LAFFONT BOMPIANI: VAROLUŞÇULUK, AHLAKI İNSANIN KÖKTEN ÖZGÜRLÜĞÜNE YASLANDIRIR

    VAROLUŞÇULUK BİR İNSANCILIKTIR

    Varoluşçuluk Bir İnsancılıktır adlı kitap, Fransız yazar ve filozof, 1905 doğumlu Jean-Paul Sartre’ın 1946’da “Club Maintenant”da verdiği bir konferansın metnidir. Aynı yıl yayımlanmıştır. Konferans, o sıralar Fransa ve Avrupa’da büyük bir yankı yaratmış olan varoluşçuluğu kısaca açıklamak, ona ilişkin bazı yanlış anlamaları ve önyargıları düzeltmek, sataşmaları göğüslemek amacını gütmekteydi. Çünkü Marksçılar varoluşçuluğu eylemsizlik ve öznelcilikle, Katoliklerse kötümserlik ve bireycilikle suçluyorlardı. Üstelik “varoluşçuluk” sözcüğünü herkes başka bir anlamda kullanıyordu. Bundan ötürü sözcüğün anlamı çoğu kimseler için gitgide belirsizleşiyordu.

    Gerçekte varoluşçuluk her şeyden önce bir felsefi öğretidir. Başlıca iki kanadı vardır: Karl Jaspers ile Gabriel Marcel öğretinin Hıristiyan kanadını, Heidegger ile Sartre Tanrıtanımaz kanadını temsil ederler. Ama ikisinin de çıkış noktası aynıdır: Varlık özden önce gelir; yani insan üstüne düşünme öznellikten kalkılarak yürütülür. Bu bakımdan varoluşçuluk 17. yy’ın klasik felsefesinden ayrılır. Bilindiği üzere klasik felsefeye göre Tanrı insanı yaratmazdan önce özünü ortaya koymuştur: Sanatçının kafasındaki kavrama göre bir şeyi yapması gibi… Özün varoluştan önce gelmesi düşüncesi 18. yy. felsefesinde de Tanrı inancının yaşamasını sağlamıştır. Varoluşçuluğun Tanrıtanımaz kanadıysa varoluşun özden önce geldiğini kabul ettiğinden, Tanrısızlığın bütün sonuçlarını üstlenmektedir. Ona bakılırsa ‘insan doğası’ diye bir şey yoktur; insan kendini nasıl yapıyorsa öyledir; varlığının temel seçmesi olan bu tasarıyla önce kendini belirler ve sonra gidişatının bütünü içinde ortaya çıkar. Bu tasarıyla insan kendini seçerken bütün insanları da seçmiş olur. Çünkü o tasarıyla gerçekleştirmesi gereken bir insan imgesi kurar. Onun için seçme bir değerlendirmedir. Böylece her insan her an bütün insanlığa bağlanır. İşte, varoluşçuların bunaltıyı özgürlük içinde bırakılmışlığın bir belirtisi gibi görmeleri bundandır. Bunaltı gelip bir yerde sorumluluk duygusuna yani eyleme ve ahlaka dayanır. Varoluşçuluk, ahlakı bir nesnel değerler üzerine değil, insanın kökten özgürlüğüne yaslandırır: “İnsan özgür olmaya mahkûmdur.”

    Böyle düşünenler için ahlaksal seçiş bir boyun eğme değil bir yaratmadır. Varoluşçuluğa yakıştırılan kötümserlik de, aslında insanın köklü özgürlük duygusudur. ‘İnsan doğası’ diye bir şey bulunmadığına göre, eylemlerimizi ancak bu duygu yardımıyla yargılayabiliriz. Varoluşçulukta bir kötümserlik varsa gerçekte bunu bir çeşit ‘iyimserlikte katılık’ diye düşünmek gerekir. Bu katı iyimserlik gerçekçilik uğruna, insanların eksiklerini, kusurlarını hoş gören bir sorumluluğu tanımaz. Onun gözünde varoluşçuluk bir eylem ve özgürlük hümanizmasıdır. Varoluşçuluğun öznelciliğine gelince o da –komünistlerin ileri sürdükleri gibi– burjuva kökenli oluşunun bir belirtisi değildir; insanı bir nesne gibi görmeyi istemeyişinin bir işaretidir. Çünkü bu öznelcilik, öznelerarası ilişkileri kapsar; insanın varoluşu ancak başkalarıyla olan ilişkilerine göre belirlenir, evrenselliği de özünde değil durumundadır: Her insan, durumunun somut gerçeğiyle öbür insanlara bağlanır. Bundan dolayı özgürlüğün hem tek insan için hem de bütün insanlar için istenmesi gerekir. Böylece özgürlük ve insancılık temeli üzerinde bir ortaklaşalık oluşacaktır. Bu, açık bir insancılıktır, her gün yeniden kazanılacaktır. Nedeni şu: Bu insancılık, her gün yeniden elde edilmesi gereken bir insan özgürlüğünü amaçlıyor; bir veri olarak görmüyor onu.

    Sartre’ın özetini sunduğumuz konferansı budur. Konferanstan sonra Sartre ile Naville arasında bir tartışma çıkmıştır. Sartre bu tartışmada varoluşçuluk ile Marksçılık arasındaki ortak ve ayrık yanları sergilemiştir.

    Laffont Bompiani

    Kaynak: Varoluşçuluk -Jean-Paul Sartre
    Çeviren ve yayıma hazırlayan: Asım Bezirci / Say Yayınları

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz