Ana Sayfa Bilim ve İnsan Komplo Teorilerinin Psikolojisi: İnsanlar neden komplo teorilerine inanıyor?

Komplo Teorilerinin Psikolojisi: İnsanlar neden komplo teorilerine inanıyor?

2000 yılında ABD, ülkede kızamık hastalığının artık bittiğini açıkladı. Şüphesiz bu büyük başarının en önemli faili aşılar. Ancak sadece 2019 yılının sadece ilk üç ayında kızamık vakasına 314 kez rastlanınca, bu vakaların görüldüğü başlıca yerlerden olan New York’un Rockland bölgesinde olağanüstü hal ilan edilerek, aşısız çocukların halka açık alanlara girmeleri yasaklandı. Uzmanlara göre bunun nedeni olan aşı karşıtlığı hareketi, Dünya Sağlık Örgütü tarafından 2019 yılında sağlığa karşı en önemli tehditlerden birisi olarak gösterildi.

2018 yılında yapılan bir araştırmada insanların %16’sının, küresel ısınmanın bir düzmece olduğuna inandığı ortaya çıkmış. Benzer şekilde insanların %37’si, aslında kanserin ilacının bulunduğuna ancak ilaç firmalarının baskısıyla bu gerçeğin örtbas edildiğine inanıyor. Yaklaşık %20’si, aya hiç gidilmediği görüşünde. İnsanların %5’i Yahudi soykırımı diye bir şeyin var olmadığını düşünüyor, %2’si dünyanın düz olduğunu düşünüyor, %4’ü ise dünyanın, insan görünümlü uzaylı sürüngenler tarafından yönetildiğine inanıyor.

Bazı insanlar uçakların arkalarında bıraktığı kimyasal izlerin zihin kontrolü ya da kimi grupları hadım etmek amaçlı olduğuna, bazıları aşıların ilaç şirketlerinin art niyetiyle fayda yerine zarar getirdiğine, bazıları hükümetlerin uzaylılarla yardımlaştığına, bazıları dünyanın İllüminati denilen bir örgüt tarafından yönetildiğine inanıyor.

Aya inildiğine inanmayanlar, tüm yaşananların bir film prodüksiyonu olduğuna inanıyor
Medium

 

Muhtemelen hepinizin duymuş olduğu gibi, bu türden inançlara “Komplo Teorisi” deniliyor. Goertzel komplo teorilerini şöyle tanımlamış (1994):

Komplo teorileri, bazı gerçekleri kendi çıkarları doğrultusunda gizlemeyi amaçlayan art niyetli güç odaklarının, büyük ölçekli bir organizasyon yürüttüklerine ilişkin inançlardır.

Peki, insanların komplo teorilerine inanmalarının nedeni nedir? Bununla ilgili birçok araştırma ve görüş vardır. Bulgular –her ne kadar aralarındaki etkileşim yüksek olsa da- kabaca evrimsel, bireysel ve toplumsal boyutlarda ele alınabilir.

Dünyayı yöneten insan görünümlü sürüngen kökenli uzaylı ırkın bir mensubu (temsili)
Pixabay

Evrimsel Boyut

Bir komplo teorisi her zaman bir örüntü (pattern, şablon) hipotezi içerir. Araştırmacılar, komplo teorilerine inanmanın, örüntü algılama adaptasyonuyla ilgili olduğu görüşünü belirtmişlerdir (Shermer, 2012; Whitson ve Galinsky, 2008). Buna göre bu kişiler, dünyada olan biten bazı olaylar arasında gerçekte olmayan nedensellik bağları kurmakta, ilgisiz olaylar arasında bir ilişki olduğuna inanmaktadır.

Çevremizdeki şeylerin birbirleri ile kurdukları nedensel bağın algılanmasına ilişkin varsayımlara “Örüntü Algılama” denir. Örüntü algılama, atalarımızın tehditleri ve fırsatları tespit etmesinde, eylemlerinin sonuçlarını görmelerinde ve davranışlarını mevcut şartlara uygun şekilde düzenlemelerinde oldukça işlevsel olmuştur. Örneğin kendi grubumuzdan birkaç kişi belirli bir bölgedeki farklı bir meyveyi yiyor ve daha sonra hastalanıyorsa, bu iki durum arasında kurulan bağlantı hayat kurtarabilir. Ya da ormanda uzaktan, ağaç yaprakları arasında kısmi olarak görülen ve hareket eden sarımsı renklerin zihinde birleştirilerek bir yırtıcı olabileceğini düşünmek yaşamkalım için çok önemlidir. Unutulmaması gereken, bu çıkarımların yanlış da olabileceğidir. İlk durumda o meyveyi yiyen insanlar, o bölgedeki özel bir böcek türü tarafından ısırıldığı için hastalanıyor da olabilir. Ya da ikinci durumda uzaktan seçilen sarı renkler bir ceylana da ait olabilir. Evrimsel süreç içinde kazandığımız adaptasyonlar her zaman güvenilir sonuçlar vermeyebilir.

Uzaktan gördüğümüz şey bir kaplansa ya da o meyveler zehirliyse, algıladığımız örüntü gerçektir ve bu algılama bizim hayatımızı kurtarır. Çünkü tehlikeli bir yırtıcıdan kaçmış, zehirli bir meyveden yememiş oluruz. Ancak algıladığımız örüntü yanlışsa, biz boşuna kaçmış ya da o meyveden boşuna yememiş oluruz ancak bunun bedeli o kadar yüksek değildir. Yani doğada örüntü algılamakta sınırlarımızı biraz geniş tutmanın bize sağlayabileceği muhtemel fayda, algılamamanın muhtemel zararından daha fazladır.

Elbette şunu unutmamalıyız; en faydalı durum en doğru algılama biçimidir. Çevremizdeki şeyleri gerçekte olduğu gibi algılayabilmemiz, kendi yaşamkalımımızı en uygun koşullarda sürdürebilmemiz için çok önemlidir.

Anlık örüntü algılamamız bireysel düzlemde atalarımızdan hâlâ pek farklılaşmış değil ve hataya da oldukça yatkındır. Kapsamlı ve uzun vadeli örüntü algılamayı günümüzde bilimin yardımıyla çok daha doğru bir şekilde yapabiliyoruz. Bu yüzden günümüzde evreni, hayatı ve tüm varlığı anlamak için bilimsel bulgulardan çok bireysel kanaatlere dayanmak anlamsızdır. Örneğin günlük yaşamımızda sınırlı bireysel gözlemlerimizle küresel ısınmayı ya da dünyanın şeklini fark edemeyebiliriz. Bu durumda geçerli ve güvenilir niceliksel verilere dayanan bilimsel gerçekleri baz alarak fikir sahibi olmalıyız.

Çevremizde bizim için zararlı olabilecek bir şeylerin mevcut olma olasılığını tespit edebilme eğilimi hepimizde var. Ancak komplo teorisine inananlarda bu eğilim mantıksal olmaktan çok sezgisel bağlamda işlev gösterir.

Özetle uyaranlar arasında doğru nedensel bağlantılar kurmaya dayanan örüntü algılama, hayatta kalmamızı çok kolaylaştırır. Ancak bu algılama doğru olmaktan uzaklaştıkça işlevini tam yerine getiremiyor demektir. İrrasyonel algılamalar ve inançlar da bu noktada ortaya çıkar.

Bireysel Boyut

Evrimsel dinamikler türümüzün her üyesini kuvvetli şekilde etkilemekte ve yönlendirmektedir. Bunun yanı sıra kişiler arası farklılıklar da fazladır. Kimi insanların komplo teorilerine daha yatkın olmasıyla ilgili olarak araştırmaların ortaya koyduğu sonuçlara göz atalım.

Araştırmalara göre bir komplo teorisine inanan insanın, diğer komplo teorilerine de inanma olasılığı yüksektir (Douglas ve Sutton, 2011; Lewandowski ve ark.,2013; Swami ve ark., 2011). Bu durum komplo teorileri arasında bir bağlantı olmasa bile geçerlidir. Goertzel’in 1994’te yaptığı araştırmada, belirli bir komplo teorisine inanan insanlarla ilgili en önemli ortak özelliğin, bu insanların başka bir komplo teorisine daha inanmaları olduğu bulunmuştur. Yani bir komplo teorisine inanan kişinin, ilgisiz bile olsa bir diğerine de inanma olasılığı yüksektir. Örneğin Hornsey ve arkadaşlarının (2018) yaptıkları bir araştırmada aşı karşıtlarının aynı zamanda Prenses Diana, 11 Eylül olayları ve Kennedy suikastı konusunda da komplo teorilerine inandığı ortaya çıkmıştır.

Aşı karşıtları iş başında
Associated Press / Ted S. Warren

 

Hatta birbirleriyle çelişkili olan iki komplo teorisinden birisine inanan bir insanın, aynı zamanda diğerine de inanma olasılığı da yüksektir. Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde yaklaşık 1000 kişinin canını alan Ebola virüsü hakkında yapılan bir araştırmada halkın yaklaşık dörtte biri bu virüse “inanmadığını” belirtti. Halkın %46’sı ise bu virüsün “dış güçlerin bir oyunu” veya ekonomik kazanç sağlamak isteyen grupların komplosu olduğuna inandığını ifade etti. Daha ilginç olanı ise, %18’i bu üç ifadeye birden inandığını söyledi. Oysa virüsün varlığına inanmamak gibi bir durum, açıkça diğer iki ifade ile çelişmektedir.

Wood ve arkadaşlarının (2012) yaptıkları araştırma sonucuna göre Prenses Diana’nın kendi ölümünü tezgâhladığına inananlar, aynı zamanda onun cinayete kurban gittiğine de daha çok inanmaktadır (Prenses Diana araba kazasında ölmüştür). Usama bin Ladin’in daha ABD’li askerler onu öldürmeden önce ölmüş olduğuna inanan insanlar, onun hâlâ hayatta olduğuna da diğer insanlardan daha çok inanma eğilimindedir.

Kısaca bazı insanların zihni komplo teorilerine inanmaya daha yatkındır. Onlar için komplo teorisinin içeriği ya da mantıksal çelişkileri o kadar önemli değildir. Aynı toplumda yaşamalarına ve benzer evrimsel eğilimlere sahip olmalarına karşın, bazı insanların bu türden fikirlere diğerlerinden daha açık olması konu ile ilgili bireysel farkların varlığını gösterir.

Bu türden inançlara yatkın olan insanlarda araştırmalarla ortaya çıkan bazı ortak özellikler şunlardır:

1. Teleolojik Düşünme

Üç yaşındaki bir çocuğa “Dereler neden var?” diye sorarsanız “Biz su içebilelim diye” cevabını alabilirsiniz. Aynı çocuk güneşin varlık nedenini insanların ısınması için gibi sonuca bağlayabilir. Etrafımızdaki şeylerin varlığının ve tüm olup bitenin bir amacı olduğu şeklindeki düşünceye “Teleolojik Düşünme” denir. Bu düşünme şekline göre insanların ve diğer canlıların varlığının, gezegenlerin ve hareket şekillerinin hatta tüm evrenin var olmasının bir amacı vardır.

Güneş ışığının aynı şekilde diğer gezegenlere de vurduğu bilgisini edinen bir insanda bu tarz düşünmenin zayıflaması, bilimlerin açıklama ve kapsam alanı genişledikçe de teleolojik düşünmenin kapsama alanının daralması beklenir. Oysa gerçekliği algılamaya çalışırken bilimden çok inançlarına dayanan kişiler, evrenin ve içinde olup bitenlerin nedeni yerine varsayımsal bir amaca odaklanır. Evrenin, akıllı bir tasarımla bir amaç doğrultusunda oluşturulduğu, tüm süreçlerin ve içinde yer alan tüm nesnelerin bu amaca uygun hareket ettiği inancıyla terbiye edilmiş zihinlerin komplo teorilerine de daha yatkın oldukları araştırmalarla ortaya konmuştur. Örneğin Current Biology dergisinde yayınlanan bir araştırma teleolojik düşünme ile komplo teorileri arasında kanıtlar ortaya koyuyor (Wagner-Egger ve ark., 2018). Araştırmada 2000’den fazla insan ile görüşülmüş ve belli başlı komplo teorilerine inandığını belirten insanların, aynı zamanda akıllı tasarıma da daha çok inandığı ortaya çıkmış. Bu araştırmada daha önceki başka araştırmalarda da ortaya konduğu gibi (ör. Pobiner, 2016), teleolojik düşünme ile evrimi reddetme de ilgili bulunmuş. Bu da şaşırtıcı bir sonuç değildir çünkü evrimsel açıklamalar teleolojiye değil nedenselliğe dayanır.

Sadece çocuklar değil, bazı yetişkinler de olayları açıklarken bu olayların nedenini değil amacını düşünme eğilimindedir. Bu onları komplo teorilerine inanmaya daha yatkın kılar.

2. Rastlantısallığı Kavrayamama

Komplo teorilerine inanan insanların rastlantısallığı yeterince kavrayamadığına dair bulgular mevcuttur.

Van Prooijen ve arkadaşlarının (2018) yaptıkları araştırmada defalarca yazı tura atılmış, sonuçlar kaydedilip insanlara bu sonuçlarda bir mantıksal dizilim, yani bir örüntü olup olmadığı sorulmuştur. Katılımcılardan komplo teorilerine inananlar, inanmayanlara göre bu dizilerde daha çok (aslında olmayan) örüntü tespit etmiştir.

Başka bir araştırmada (Hart ve Graether, 2018) katılımcılara, bilgisayar tarafından dil bilgisi kurallarına uygun olarak rastgele üretilen cümleler sunulmuş ve bu cümlelerin kendileri için ne kadar derin bir gerçeklik ifade ettiği sorulmuştur. Örneğin bu cümlelerden biri “Bütüncüllük sonsuz fenomeni susturur” şeklindedir. Yanıt tabii ki bu tür cümlelerin tamamen saçma olduğudur; çünkü içerdiği kelimeler dil bilgisi kuralları kullanılmasına karşın rastgele üretilmiştir. Komplo teorilerine inananlar, bu tür rastgele cümlelerin derin anlamları olduğunu daha çok düşünme eğilimde olmuştur.

Tesadüfîliği tespit etmekte zorlanan insanlarda paranormal inançların da daha yoğun olduğu bulunmuştur (Wiseman ve Watt, 2006).

Bazı komplo teorisyenleri, uçakların artlarında bıraktıkları izlerin gizli örgütler tarafından insanları itaatkâr hale getirmek için kullanıldığı görüşünde
Pixabay

 

Kısaca komplo teorilerine inanan insanlar, tamamen rastgele olan uyaranlar arasında bile örüntüler tespit etme eğilimindedir.

3. Belirsizlikten Kaçınma 

Kimi insanlar çevrelerinde olan bitenlerin ve başlarına geleceklerin belirsiz olduğu gerçeğini kabullenmekten daha fazla kaçınır. Bu insanlar kontrol edemedikleri, öngöremeyecekleri olaylarla dolu bir dünyada olmanın yarattığı kaygı ile başa çıkmakta zorlanır. Bilinmeyeni yeterince tolere edemezler. Bu yüzden algıladıkları şeyler arasında bağ kurmaya, sıradan olaylarda derin anlamlar aramaya daha eğilimli olurlar. Whitson ve arkadaşlarının (2014) yaptıkları bir çalışmada da belirsizlikten kaçınma eğilimi daha yüksek olan insanların komplo teorilerine daha yatkın oldukları bulunmuştur.

4. Dini İnanç Sahibi Olma 

Dünyanın düz olduğunu iddia edenlerin %52’si kendisini “çok dindar” olarak tanımlarken, normal popülasyonda bu oran %20 civarındadır. Bu durum sadece düz dünyacılarla ilgili de değil. Dini inanç sahibi olmak ile her türden komplo teorilerine inanmak arasında kuvvetli bir ilişki bulunmuştur (Wagner-Egger ve ark., 2018).

Komplo teorileri ile dinler arasındaki paralellik gerçekten de dikkat çekicidir. Dinler de dünyayı teleolojik olarak yorumlar, belirli bir dine mensup insanlar kendilerinin, diğerleri tarafından “büyük oyunlara” kurban olduğunu düşünür, bilimsel gerçekler yerine duygulara hitap eden aktarılmış ifadelere inanırlar. Dinler ve komplo teorilerinin ilişkisini inceleyen Franks ve arkadaşları (2013) bu yüzden komplo teorilerini “quasi-religion” (dinimsi, din gibi) olarak betimler. Onlara göre komplo teorileri, yapıları, işleyiş süreçleri ve inananların zihinsel yapıları açısından dinleri andırır.

Yazımızın girişinde New York’un kuzey bölgelerinde aşı olmamış çocukların halka açık alanlara çıkmasının yasaklandığına ilişkin habere dönelim. Bölgeden silinmiş olan kızamığın tekrar hortlayarak bir sağlık tehdidi haline gelmesine neden olan şeyin, aşı karşıtı Ortodoks Yahudi aileler olduğu belirtiliyor. Bu ailelerden biri aşı olmamış çocuklarıyla birlikte İsrail’e bir ziyarete gitmiş, çocuk orada kızamık kapmış ve ülkeye dönünce de hastalık, aşı olmamış diğer çocuklara bulaşarak yayılmış.

5. Öne Çıkma, Kendini Gösterme İsteği 

Toplum içinde ön plana çıkma, diğer insanlara göre daha özel olduğunu hissetme eğilimi arttıkça, komplo teorilerine inanma eğilimi de artmaktadır (Imhoff ve Lamberty, 2017). Bu insanlar “Birçok insanın göremediği bir gerçeği görüyorum, bilmediği bir gizemi biliyorum, o hâlde özel ve önemli olmalıyım” şeklindeki düşüncelere sahiptir. Bir araştırmada katılımcılara narsisizm ölçeği uygulanmış ve inandıkları komplo teorileri incelenmiş, sonuçta narsisizm skalasından yüksek puan alanların komplo teorilerine daha çok inandığı bulunmuştur (Chichocka ve ark., 2016).

6. Eğitim Seviyesinin Düşük Olması

Genel bulgulara göre eğitim seviyesi arttıkça komplo teorilerine olan inanç azalmaktadır. Bunun olası nedeni ile ilgili Swami ve arkadaşları (2014) bir deneysel düzen tasarladılar. Katılımcıların bir kısmına cümle parçalarını birleştirme şeklinde, analitik düşünme yeteneklerini harekete geçiren bir görev verildi. Daha sonra bu katılımcılara ve bu görevin hiç verilmediği diğer bir grup katılımcıya, bir komplo teorisi okunarak ne kadar inandıkları soruldu. Baştaki görevi almayanların, yani analitik düşünme yetenekleri uyandırılmayan katılımcıların daha çok inandığı ortaya çıktı. Buna göre, eğitim süreci içinde kişi birçok ayrı boyutta analitik düşünme durumunda kaldığı için olayları daha kapsamlı ve objektif değerlendirip, bağlantılar tespit ederken sezgisellikten çok mantığa dayanan düşünsel süreçleri daha çok kullanmaktadır.

7. Batıl İnanç Sahibi Olma 

Komplo teorileri ve batıl inançlara inanma arasında da pozitif bir ilişki bulunmuştur (Darwin ve ark., 2011; Swami ve ark., 2011). Bu madde de teleolojik düşünme ve dini inanç sahibi olmakla ilgili olup, yine hayatı mantıktan çok sezgisel/duygusal eğilimleriyle yorumlayan insanlarda komplo teorilerine karşı daha çok yatkınlık olduğu bulguları ile paraleldir.

Düz dünyacıların inandığı dünya modeli
iStock

Toplumsal Boyut

Komplo teorileri tüm dünyada yaygındır. Örneğin Mozambik, Nijerya ve Tanzanya’da halkın önemli bir kısmı toplumdaki elit ve gizli bir tabakanın toplumu yönlendirdiğine, ülkeleri üzerinde oynanan gizli batı oyunlarına, hatta kendilerine düşman olanların büyü yaptığına inanmaktadır (West ve Sanders, 2003).

Bazı ülke liderleri de komplo teorilerini besler. Örneğin Donald Trump küresel ısınmanın Çinlilerin icadı bir kavram olduğunu, amaçlarının da ABD’yi üretimde geri bırakmak olduğunu söylemiştir. Bir başka konuşmasında ise aşılar konusunda ciddi şüphelerini dile getirip, aşıların otizme yol açtığını belirtmiştir.

Elbette ki başka ülkelerde de benzer durumlar vardır. Elimizde komplo teorilerinin yaygınlığına dair ülkeler bazında pek veri olmasa da, dünyanın birçok ülkesinde ekonomik, askeri ve politik açıklamalar yapılırken komplo teorileri kullanıldığını biliyoruz. Politikacılar da bu bakış açısını söylemleriyle destekler. Örneğin birçok politikacı “ülkesi üzerinde dönen kirli oyunlar”, “üst akıl”, “dış güçlerin gizli oyunları”, “büyük resim” gibi ifadeleri sık sık kullanarak komplo teorilerini destekler. Etki ve erişim alanı daha yüksek olan insanların bu tür söylemleri sıradan insanların gerçekliği olduğu gibi görmesini engeller. Politikacıların bu söylemleri gerçekten inanarak mı yoksa manipülasyon amaçlı mı ifade ettikleri tartışılabilir, çünkü halkın da bunlara inanması, ülkede olup bitenler hakkındaki yönetimsel sorumluluk payını azaltır. Nedeni ne olursa olsun yöneticiler tarafından dile getirilen bu tür söylemlerin komplo teorilerini ciddi biçimde beslediği inkâr edilemez.

Oxford Üniversitesi ve Reuters Enstitüsünün 2018 yılında yaptığı, dünyanın farklı bölgelerinden 37 ülkeyi içeren geniş kapsamlı araştırmaya göre, Türkiye bu 37 ülke arasında habercilerin en fazla haber “ürettiği” ülkedir. Mustafa Akyol, Türkiye’de “Tüm dış güçlerin Türkiye aleyhine oyunlar oynadığı, Türkiye üzerine büyük komplolar döndüğü” gibi bir inancın çok yaygın olduğunu belirtir. Türkiye’deki insanların yaklaşık yarısı, ülkenin ekonomik olarak içinde bulunduğu kötü koşulların “bir takım güçlerin ülkesine karşı ekonomik bir savaş açmasının sonucu” olduğuna inanmaktadır. Türkiye’deki insanların siyasal ve küresel olaylara bakış açısını inceleyen Julian de Medeiros (2018) komplo teorilerinin ülkede çok yaygınlaştığını, politikanın “paranoyaklaştığını” belirtir. Şerif Mardin de bunun her zaman böyle olduğundan bahsederek, “Komplo teorileri, Türklerin tarih felsefesidir” der.

Her problemimizin sorumlusu dış güçler (temsili)
Jared Rodriguez / Truthout

 

Sadece ülkemizde değil, tüm dünyada bu durum yükselen bir eğilim göstermektedir. Politikacıların gerçek dışı bilgileri yaygınlaştırması, sosyal medyanın da hızla artan etkisiyle hayatımıza “post-truth” diye bir kavramın girmesine neden olmuştur.

İnsanlığın bilgiye erişimi arttıkça giderek daha fazla nesnel verilere ve rasyonaliteye dayanacakları beklentisi, özellikle “post-truth” kavramıyla derinden sarsılmış görünmektedir. Öyle ki 2016 yılında “post-truth”, tüm dünya kültürünü şaşırtıcı şekilde yoğun olarak etkilediği için yılın kelimesi olarak seçilmiştir. Oxford Sözlük “post-truth” ifadesini duyguların ve inançların halkı etkilemekte objektif gerçeklerden daha etkili olması olarak tanımlamıştır. Bilim insanlarının belirli konulardaki görüşleri ve bilimsel veriler, sokaktaki insanları duygusal ve kulaktan dolma bilgilerden daha az etkilemektedir. Post-truth gerçekten de son yıllarda tüm dünyada muhafazakâr anlayışın yükselişe geçmesiyle birlikte hayatımızda giderek daha fazla yer kaplıyor, doğal olarak da komplo teorilerinin giderek yaygınlaşmasına sebep oluyor.

*

Dünyayı yorumlarken kişisel ve toplumsal bazda bazı tespitlere ve tahminlere sahip oluruz. Kimi zaman bu tahminler doğru da olabilir. Örneğin bazı devletlerin, kurumların ve şirketlerin bazen gizli kapaklı şeyler yaptıkları bilinmektedir. Bu da komplo teorisyenlerinin temel dayanaklarından birisidir. Ancak dünyanın aslında düz olması, sürüngenimsi uzaylılar tarafından yönetilmesi, aşıların zararlı olduğu gibi iddialar bilimsel dayanaklardan da yoksundur. Sayısız komplo teorisinden arada birkaçının doğru olabilecek şeyler içermesi, yanlış bir saatin günde iki kez doğruyu göstermesine benzer. Komplo teorisyenleri, teorilerine karşı sağlam bilimsel kanıtlar sunmakla yükümlüdür; çünkü herhangi bir teorinin gerçekliğine ilişkin ispat yükü her zaman teoriyi ileri sürene aittir.

Hayatta bize yol gösteren şey hayata ilişkin tahminlerimizin ve inançlarımızın bize nasıl hissettirdiği değil, nesnel kanıtlar ve bilim olmalıdır.

Handan Bozkurt
Kaynak: evrimagaci.org

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version