Ana Sayfa Edebiyat Stefan Zweig ve karısını ölüme sürükleyen süreç

Stefan Zweig ve karısını ölüme sürükleyen süreç

“Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız…” demiş vakti zamanında Stefan Zweig. Ruhunun derinliklerinde, mahkûm edildiği yalnızlığın her türlü acısını yaşamış, sıkıntılar içinde boğulmuş ve sonunda zor bir ölümü seçmişti. 22 Şubat 1942’de Zweig’ın, karısı Lotte ile intiharına, Hitler’in dünya düzenini kalıcı sanmasının verdiği karamsarlığın yanı sıra, kendi dünyasının asla bir daha var olmayacağı düşüncesi neden olmuştu.

26 Mayıs 1940 tarihinde günlüğüne şu notu düştü:
“En iyisi insanın yanında hep küçük bir şişe morfin bulundurması.”

1881 Viyana doğumlu öncü düşünür, üretken edebiyatçı Stefan Zweig, bir yazarın yaşayabileceği en talihsiz şeyleri yaşamıştı; ancak Nazi faşizminin özgür düşünceyi yok etme girişimleri, Zweig’ları ölüme sürüklemişti…

İLK ŞİİRLERİNİ 1901’DE “GÜMÜŞ TELLER” ADIYLA YAYINLADI

Stefan Zweig, 28 Kasım 1881’de Viyana’da doğdu. 18 yaşına geldiğinde, Viyana Üniversitesi Felsefe ve Edebiyat Bilimleri Fakültesi’ne girdi. Yüksek öğrenimini burada yaptı. İlk şiirlerini 1901’de “Gümüş Teller” adıyla yayınladı. Bu epik eser, ona, tarihsel minyatürleri ve biyografi yazıları ile aynı derecede şöhret kazandırdı. 1902’de “Yeni Özgür Basın Gazetesi”nde, uzun yıllar devam edecek bir işe başladı. Theodor Herzl ile buradayken tanıştı ve dost oldu. Aynı yıl, Paul Verlaine ve Baudelarie’in şiirlerini Almanca’ya tercüme etti. Aynı yılın yaz mevsiminde yaptığı Belçika seyahatinde Emeli Verhaeren ile tanıştı ve 1904’e gelindiğinde, Verhaeren’in şiirlerini tercüme etti. Yine aynı dönemde, “Hipolyte Taine’in Felsefe” başlıklı doktora tezini vererek, yükseköğrenimini tamamladı. 1927’de Almanya’nın Münih şehrinde “Duygu Karmaşası”, ” Yıldızın Parladığı Anlar” ve ” Tarihsel Baş Minyatür” adlı kitapları yayımlandı.

“Tarihte, geniş kitlelerin daima ve hep birlikte, rüzgâr nereden eserse o yöne gittiklerini artık çok iyi biliyorum.”

NAZİLERLE STEFAN ZWEIG ARASINDAKİ ÇATIŞMALAR

Tarihler 1993″ü gösterirken, Nazilerin yakmağa başladıkları kitaplar arasında Zweig’ın eserleri de yer alıyordu. 1934 yılında, Nazilerle Stefan Zweig arasındaki çatışmalar doruk noktasına ulaşınca, Zweig’dan “savunma” istendi ve hemen arkasından, Zweig’ın Kapuzineberg’deki evi basılarak, silah araması yapıldı. Eğer evde silah bulunmuş olsaydı, Zweig’ın hapsi boylayacağı kesindi. Bu uğraşmalar üzerine Zweig, ailesini bile yanına almadan yurdu terk etti ve Londra’ya yerleşti. Bu esnada “Rotterdamlı Enasmus’un Zaferi ve Trajedisi” adlı eseri yayımlandı.

“Her gölge sonunda yine de ışığın çocuğudur. Ancak aydınlıkla karanlığı, savaşla barışı, yükselişle alçalışı yakından tanımış olan kişi, hayatı gerçekten yaşamış sayılır.”

“BİR SATRANÇ ÖYKÜSÜ”

1939’da “Kalbin Sabırsızlığı” adlı romanı yayımlandı ve Portekiz seyahatine birlikte çıktığı Lotte Altman ile evlendi. 1940 yılının temmuz ayında, karısı Lotte ile birlikte önce New York’a ve sonra da konferanslar vermek üzere Brezilya, Arjantin ve Uruguay’a gittiler. Aralıkta New York’a geri dönerek “Amerigo-Tarihi Bir Hatanın Öyküsü” adlı kitabı yazmaya başladı. 1941’de “Brezilya-Geleceğin Ülkesi” isimli kitabı yayımlar. Brezilya daha sonraları Stefan Zweig’ın hayatında çok önemli bir yer tutacaktır. Bu kitabın yayımlanmasının ardından Zweig ve eşi, Brezilya’nın Petropolis şehrine yerleşirler.

“Kendimizi dünyanın insafına bırakmak tam bir çılgınlık olurdu.”

Orada “Bir Satranç Öyküsü”nü kaleme alır. Bu kitabın önemi şuradan kaynaklanmakta: “Bir Satranç Öyküsü”, satrançı gerek pratik gerek felsefi olarak çözümlemiş biri, yani Zweig tarafından yazılmıştır. Zweig romanda, ilginç bir satranç maçını, okuyucunun anlayıp takip edebileceği şekilde anlatıyor. Tıpkı bir satranç karşılaşmasında olduğu gibi, hamlelerden ve açılımlılardan oluşuyor. Bu kısa romanda, “Out of Africa” romanıyla ünlenen Danimarka’lı yazar Karen Blixen’in de keşfedip, “Ölümsüz öykü” hikâyesinde uyguladığı, “Doğu Anlatım Biçimi” yani “öykü içinde öykü” şeklinde bir ifade tarzını kullanıyor.

Stefan Zweig, 1941’de Montaigne üzerine çalışmaya başlar ve “Dünün Dünyası-Avrupa Anıları” adlı otobiyografisini kaleme alır. Zweig 22 Şubat 1942’de karısı Lotte ile birlikte intihar eder ve devlet töreniyle Petropolis Mezarlığına gömülür.

“Belirsizlik, kesinlikten çok daha kötüdür; kısa süreli olan büyük bir korku, belirsiz fakat hiç bitmeyen bir korkudan daha az zahmet verir.”

ZWEIG VE KARISINI İNTİHARA SÜRÜKLEYEN SÜREÇ

“En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir…”

Zweig, yazmaya olan doyumsuz isteği ve yeteneği sayesinde henüz 23 yaşındayken felsefe doktorasını tamamladı, sonrasında o dönemin en prestijli edebiyat ödüllerinden birisini kazandı. I. Dünya Savaşı patlak verdikten sonra, savaş çığırtkanlığı yapan toplumun çoğunu karşısına almak pahasına, savaş karşıtı olduğunu pek çok açıklamasıyla ortaya koydu. O dönem Avusturya’da bu düşünceleri açıklamak, savaşa karşı olduğunu belirtmek, ağır cezaları ve dışlanmayı göze almayı gerektirmekteydi elbette. Kendisine yapılan tüm karalama çalışmalarına rağmen savaşa katılmayı reddetti ve bir şekilde savaş arşivinde çalışmaya başladı.

Zweig’in o dönemki düşüncelerini ve nedenlerini en iyi açıklayan cümlelerden birisi şu:

“Övünülecek bir görev olmadığını açıklayayım; ama böyle bir iş, Rus köylüsünün bağırsaklarını süngüyle delmekten daha uygundu bana.”

Savaş bittikten sonra pek çok yazar, şair ve bilim insanı savaş çığırtkanlığına devam etse de Zweig bildiği doğrudan ayrılmadı. Savaşa methiyeler düzen kitaplar, şiirler yazmadığı için tepkileri üzerinde toplamaya devam etti. Kendisi ile aynı düşüncelere sahip olan sadece birkaç ünlü düşünür, yazar vardı çevresinde: Alman şair Rainer Maria Rilke ve Fransız şair Romain Rolland…

Bir zaman sonra Zweig ve Rolland, İsviçre’de dünyanın her yerinden en önemli düşünürleri İsviçre’de bir panele davet eder. Siyasi ve politik engellemeler nedeniyle bu panel gerçekleşemez; fakat tüm dünyada savaş karşıtı düşünceler alev almıştır ve bunun öncüleri de Zweig ve Rolland’dır.

“Dünyamızın yıkımı bütün hızıyla sürüp gidiyor. Savaşın bombalarıyla çöken her evle ben de çöküyorum.”

İntihar Ederek Ölen 16 Ünlü Yazar ve Şair

KİTAPLARI YAKILAN YAZARLARIN İLK SIRASINDA ZWEIG VAR

Almanya’da Nazi faşizmi iktidara geldiğinde eşiyle birlikte önce İngiltere’ye oradan da Amerika’ya giden yazar, II. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra Brezilya’ya giderek Petropolis kentine yerleşir. Ne yazık ki bu kaçış da Zweig’i huzura erdirmez; çünkü patlak veren savaş, tüm dünyayı ateşler içine atar ve bu ateş de en çok Zweig’in ruhunu yakar.

“Korku, her şeyin bir karikatür olarak görünebileceği, boyutların feci bir şekilde bozulduğu çarpık görüntülü bir aynadır; bir kez yerinden oynatılırsa görüntüler en çılgın ve en imkansız ihtimallere dönüşür.”

Almanya’da iktidara gelen Naziler, savaş karşıtı olan yazar, şair ve bilim insanlarına karşı da bir ‘savaş’ başlatır. Bu değerli düşünürlerin, kendi lehinde kaleme almadıkları tüm kitapları bir bir yakmaya başlarlar ve kitapları yakılan yazarların ilk sırasında da Stefan Zweig vardır.

Zweig, yarım yüzyıl boyunca kendini bir dünya yurttaşı olarak yetiştirdiği kanısındaydı. Fakat elli sekiz yaşında ‘haymatloz’ olması ona pek ağır gelir. “Yurtsuzluğun bir karış topraktan daha önemli kayıplara yol açtığını” anlamıştı. Zweig’ı bunaltıp tedirginleştiren olaylar giderek arttı. Alman dilinin konuşulduğu ülkelerdeki okurlarını yitirdi. Ünlü şair ve yazar yakın dostları, vatanlarından uzak bir hastane köşesinde, ya da bir otel odasında ölüyor, canlarına kıyıyordu. Tüm Avrupa Nazilerin elindeydi. Petropolis’te yaşamına son verdiğinde, dünyadaki bunca acının ardından artık sabahı bekleyecek gücü kalmamıştı… Savaş karşıtıydı Stefan Zweig. İnsan ve yazar olarak özgürlüğüne düşkündü…

“Yanıma gelmek arzusundaysan eğer bunu istediğin zaman yapabilirsin…”

Zweig, Alman şair Kleist’ın, eşini ve kendisini silahla vurarak intihar etmesinden çok etkilenmiştir ve eşi Lotte’nin bu benzerliği kendilerinde de görmesini ister. Zweig, bir soda şişesinin içine “Veronal” denilen zehri ilave eder ve bu şişeden 3 büyük yudum alır. Eşine şişeyi uzatırken “Yanıma gelmek arzusundaysan eğer bunu istediğin zaman yapabilirsin…” der.

Eşi Lotte ona son olarak şu soruyu yöneltir: -“Beni seviyor musun?” -“Evet” cevabını verir Zweig ve Lotte, şişenin tamamını içip, elbisesiyle eşinin yanına uzanır.

1881 yılında Viyana’nın ünlü Schottenring Caddesi’ndeki tarihi ve gösterişli bir yapıda başlamış olan yaşam 1942 yılında Brezilya’nın dağ kasabası Petropolis’de Rua Gonçalves Dias 34 adresindeki bahçeli bir evde son bulur. 23 Şubat 1942 günü öğleye doğru gelen hizmetçi kadın yatak odasından hırıltılar duyar. Kocasının hemen çağırdığı doktor, Zweig çiftini yataklarında cansız bulur. Stefan Zweig giyimlidir, kravat takmıştır. Yanına uzanmış olan Lotte kocasına sarılmıştır. Doktorun ölüm kâğıdına yazdığına göre Lotte ve Stefan Zweig zehirli bir madde içerek -‘ingestao de substancia toxica, suicidio’- yaşamlarına son vermişlerdi.

İntiharından önce en çok okuduğu yazarlardan birisi olan Montaigne’in şu ifadesinde kendini bulduğu söylenir Zweig’in: “En gönüllü ölüm, ölümlerin en güzelidir…”

“Yeryüzünde hiçbir şey insana hiçlik kadar baskı yapamaz.”

Zweig’in intihar mektubu: “Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum”

“Tarihte mantığın ve uzlaşmanın üstün geldiği anlar çok enderdir ve kısa sürelidir.”

NEDEN ZWEIG?

Zweig hakkında Tezer Özlü 1982’de şöyle bir yazı kaleme alır:

“Zweig’ın bu denli çok okunan, bazı yapıtlarının 30 dile çevrilmiş bir yazar olmasının nedenini, onun derin psikolojinde ve edebiyat kültüründe aramak gerekir. Alman felsefesinin derinliği ve Fransız edebiyatının betimlemeciliğini birleştiren Zweig, insan ruhunun derinliklerinin ve insanın hastalık derecesine varan tutkularının bir çözümleyicisi olmaya çabalamıştır.”

“Hayatlarımız on yıllarca düzelmeyecek, benim önümdeyse on yıllar yok. Olmasını da istemiyorum (…) Bitti. Avrupa’nın işi bitti, dünyamız çökertildi. İşte şimdi tam anlamıyla vatansızız (…) Yıkıldım. Fransa, Avrupa’nın bu sevimli ülkesi mahvoldu, yıkılışı yüzyıllarca düzelmeyecek, kimin için yazacağım, ne için yaşayacağım”

Bir ‘Yaşama Zengini’nin İntiharı: Stefan Zweig – Mario Levi

ZWEIG’IN KALEMİNDEN İSTANBUL’UN FETHİ

Stendhal’dan Tolstoy’a, Balzac’tan Dosteyevski’ye; Nietzsche’den Holderlin’e ve Casanova’dan Marie Antoinette’ye kadar birçok sanatkâr, düşünür ve tanınmış kişinin biyografisini kaleme alan Stefan Zweig, dünya edebiyatında olduğu kadar bizim edebiyatımızda da biyografi türünün gelişmesine katkıda bulunmuştur. “Yıldızın Parladığı Anlar” adlı kitabında Stefan Zweig, insanlığın gelişimine ve Dünya Tarihi’ne yön veren 12 tarihsel olaya kısa öykülerle dikkat çeker. Sözü edilen kitabın ilk metnini İstanbul’un fethinin anlatıldığı “Bizans’ın Fethi” oluşturur.

TARİHÎ GERÇEKLİĞİN METNE YANSIMASI

Stefan Zweig, “Yıldızın Parladığı Anlar”da bir araya getirdiği metinlerine Fatih Sultan Mehmet, Dostoyevski, Tolstoy, Goethe, Napolyon, Marseillaise ve Lenin gibi tarihteki belirleyici olaylarda söz sahibi şahsiyetleri konu ederken var olan ve tarihî gerçekliğe sahip bulunan vakalardan hareket eder. Fakat Zweig bu gerçekliğe, kendi yaratıcı muhayyilesinden yaklaşır ve sanatkâr duyarlılığıyla ele aldığı şahsiyeti ya da olayı, psikolojik verileri de kullanarak estetize edilmiş bir formda okuyucuyla buluşturur:

“Bizans’ın bir tek kudret ve kuvveti daha vardır: Surları. Bir zamanlar dünyayı kaplayan muhteşem ve mutlu geçmişin mirası olarak sadece bunlar kalmıştır. Üç katlı bir zırh tabakası, şehri bir üçgen gibi çevirmektedir. (…) Mazgallar ve burçlarla süslenmiş, su dolu hendeklerle korunmuş, dört köşe dev kaleleriyle her yanını kontrol edebilen ve bin yıllık bir tarihin bütün imparatorları tarafından daima eklemeler yapılmış, daima yenilenmiş bulunan bu birbirine paralel çift ve üç sıra duvardan kurulu eşsiz surlar, o devre göre ele geçirilemezliğin gerçek bir sembolüydü. (…) Mehmet bu duvarları ve sağlamlıklarını herkesten daha iyi biliyor. Geceleri uyandıkça ve rüyalarında, aylardan ve yıllardan beri sadece bir fikir, bu elde edilemezi ele geçirmenin, bu tabi imkânsız duvarları tahrip etmenin yolunu bulmak düşüncesi onu meşgul ediyor. Masanın üstünde düşman tahkimatını gösteren krokiler, bir sürü ölçüler, planlar yığılıdır. Duvarların önündeki ve arkasındaki her meyil, her suyolu, karış karış biliniyor; o, mühendisleriyle baş başa verip bütün ayrıntıları gözden geçirmiş bulunmaktadır. Fakat hayal kırıklığı vardır: O zamana kadar bilinen toplarla bu Teodos surları yıkılamaz. (s.8-9)

STEFAN ZWEIG ROMANLARI / ESERLERİ / KİTAPLARI

Acımak – 1969, Yürek Çöküntüsü – 1970, Herkesin Dostu Anton, Dünün Dünyası – 1985, Bir Kadının Yirmi Dört Saati – 1986, Yarının Tarihi – 1991, Kendileri ile Savaşanlar – 1991, Üç Büyük Usta – 1991, Kendi Hayatının Şiirini Yazanlar – 1991, Lyon’da Düğün – 1992, Yıldızın Parladığı Anlar – 1995, Karışık Duygular – 1995, Satranç – 1997, Günlükler – 1997, Değişim Rüzgarı – 1998, Calvin’e Karşı Castellio ya da Köleliğe Karşı Özgür Düşünce – 1998, Fouche,Bir Politikacının Portresi – 1999, Tehlikeli Merhamet – 2000, Amok Koşucusu – 2000, Balzac,Bir Yaşam Öyküsü – 2002, Magellan – 2002, Freud ve Öğretisi – 2003, Yıkıcı Sır – 2004, Ruh Yoluyla Tedavi – 2005, Amerigo – 2005, Mektuplaşmalar – 2007, Buluşmalar – 2008, Roterdamlı Erasmus, Zaferi Ve Trajedisi – 2008, Bir Kadının Yaşamından 24 Saat ve Bir Yüreğin Ölümü – 2009, Clarissa – 2010

Derlenme: Fikriayat

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version