere daldı. Ayaklarının altından akan ırmak, kendi oturduğu köy, bahçeler, ırmak kenarına oturmuş çamaşır yıkayan, minimini kuklalar gibi görünen kadınlar… Jilin irkilerek dağıttı düşüncelerini ve etrafı seyretmeye devam etti. Avul’un altından aşağıya doğru uzanan dağlar ve dağlar arasında bir orman görülüyordu, iki dağ arasında göze çarpan mavi, düzlük bir alan vardı. Düzlüğün üzerini bir duman kaplıyordu.
Jilin kalede olduğu zaman, güneşin nereden doğup nereden battığını hatırlamaya çalıştı. Kalenin vadi içinde olduğunu tahmin etti. Sonra da oradan, iki dağ arasından kaçmak gerektiğini düşündü.
Güneş yavaş yavaş batmaya başlamıştı. Dağların beyaz rengi kızıla dönüyordu. Kara dağlar ise büsbütün kararmış, çay yataklarını bir sis kaplamıştı. Kalenin olduğunu düşündüğü vadi batan güneşin ışıklarıyla kızıllara büründü. Vadide baca dumanını andıran bir şey gözüne çarptı. O an oranın Rus kalesi olduğuna iyice emin oldu.
Vakit bir hayli geç olmuştu. Akşam ezanı da okunuyordu. Uzaktan ineklerin sesleri geliyordu. Sürüleri getiriyorlardı. Küçük durmadan “gidelim” diyordu. Jilin gitmek istememesine rağmen eve döndü.
Jilin artık yolu bildiğini, kaçması gerektiğini düşünüyordu. Hemen o gece kaçmak istiyordu. Ay hilal olduğu için gece karanlıktı üstelik. Fakat ne yazık ki, Tatarlar dönmüştü. Her zaman, önlerinde hayvanları, güle oynaya gelirlerdi. Fakat bu defa hiç hayvan getirmemişlerdi. Sadece kırmızı yüzlü Tatar’ın kardeşi atın terekesinde ölü olarak duruyordu. Bütün Tatarlar çok öfkeliydi. Ölüyü gömmek için toplandılar. Jilin de onları seyretmeye çıktı. Ölüyü tabuta koymamışlardı. Bir kefene sarıp köy dışındaki çınarların altına götüreıek otların üzerine yatırdılar, ihtiyarlar toplanıp kalpaklarının üzerine birer bez serdiler. Ölünün karşısına, diz çöküp oturdular. Bu arada imam gelmişti. En öndeki safa geçti ve öteki Tatarlar onun arkasında dizildi. Başlarını öne eğmiş, oturuyorlardı. Uzun süren bir sessizlikten sonra imam kafasını kaldırıp:
– Allah! dedi. Sonra yine eğdi başını. Uzun süre, hiç kımıldamadan sustular.
Sonra imam yine başını kaldırarak:
– Allah! dedi ve bu sefer hepsi tekrarladı. Sonra da sustular. Ölü otlar üzerinde yatıyordu. Tatarlar da aynı onun gibi hiç kımıldamadan oturuyorlardı. O kadar sessizdi ki ortalık sadece çınar yapraklarının rüzgarda çıkardığı ses duyuluyordu.
Sonra imam bir dua okudu. Hepsi birden kalkıp, ölüyü elleriyle tutup, bir çukurun yanına götürdüler. Bu sanki bir çukur değil de önceden kazılmış, toprağın altına doğru uzanan bir izbeydi. Ölüyü koltuk altlarından ve bacaklarından tutarak iki büklüm yapıp yavaşça bıraktılar. Oturmuş vaziyete getirip ellerini de karnına koydular.
Sonra ırgatlar bir yığın yeşil saz getirip çukurun üstüne attılar. Onların üzerine de alelacele toprak atıp, toprağı düzlediler. Ayaklarıyla tepeleyip baş ucuna bir taş diktiler. Sonra da saflar halinde dizilip oturdular. Uzun zaman sustular ve:
– Allah! Allah! Allah! diye haykırdılar. Sonra ayağa kalktılar. Kızıl saçlı olan Tatar kalkıp ihtiyarlara para dağıttı ve kırbacını alıp üç defa alnına vurdu. Ardından da evine gitti.
Ertesi gün Jilin, kızıl saçlı Tatarın, yanında bir kısrak, arkasında üç Tatarla birlikte köy dışına çıktığını gördü. Köyün dışına vardıklarında kızıl saçlı olan, yeleğini çıkarıp, kollarını sıvadı ve yenlerini sıkıştırdı. Kamasını çıkararak bileği taşıyla bileğledi. Bu işi bitirince öbür Tatarlar kısrağın kafasını yukarı doğru kaldırdılar ve kızıl saçlı gelip hayvanın boğazını kestikten sonra yere yıktılar. Yumruklarıyla da derisini yüzdüler. Kadınlar yüzme işi bitince gelip barsak, kelle ve organlarını yıkadılar ve eti parçalara bölerek eve götürdüler.
Bütün köy “Allah rahmet eylesin” demek için kızıl saçlının evinde toplanmıştı. Ölünün günahlarını bağışlatmak için üç gün o kısrağın etini yediler. Boza içtiler. Dördüncü gün Jilin, bir yere gitmek için hazırlandıklarını gördü. On kişi atlarını hazırlayıp gitmişlerdi. Kızıl saçlı da gidenlerin içindeydi. Sadece Abdül evde kalmıştı.
Jilin kaçmanın tam zamanı olduğunu düşündü. Ay yeni doğmasına rağmen gece Karanlıktı. Kaçma fikrini Kasti-lin’e de anlattı. Kastilin korkmuştu:
– Nasıl kaçarız? Yolu bile bilmiyoruz.
– Ben biliyorum.
– İyi de çok karanlık. Ya kaleye ulaşamazsak.
– Ulaşamazsak ormanda geceleriz. Ben bayağı ekmek biriktirdim. Hem niye burada kalacaksın? Parayı göndereceklerini umuyorsun ama ya gönderemezlerse? Zaten Tatarlar bugünlerde çok kızgın. Ruslar onlardan birini öldürmüşler. Şimdi bizi öldürmek istiyorlar.
Kastilin düşündü, düşündü:
– Ee, o raman gidelim bari, dedi.
Jilin bu karardan sonra, daha önce açtığı çukura indi. Kastilin’in de sığabilmesi için biraz daha kazıp genişletti. Oturup, Avul’da el ayak çekilmesini beklemeye başladılar.
Avul’da ses seda kesilince, Jilin duvarın altından geçerek dışarıya çıktı. Kastilin’e de gelmesini söyledi. Fakat Kastilin geçerken ayağı bir taşa takıldı ve gürültüyü duyan Ulyaşin adlı ev köpeği, daha önce doyurulmuş olmasına rağmen, ileri atılıp havlamaya başladı. Onun havlamasını duyan diğer köpekler de koşup geldiler. Jilin onları susturmak için hafifçe bir ıslık çalıp, biraz börek attı. Ulyaşin onu tanımıştı. Havlamayı kesip, kuyruğunu sallamaya başladı. Bu arada efendi havlamaları işitmişti. Kapıya çıkıp:
– Kuçu kuçu. Gel yavrum gel! diye köpeği çağırdı. Köpek ise Jilin’in kulak arkalarını okşamasıyla mest olmuş, hiç ses çıkarmadan, onun ayaklarında yatıyor, kuyruğunu sallıyordu.
Ortalıkta ses seda kesilmişti. Sadece arasıra bir koyunun öksürüğü, taşların üzerine akan suyun şırıltısı işitiliyordu.
Etraf zifiri karanlıktı. Yıldızlar çok yüksekteydi ve ay pembe pembe beliriyordu. Çay yatakları üzerindeyse süt gibi bir sis tabakası vardı.
Jilin bulundukları köşeden kalkarak:
– Haydi kardeşim gidelim, dedi.
Sessizce yola koyuldular. Biraz gitmişlerdi ki dam üstünden müezzinin “Allahu Ekber” diye ezan okuduğunu işittiler. Milleti camiye çağıran bu ses üzerine duvarın altına büzülüp oturdular. Halk camiden çıkıp evlerine dönene kadar, uzun süre beklediler. Ses seda kesilince, Allah’tan yardım dileyerek istavroz çıkardılar. Sonra da yola çıktılar. Avul’u geçip sarp dağ eteğinin altından dereye indiler. Su içinde dere yatağı boyunca ilerlediler.
Koyu bir sis tabakası aşağılara kadar her yanı sarmıştı. Jilin başlarının üzerindeki yıldızlara bakarak yön tayin etmeye çalışıyordu. Sisin verdiği serinlik yürümelerini kolaylaştırmıştı ama ayakkabılarının biçimsiz ve içeriye dönmüş olması onları rahatsız ediyordu. Jilin daha fazla dayanamayarak ayakkabılarını çıkarıp attı. Yola yalınayak devam edecekti. Bir taştan öbür taşa sıçrıyor bir yandan da yıldızlara bakıyordu. Kastilin arkada kalmaya başlamıştı.
– Biraz yavaş ol. Şu mendebur postallar ayaklarımı vurdu, diyordu.
– Sen de çıkar o zaman onları. Daha rahat yürürsün. Kastilin arkadaşını dinleyip çıkardı ayakkabılarını ama
daha kötü olmuştu. Ayağını taş kesiyor, sürekli arkada kalıyordu.
Jilin:
– Ayağın kan revan içinde kalsa da iyileşir. Fakat onlar yetişirse hiç bakmazlar gözünün yaşına, öldürürler seni. O daha mı iyi, diyerek kuvvetlendirmeye çalışıyordu arkadaşını.
Kastilin hiçbir şey söylemeden yürüyor, arada bir oflayip pufluyordu. Uzun bir süre dere yatağında yürüdükten sonra bir ara köpek havlamaları duydular. Jilin birden durdu. Etrafına bakınıp yolu elleriyle yoklayarak dağ yamacına tırmanmaya başladı.
– Eyvah, yolu şaşırmışız sağdan gitmişiz. Burada başka bir köy var. Dağdan görmüştüm. Geriye dönmeliyiz. Sola doğru, dağın içine yürümeliyiz. Orman o yanda olmalı.
Kastilin bunu duyunca:
– Ne olur biraz dur. Dinlenelim. Ayaklarım kan içinde kaldı, dedi.
– Aldırış etme. Biraz hafif basmaya çalış, geçer.
Jilin geri döndü ve sola, dağa doğru koşmaya başladı. Kastilin yine hep geride kalıyor boyuna ahlayıp ofluyordu. Jilin onun bu sızlanmalarına aldırış etmiyor, hep yürüyordu.
En sonunda dağın üstüne çıkmayı başardılar. Artık ormanı görmüşlerdi. Biraz daha gayretle ormana girip yürümeye başladılar. Dikenlerden, her tarafları yırtılmıştı. Zorlanarak yürürken önlerine bir keçi yolu çıktı. Oradan devam ederlerken Jilin:
– Dur! Yoldan nal sesleri geliyor. Dinle, dedi. Durup dinlediklerinde bir hayvanın, nal sesine benzer bir ses çıkararak yürüdüğünü farkettiler. Onlar yürüdükçe o da yürüyor, onlar durunca o da duruyordu. Jilin bunun üzerine, sürünerek, karanlık yolda ilerledi. Baktı ki yolda birşey duruyor. Ata ya da insana benzemiyordu. “Başka bir şey olsa gerek” diye düşündü. O şeyin garip sesler çıkarması üzerine Jilin çok şaşırdı ve hafifçe ıslık çaldı. O anda hayvan ürkerek, ormana fırtına gibi dalıverdi. Ayak sesleri, dalların kırılma sesine karışıyordu.
Kastilin korkusundan yere yuvarlanmıştı. Jilin ise gülüyordu.
– Geyik bu ya! Baksana boynuzları ormanı talan etti. Biz ondan korkuyoruz, o bizden, dedi.
Korkulacak birşey olmadığını anladıktan sonra ileriye doğru yürümeye devam ettiler. Tanyeri hafiften ağarıyor, sabah yaklaşıyordu. Fakat yine de doğru yoldan gidip gitmediklerinden emin değildiler. Jilin’e bu yol Avul’a götürüldüğü yol gibi geliyordu. Eğer tahminleri doğruysa on verst yollan vardı. Fakat görünürde hiçbir iz yoktu. Zaten olsa da karanlıkta göremezlerdi.
Biraz yürüdükten sonra bir düzlüğe çıktılar. Kastilin daha fazla dayanamayarak oturdu.
– Ne dersen de. Ben daha fazla gidemeyeceğim. Burada kalacağım. Artık ayaklarım tutmuyor.
Jilin onu kandırmaya çalışıyordu ama Kastilin dediğinde ısrar ediyordu. Bunun üzerine Jilin çok öfkelendi. Yere tükürerek içini çekti:
– Öyleyse ben yalnız giderim. Allahaısmarladık, dedi.
Kastilin orada kalamayacağını anladı, sıçrayıverdi yerinden ve yürümeye başladı. Birlikte dört verst kadar yürüdüler. Ormanı daha koyu bir sis kaplamıştı. İlerilerde hiçbir şey görünmüyordu. Yıldızlar da artık güç farkediliyor olmuştu.
Bu arada birden uzaklardan nal sesleri duyuldu. Jilin emin olmak için yüzükoyun yere uzanıp, kulağını toprağa dayadı ve:
– Doğru. Nal sesi bu. Bize doğru geliyor.
Korku içinde yoldan sapıp bir çalılığın içine girdiler. Beklemeye başladılar. Bir süre sonra Jilin yola doğru sürünerek etrafa bakındı ve atlı bir Tatarın önünde ineklerle, mırıldana mırıldana geçtiğini gördü. Biraz daha oturup Tatar’ın gitmesini beklediler. Sonra Jilin Kastilin’e dönerek:
– Eh, çok şükür gitti. Haydi kalk gidelim, dedi. Kastilin kalkmaya çalıştı ama beceremedi ve düştü.
– Valla kalkamıyorum. Gücüm kalmadı, dedi.
Ağır, şişman vücudu kan ter içinde kalmıştı. Ayakları yara bere içindeydi. Üstelik ormandaki ağır sis tabakası yüzünden hepten bitkin düşmüştü. Jilin onu zorla kaldırmaya çalıştı ama Kastilin:
– Ah! Acıyor, diye öyle bir feryad kopardı ki Jilin şaşırıp kaldı. Ona çıkışarak:
– Niye bağırıyorsun be! Tatarlar daha uzaklaşmadı. Duyabilirler.
Bir yandan da gerçekten bitkin olduğunu farkediyor, ne yapacağını düşünüyordu. Sonuçta arkadaşını yalnız bırakamazdı. Kararını verip:
– Haydi kalk. Madem yürüyemiyorsun ben de seni sırtıma alırım, dedi ve Kastilin’i sırtına bindirerek, uyluklarından tuttu. Bir yandan da onu uyarıyordu:
– Aman n’olur kollarınla beni boğma. Omuzlarımdan tut.
Sırtındaki yük Jilin’e ağır geliyordu. Ayakları kan içinde kalmıştı. İyice bitkin düşmüştü ama Kastilin’i sürekli yukarıda tutmak için ikide bir onu yerleştiriyor, hoplatıyordu.
Bu şekilde yol alırlarken Jilin arkalarından birinin geldiğini, kendi dilinde birşeyler söylediğini duydu. Yoldan geçen Tatar, Kastilin’in feryadını duymuş olmalıydı. Jilin hızla çalılığın içine koştu. Tatar tüfeğini onlara doğrultup ateş etti, ama vuramadı. Sonra da bağırıp, koşarak gitti.
Jilin:
– Eyvah yandık! Bu köpek şimdi Tatarların hepsini toplar başımıza. Hepsi birden düşer peşimize. Üç verst daha uzaklaşamazsak hapı yuttuk, diyordu. Bir taraftan da hangi akıla kulluk edip de bu meşe odununu yanına aldığını düşünüyordu. Yalnız olsaydı varacağı yere çoktan varmıştı bile.
Kastilin:
– Sen yalnız devam et dostum. Benim yüzümden başını belaya sokma, deyince Jilin:
– Olmaz öyle şey! Arkadaş bırakılır mı? dedi.
Onu tekrar sırtına alarak yürümeye başladı. Böylece bir vest daha yol aldılar. Durmadan gidiyorlar, fakat bir türlü ormanın ucuna gelemiyorlardı. Sis de yükselmeye başlamıştı. Küçük küçük bulutlar göğü kaplamış, artık yıldızlar da görünmez olmuştu. Jilin yürümekten bitkin düşmüştü.
Etrafı taşla çevrili küçük bir kaynağa vardıklarında Jilin durup, Kastilin’i indirdi:
– Dur biraz soluklanalım. Biraz su içelim. Biraz da börek yiyelim. Kale uzakta olmasa gerek, dedi.
Tam su içmeye eğildiklerinde arkadan bir ses duydular. Yine sağa sola sapıp, yalçın yamacın çalıları içine saklandılar.
Tatarların sesleri geliyordu. Onların saptıkları yerde duruyorlardı. Aralarında konuştuktan sonra köpekleri kışkırtan sesler çıkardılar. O sırada çalılıklardan bir ses işitdler. Baktıklarında bir köpeğin kendilerine doğru gelip, bir yerde durarak havlamaya başladığını gördüler. Tatarlar da havlamayı duymuşlardı. Birdenbire Jilin’le Kastilin’in yanında bitiverdiler. Üç kişiydiler ve Jilin’le Kastilin’: bağlayıp atlara bindirerek götürdüler.
Birlikte üç verst yol aldıktan sonra karşılarına iki Tatarla efendileri Abdül çıktı. Kendilerini yakalayan Tatarlarla bir şeyler konuşan Abdül, daha sonra ikisini de alıp kendi atlarına bindirdi ve Avul’a geri götürdü.
Sabahleyin Avul’a vardıklarında onları sokakta yere indirdi Abdül. Birden etraflarını bir sürü çocuk sardı. Bağırıp çağırıyorlar, üstlerine taş atıyorlar, kırbaçla dövmeye çalışıyorlardı. Bütün Tatarlar çepeçevre onları sarmıştı. Dağın arkasında yaşayan o ihtiyar da gelmişti. Aralarında konuşmaya başladılar. Jilin, kendileri için bir karar vermeye çalıştıklarını anladı. Herbiri birşey söylüyordu. Kimi:
– Onları dağa götürelim, diyordu. İhtiyar ise:
– Öldürün, diye inat ediyordu. Fakat Abdül buna karşı çıkıyor.
– Onlar için bir sürü para verdim. Onlardan fidye alacağım, diyordu.
İhtiyar inadında devam ediyor:
– Onlar para falan vermez. İkide bir başımıza bela olurlar. Hem Rusları besleyip durmak günahtır. Gebertin gitsin! diyordu.
En sonunda dağıldılar. Efendisi Jilin’in yanına gelerek:
– İki haftaya kadar paranızı göndermezlerse sizi döve döve öldürürüm. Eğer yine kaçmaya kalkarsanız köpek gibi gebertirim sizi. Haydi şimdi bir mektup yaz. Adamakıllı olsun, dedi.
Artık yüzü hiç gülmeyen Abdül onlara kağıt getirdi. Mektuplarını yazdırıp, prangalarını taktı. Sonra da onları cami arkasında bir yere götürdü. Götürüldükleri yer beş arşın ^erinliğinde bir çukurdu.
Bu olaydan sonra hayatları hepten kötüleşmişti. Prangalarını hiç çıkarmıyorlar, dışarıya çıkmalarına izin vermiyorlardı. Yemek niyetine verdikleri çiğ hamuru, köueğin önüne atıyormuş gibi atıyorlardı. Suyu da testiyle aşağıya sarkıtıyorlardı.
Kastilin fena halde hastalanmıştı. Dudakları çatlıyor, vücudu tepeden tırnağa sızlıyor, sürekli ahlayıp otluyor yahut da uyuyordu.
Jilin işlerin yine sarpa sardığının farkındaydı. Kara kara düşünüyordu. Oradan nasıl kaçabileceğini bir türlü çözemiyordu.
Bir tünel kazmak istedi. Fakat toprağı atacak yer yoktu ve bu düşüncesini efendisi de anladı ve “öldürürüm” diye gözdağı verdi.
Birgün çukurun içinde, ayaklarını altına almış oturuyor, dışarıdaki özgür hayatı düşlüyordu. İçi daralıyordu. Bu arada birden dizlerinin üzerine, arka arkaya iki börek düşüverdi. Ardından da kirazlar. Kafasını kaldırıp yukarıya baktığında Dina’yı gördür Kız ona baktı. Sonra da gülerek kaçtı.
Jilin o an:
– Acaba Dina bana yardım edemez mi? diye düşündü. Hemen çukurun içinde bir yeri temizleyip biraz kil yoğurdu. At, köpek, insan kuklaları yapıp:
– Dina gelince ona atarım, dedi. Fakat ertesi gün Dina gelmedi.
Ondan sonraki gün Jilin çukurun yakınlarından nal
sesleri geldiğini duydu. Kulak kabartıp dinlediğinde, bir grup Tatarın cami yanında tartıştıklarını, bağrıştıklarını, iki de bir de Rus sözünü andıklarını duydu. Bir ara ihtiyarın sesini işitti. Ne söylediğini tam olarak anlayamamıştı ama Rusların yakına geldiklerini tahmin etti. Tatarlar, Rusların Avul’a gitmelerinden korkuyorlardı. Esirleri ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bir müddet daha konuşup gittiler.
Jilin birden yukarıda bir kıpırtı işitti. Yukarı baktığında Dina’yı gördü. Onu ilk gördüğü günkü gibi çömelmişti yere. Hafifçe öne eğilmişti. Gerdanlığı çukurun içine doğru sallanıyordu. Minimini kara gözleri iki yıldız gibi ışıldıyordu. Dina koynundan iki peynirli börek çıkarıp aşağıdakilere attı. Jilin börekleri alıp:
– Çoktandır gelmedin. Bak sana oyuncak yaptım. Al tut, diyerek kuklaları birer birer atmaya başladı.
Dina ise başını sallıyor, hiç bakmıyordu attıklarına.
– Ben oyuncak istemiyorum, dedi. Eliyle boynunu göstererek:
– Seni öldürecekler!
– Kim öldürecek beni?
– Babam, ihtiyar ona böyle söylüyor. Ben sana acıyorum.
Jilin tam zamanı olduğunu düşünerek:
– Madem acıyorsun o zaman bana uzun bir sopa getir, dedi. Kız “olmaz” der gibi başını salladı.
Jilin kollarını kavuşturup:
– N’olur Dina! Yalvarırım sana, diyordu.
– Olmaz, evdekiler görür, dedi Dina. Sonra da kalkıp gitti.
Bir akşam Jilin oturmuş, hallerinin ne olacağını düşünüyordu. Sürekli yukarıya bakıyordu. Gökyüzünde yıldızlar görülüyordu. Ay henüz doğmamıştı. Bir ara ezan okunduğunu duydu sonra ses seda kesildi. Jilin de biraz yere uzandı. “Ne yapsın kızcağız, korkuyor” diye düşünüyordu.
O an kafasına toprak serpildiğini hissetti. Yukarıya baktığında, çukurun öbür ucundan bir sopanın, içeriye doğru sokulduğunu gördü. Sopa aşağı doğru sarkıtılıyor, çukurun yanlarına sürtüyordu. Jilin çok sevinmişti. Sopayı tutup aşağı indirdi. Eliyle yokladı ve sağlam olduğunu gördü. Bu sopayı daha önce efendisinin evinin çatısında görmüştü.
Kafasını kaldırıp tekrar gökyüzüne baktı. Yıldızlar ışıl ısıldı. Dina’nın gözleri de kedi gözü gibi parlıyordu. Kafasını çukurun kenarından aşağılara eğerek:
– Ivan! Ivan! diyor, bir yandan da eliyle sus işareti yapıyordu. Jilin sordu:
– Ne var?
– Hepsi gitti. Evde sadece iki kişi kaldı. Bu cevap üzerine Jilin, Kastilin’e dönerek:
– Kastilin! Haydi çıkalım buradan. Son kez şansımızı deneyelim. Ben sana yardım ederim, dedi.
Kastilin artık bu sözleri işitmek bile istemiyordu.
– Hayır yapamam. Benim buradan çıkamayacağım ayan beyan ortada. Hem kuvvetim de yok.
– Öyleyse Allahaısmarladık Kastilin. Kusura bakma, ben gidiyorum, dedi Jilin ve onunla vedalaştı.
Sonra da sopaya tutunup tırmanmaya çalıştı. Prangası engel olduğu için iki kız aşağı düştüyse de yılmadı ve Kas-tilin’in de yardımıyla güçbelâ yukarı çıkmaya çalışıyordu Dina ise ellerinin gücü yettiği kadar onu yukarı çekmeye uğraşıyor bir yandan da gülüyordu.
Jilin yukarıya çıktığında sopayı Dina’ya verip aldığı yere götürmesini söyledi. Eğer öyle yapmazsa kızı döve döve öldürürlerdi. Kız da Jilin’i dinleyerek, sürükleye sürükleye götürdü sopayı.
Jilin yola çıkıp dağ eteğine doğru yürüdü. Sarp yamaçtan aşağı indiğinde eline bir taş alıp prangasının kilidini kırmaya çalıştı ama çok sağlam olduğu için beceremiyor-du. Üstelik takıldığı yer çok uygunsuzdu ve iyi vurulmuyordu. Birden bir ayak sesi duydu. Birisi hafif hafif sıçrayarak ona doğru geliyordu. Dina olduğunu düşündü. Gelen yaklaştığında tahmininin doğru çıkmasına sevindi. Dina koşturarak gelip taşı eline aldı:
– Ver ben kırayım, diyordu. Diz çöktü ve vurmaya başladı. Ama elleri o kadar ince ve narindi ki bir damlacık kuvveti yoktu. Yapamadığını anlayınca taşı atıp ağlamaya başladı. Bu defa Jilin aldı taşı eline. Dina ise kollarını kavuşturmuş, onun yanında oturuyordu.
Jilin başını kaldırıp etrafa göz attığında, dağın arkasında bir kızıllığın belirmeye başladığını gördü. Ay doğuyordu. “Ay doğmadan dere yatağına inip ormana varmalıyım” dedi kendi kendine. Ayağa kalktı ve elindeki taşı attı. Prangayla da olsa yürümek zorundaydı.
Dina’ya doğru eğildi ve:
– Hoşçakal Dinacık. ölünceye kadar seni unutmayacağım, dedi.
Dina onun üstünü başını yokluyor, börekleri koyacak bir yer arıyordu. Jilin börekleri aldı. Sonra da: “Sağol akıllı kız. Ben gidiyorum. Sana kim kukla yapacak şimdi?” diyerek kızın başını okşadı.
Dina ağlamaya başlamıştı. Yüzünü elleriyle kapatıp, dağa doğru, bir keçi yavrusu gibi sıçrayarak gitti. Duyulan tek ses, örüklerine dizilmiş paraların koşarken sırtına vur-masıyla çıkan sesti.
Jilin ileriye doğru bakarak istavroz çıkardı. Şıngırdama-ması için, prangasının anahtarını yukarı kaldırdı. Yürürken aksıyordu. Bir yandan da ayın doğacağı kızıl ufka bakıyordu. Biraz daha ilerleyince yolu tanıdı. Eğer dosdoğru giderse sekiz verst yolu vardı. Ay iyice doğmadan ormana varabilmeyi umut ediyordu. Dereyi geçtiğinde ormanın öte ucu aydınlanmıştı. Dere yatağı boyunca etrafa bakına-rak yürüyordu. Kızıllık ağarmasına rağmen henüz ay görünmüyordu. Dere yatağının bir kenarına aydınlık vurmaya başlamıştı. Dağın öbür yanında ise bir gölge oluşmuştu. Jilin hep bu gölgede kalmaya çalışıyor, hızlı hızlı yürüyordu.
Ay yükselmeye, dağların ardından çıkmaya başladıkça tepeler aydınlanıyordu. Ortalık gündüz gibi ışıl ışıl olmuştu. Jilin de ormana yaklaşmıştı. Ağaçların yaprakları tek tek seçilebiliyordu. Her yer sessizdi. Bu sessizlik sanki ölüm sessizliğini andırıyordu. Sadece aşağıda akan derenin şırıltısı duyuluyordu.
Jilin bu şekilde, kimseyle karşılaşmadan ormana vardı. Orada karanlık bir yer seçip, dinlenmek için oturdu. Böreklerini yedikten sonra, bir taş bulup tekrar prangasını kırmaya çalıştı. Fakat çok uğraşmasına rağmen becereme-yince kalkıp bir verst daha yol aldı. Yine yorulmuştu. Ayakları sızlıyordu. On adım daha atıp: “Oturmamalıyım. Bir oturursam bir daha yerimden kalkamam. Gücüm kesilmeden yürümeliyim. Ortalık aydınlanırsa ormanda yatar, gece tekrar yola çıkarım” diye düşündü.
Bütün gece yürüdü. Bir ara uzaktan iki atlı Tatar’ın sesini duydu ve bir ağaç arkasına gizlendi. Gittiklerinden emin olunca da tekrar yoluna devam etti.
Ay ışığı solgunlaşmaya başlamıştı. Toprağa çiğ düşmüştü. Sabah yaklaşıyordu. Fakat Jilin henüz ormanın öbür ucuna varamamıştı. “Otuz adım kadar daha yürüyüp, orman kenarına oturayım bari” dedi kendi kendine. Otuz adım daha yürüyünce ormanın sonuna geldiğini anladı. Ormanın dışına çıktığında etraf iyice aydınlanmıştı. Bozkırın ucunda kale ayan beyan ortadaydı. Ateşler yanıyor, dumanlar yükseliyor, ateşin çevresinde koşuşturan insanlar görülüyordu.
Jilin daha dikkatle baktığında ışıldayan silahları ve askerleri farketti. Çok sevinmişti. Bütün kuvvetini toplayarak, dağın eteğinde ilerledi. Kendi kendine “Allah vere de düz ovada karşıma Tatar çıkmasa. Ne kadar yakın olursa olsun kaçıp kurtulamam” diyordu. Böyle düşünürken bir de baktı ki sol tarafta, tepenin üzerinde, kendine çok yakın bir yerde üç Tatar duruyordu. Tatarlar Jilin’i görüp atlarını ona doğru sürmeye başlamışlardı. Kalbi hızla çarpıyordu Jilin’in. Avazı çıktığı kadar bağırarak:
– Arkadaşlar! Kurtarın beni! Arkadaşlar, diye yardım istiyor, elini kolunu sallıyordu. Onun bu feryadını duymuşlardı. Yerlerinden fırlayıp, Jilin’e doğru koşmaya başladılar. Ama uzaktaydılar. Tatarlar ise yakındı.
Jilin olanca kuvvetini topladı, prangasını tutup kaldırdı ve koşmaya başladı. Sadece istavroz çıkarıp:
– Arkadaşlar! diye bağırıyordu.
Kendini kurtarmaya gelen arkadaşları onbeş kişiydiler. Tatarlar bunu görünce korktular ve oldukları yerde durmaya karar verdiler. Jilin de kaçtı ve arkadaşlarının yanına vardı.
Bir anda Jilin’in etrafını sardılar.
– Kimsin? Necisin? diye soruyorlardı. Jilin ise herşeyi unutmuş, sadece ağlayarak:
– Arkadaşlar! Arkadaşlar, deyip duruyordu. Askerler koşup geldiler ve Jilin’in etrafını sararak, ekmek, lapa, votka uzattılar. Biri üstüne kaput verirken diğeri prangasını kırmıştı.
Subaylar, onu tanımıştı. Alıp kaleye götürüldüğünde herkes sevinç içindeydi. Arkadaşları Jilin’i görmeye geldiler. O da onlara başından geçenleri anlattı ve:
– İşte. Eve gideyim, evleneyim dedim olmadı. Anlaşılan kısmet olmayacak bize, dedi.
Bütün bunlardan sonra yine Kafkasya’daki askerliğine devam etti. Bir ay sonra da beşbin ruble fidye vererek Kastilin’i kurtardılar. Yarı canlı yarı ölü, kaleye getirdiler.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version