KENDİNDEN NEFRET ETTİRME – ELIAS CANETTI

    Annemden ve kardeşlerimden ayrılışımın ilk kışı, okulda büyük güçlükler yaşamama yol açtı. Son birkaç aydır, bazı okul arkadaşlarım arasında olağandışı bir tutukluk, bir uzaklaşma hissediyordum, ama bu uzaklık, yalnızca içlerinden bir ikisinin alaylı sözcükleriyle kendini belli ediyordu. Olan bitenden haberim yoktu. Davranışlarımın, herhangi bir kişiyi incitebileceği aklımdan geçmezdi, değişen bir şey yoktu çünkü, birkaçı dışında okul arkadaşlarım aynıydı, hepsiyle de iki yıldır birlikteydik. Sınıf, 1919 baharında iyice küçüldü; birkaç kişi Yunanca öğrenmek için Literargymnasium’a, edebiyat bölümüne geçti. Latince ve diğer dilleri öğrenmek isteyenlerse, Realgymnasiumda dört şubeye ayrıldı.

    Bu dağıtımla birlikte, birkaç yeni öğrenci aramıza katılmıştı; bunlardan biri Tiefenbrunnen’de oturan Hans Wehrli’ydi. Yolumuz aynıydı, yakın arkadaş olduk. Yüzü, derisi sanki kemikleri üzerine sımsıkı gerilmiş gibi duruyordu, inişli çıkışlı, yorgun görünümlüydü ve bu, onu diğer yüzlerden daha yaşlı gösteriyordu. Ama bana diğerlerinden daha yetişkin görünmesinin tek nedeni bu değildi. Hans düşünen, inceleyen bir çocuktu, diğer arkadaşlardan bazıları gibi kızlardan söz etmezdi hiç. Eve yürürken, hep “gerçek” şeylerden, yani bilgiyle, sanatla ve dış dünyayla ilgili şeylerden konuşurduk. Sessiz sakin dinler, sonra ansızın canlı bir şekilde, zekice düşünülmüş kendi görüşleriyle karşı çıkardı. Bu sakinlik ve karşıtı olan canlılık bana çekici gelirdi, çünkü sessizlik ya da sakinlik bana göre değildi; ben her zaman konuşkan, canlı bir insandım. Hans’ın en temel özelliğinin çabukluk olduğunu görüyordum. Lebden leblebiyi anlardı, fazla konuşmanıza gerek yoktu ve onaylayıcı olsun olmasın, her zaman için size verecek bir yanıtı vardı; tepkilerini önceden kestiremezdiniz, bu da konuşmaları renklendirirdi. Ama bu konuşmaların göze görünen niteliğinden çok, nereden kaynaklandığını bilmediğim özgüveni kafamı kurcalardı. Ailesi hakkında bildiğim tek şey, Tiefenbrunnen’de, Zürihlilere ekmek yapmada kullanıla unu öğüten büyük bir değirmenleri olduğuydu. Bu yararlı bir şeydi, beni ürküten, dayımın kişiliğinde nefretimi uyandıran işten, “ticaret” denen şeyden çok farklıydı. Bir insanı azıcık tanıdıkta sonra, ticaretle ve kişisel çıkarla ilgili her şeye karşı duyduğum hoşnutsuzluğu dile getirmekten sakınmazdım. Hans Wehrli, bunu anlıyor gibi görünüyordu, çünkü görüşlerimi sakin sakin kabul ediyor ve hiç eleştirmiyordu. Ayrıca, kendi ailesine karşı hiçbir şey söylememiş olması da dikkatimi çekmişti. Bir yıl sonra, okulda Viyana Kongresinde İsviçre konulu bir konuşma yaptı. İşte o zaman, atalarının Kongrede İsviçre’yi temsil ettiğini öğrendim ve Hans Wehrli’nin “tarihsel” bir kişi olduğunu anlamaya başladım. O dönemde, konuyu gereken çerçevesine oturtmam beklenemezdi ama, Has’ın aile geçmişi konusunda kaygı duymasına yol açacak bir nedeninin bulunmadığını hissediyordum.

    Benim içinse durum çok daha karmaşıktı. Babam, yaşam yolumun başında iyi bir imge olarak durmaktaydı, her şeyimi borçlu olduğum Anneme karşı duygularımsa hâlâ sarsılmaz görünüyordu. Ama bu iki kişinin ardından, özellikle de Anne tarafımda, bende müthiş bir güvensizlik yaratmış olan aile çevrem geliyordu. En başta, annemin Manchester’daki başarılı kardeşi vardı, ama o yalnız değildi. 1915 yazında, Rusçuk’a gittiğimizde, Annemin korkunç ve de deli yeğeni, ailenin her bir üyesinin kendisini soymakta olduğuna inandığını haykırmıştı; bu adam, yaşamının sonuna dek bir düşman olarak yaşayacaktı. Sonra benim “güzel” meslek olarak, yani insanın başka insanlar için yaşadığı bir uğraş olarak gördüğüm mesleği seçen tek akrabamız Dr. Arditti vardı; ama o da doktorluğa ihanet etmişti ve şimdi tıpkı diğerleri gibi ticarete atılmıştı. Baba tarafımda daha az sıkıcı, inişsiz çıkışsız bir kişi olan ve yetkinliğini, bazı durumlarda da katılığını doyasıya kanıtlamış, genel görünümünü daha karmaşık ve daha şaşırtıcı kılan pek çok başka niteliğe sahip Büyükbabam vardı. Beni iş hayatına çekmek istediği izlenimini edinmiş değildim. Yapacağını yapmıştı zaten, babamın ölümü kemiklerini sızlatıyordu, bu acının açtığı yara, şimdi benim işime yarıyordu. Ama beni derinden etkilemesine karşın, ona hayran olamıyordum; bu durumda ondan başlayarak geriye doğru, onların, dört beş yüz yıl önce İspanya’da yaşayan atalarından farklı olarak. Balkanlarda bir doğulu yaşantısı süren bir atalar tarihi uzanıyordu önümde. Hepsi de gurur duyulacak insanlardı, doktorlar, ozanlar, düşünürler vardı, ama elde yalnızca genel bilgiler bulunuyordu. Bunun da aileye özel bir etkisi yoktu.

    Geçmişimle duygusal, kuşkulu ve kesinlikten uzak bir ilişki kurduğum bu dönemde, dıştan bakıldıkça hiç de önemli görülmeyecek, ancak daha sonraki gelişmemde önemli etkileri olan bir olay yaşadım. Bu konuda konuşmaktan hoşlanmasam da, burada atlamayacağım, çünkü bu, Zürih’te geçen ve aslında coşkun bir şükran duygusuyla anılarımda yer etmesi gereken beş yılımın tek kötü olayıydı.

    Çocukluğumda, Yahudi olmamdan dolayı bana yöneltilmiş herhangi bir düşmanlıkla karşılaşmadım, böyle bir duyguyu tanımadım. Bulgaristan’da olsun, İngiltere’de olsun, böyle şeyler bilinmiyordu o zaman sanırım. Viyana’da fark ettiğim bu türden olgular hiçbir zaman bana zarar verebilecek boyuta ‘ ulaşmadı; bunları gördüğümü ya da duyduğumu anneme söylediğimde, o kendine özgü sınıf gururunun verdiği kibirle, olayların başkalarını hedef aldığını, asla bir İspanya kökenli Yahudi’nin söz konusu edilmediğini söylerdi. Bu durumu büsbütün garipleştiriyordu aslında, çünkü bütün geçmiş tarihimiz, İspanya’dan kovulmaya dayandırılmıştı; ama suçlamaları çok eski bir geçmişe yöneltmekle içinde bulunduğumuz andan uzak tutmada daha etkili olacağını salıyordu.

    Zürih’te Latince öğretmeni Billeter, bir keresinde söz istemek üzere elimi kaldırmada fazla acele davrandığım için beni eleştirmişti; sorusunu erken davranıp biraz geri bir öğrenci olan Lucerne’li Erni’den önce yanıtladığımda, Emi’nin düşünmesine fırsat vermemi istemiş ve onu yüreklendirmek için, “Düşünürsen bulacaksın yanıtı Erni,” demişti. “Viyanalı bir Yahudi’nin her şeyi elimizden almasına izin vermeyeceğiz, değil mi?” Bu biraz aşırı kaçıyordu ama o zamanlar hiç alınmadım. Ne var ki, Billeter’in iyi bir insan olduğunu, amacının, ağır bir çocuğu, hazırcevap birinin karşısında korumak olduğunu biliyordum, olay bana karşıydı gerçi ama öğretmeni genelde seviyordum, bu durumda aceleciliğimi bastırmaya çalışmıştım.

    Ama üstün olma istekliliği konusunda ne demeliydi? Nedenlerden biri, çocuk yaşta konuştuğum Sefaradçanın canlı, hızlı bir dil olmasıydı, bu alışkanlığım, Almanca, hatta İngilizce gibi görece olarak daha yavaş konuşulan dillerde bile garip bir tempo şeklinde kendini gösteriyordu. Ama tek neden bu olmasa gerekti. En önemli etmen, Annemin karşısında konumumu koruma isteğimdi sanının. Annem, konuşmalarımızda hemen karşılık isterdi benden, hazırcevap olmamı beklerdi; bir süre bekledikten sonra verilen yanıtlar geçerli değildi onun için. Lozan’da bana birkaç hafta içinde Almanca öğretmesindeki başarı, bu yöntemin doğru olduğunu gösteriyordu. Dolayısıyla sonraları da her şey aynı tempoda yaşandı. Aslında aramızdaki her şey sahne oyunları şeklinde gerçekleşiyordu; biri konuşuyor, diğeri yanıtlıyordu. Ama bu ayrıcalık bize verilmiş değildi; sahnelerimizde, her şeyin saat gibi işlemesi beklenirdi, bir kişi daha son tümcesini tamamlanmadan diğeri yanıt vermeye başlamalıydı. Bu konuda usta olmak zorundaydım çünkü Annemin karşısındaki konumumu ancak böyle koruyabilirdim.

    Dolayısıyla yapımda doğuştan var olan canlılığı, dışa dönüklüğü Annemle onu doyuracak şekilde konuşmak için de arttırma gereksinimi duyuyordum. Sınıftaki durum başkaydı gerçi ama ben, gene de evdeki gibi davranıyordum. Öğretmeni annemmiş gibi görüyordum. Tek fark, yanıtı yapıştırmadan önce elimi kaldırmak durumunda olmamdı. Ama gene de ağzımdan kaçırıyordum ve diğerleri kalakalıyorlardı. Bu davranışımın onları değil öfkelendirmek, incitebileceğini bile aklımdan geçirmezdim. Öğretmenlerin bu türden bir ataklık karşısındaki tutumları birbirinden farklıydı. Bazıları yalnızca birkaç öğrencinin derse katılmasının, işlerini kolaylaştırdığını düşünüyordu. Öğretmelerine yardımcı olunuyordu böylece, hava sıkıcı olmuyor, sınıfta hareket görülüyor ve hemen gerekli tepkileri almakla iyi öğrettikleri duygusuna kapılıyorlardı. Bazıları da bunu haksızlık olarak görüyor, bazı sönük öğrencilerin, özellikle de sürekli karşılarına çıkan karşıt görüşlerden dolayı öğrenme umudunu yitirebileceğinden korkuyorlardı. Hiç de haksız olmayan bu öğretmenler, bana karşı soğukkanlı davranıyorlar, beni bir çeşit baş belası olarak kabul ediyorlardı. Ama öte yanda bilgiye saygı gösterilmesinden mutluluk duyarlar da vardı ve bendeki nahoş atılganlığı harekete geçirenler de bunlardı.

    Çünkü bence bilgi, kendini gösterme arzusundadır, gizli bir varoluş olarak kalmayı kabul etmez, buna karşı savaşır. Ben, dilsiz bilgiyi tehlikeli bulurum, çünkü suskun bilgi giderek daha da dilsizleşir, sonunda giz haline gelir, o durumda da bir sır olarak kalmasının öcünü almak zorundadır. Kendisinden başkalarına pay vererek kendini ortaya koyan bilgi, iyi bilgidir; ilgi ister, ama hiç kimseye karşı durmaz, karşı olmaz.

    Öğretmenler ve kitaplardan gelen etki, yayılmaya çalışır. Bu masum evrede kendisinden kuşku duymaz, hem kendini sağlamlaştırır, hem yayılır, ışık saçar ve kendisiyle birlikte her şeyi genişletmeyi, büyütmeyi arzular. İnsan ona ışığın niteliklerini yakıştırır, en yüksek hızda yayılmayı arzulayan bir ışıktır bilgi ve “aydınlanma” sözcüğüyle betimleyerek onu onurlandırır insan. Aristoteles’in kutularına sıkıştırılmadan önce bu şekilde tanıyordu Yunanlar bilgiyi. Parçalara ayrılıp istiflenmeden önce tehlikeli olduğuna inanmaya yanaşmıyor insan. Herodotos, ışık yaymak zorunda olması nedeniyle masum olan bilginin en saf anlatımı olarak dikkatimi çekmiştir. Yaptığı bölümlemeler, birbirinden farklı konuşan ve yaşayan ulusları kapsamaktadır. Onları anlatırken, bölümlemeleri vurgulamaz; tersine, kendi içindeki en farklı şeylere yer bırakır, kendisi tarafından bilgilenen insanlara yer ayırır. Yüzlerce şey hakkında bilgi sahibi olan her genç adamda küçük bir Herodotos vardır ve bir mesleğe yönelik kısıtlama bekleyerek onu daha yükseklere çıkarmaya hiç kimsenin girişmemesi önem taşımaktadır.

    Bir yaşamın en önemli bölümü olan “bilmeye başlama” okulda gerçekleşir. Genç bir insanın ilk toplumsal deneyimidir bu. Kendisini öne çıkarmak isteyebilir, ama bundan da öte, bilgi kendisini sarar sarmaz yalnızca kendisine ait bir şey haline gelmemesi için onu ışık huzmeleri halinde yaymak ister. Kendisinden daha yavaş öğrenciler, onun öğretmenin gözüne girmeye çalıştığını, yağcılık ettiğini düşünür ve ona işgüzar gözüyle bakar. Ama onun hiçbir amacı yoktur, yalnızca bu türden amaçları aşmak ve öğretmenleri kendi özgürlük itkisine yöneltmek istemektedir. Öğretmenlerinden günlük yaşantıyı kolaylaştırma düşüncesini çekip almayı düşlemektedir, bu düşünceleri aşmak istemektedir. Ve yalnızca günlük yaşantıyı kolaylaştırıcı amaçlara kendilerini kaptırmış, bilgilerini salt bilgi adına yayan öğretmenleri — yalnız ve yalnız onları sevmektedir; ve anında tepki göstermekle onları ödüllendirmektedir, durmadan bilgi yaydıkları için teşekkür etmektedir onlara.

    Ama bu özellikler, onu ödüllendirmelerine tanık olan diğerlerinden uzaklaştıracaktır bu kişiyi. Kendini öne çıkarırken, onları umursamaz. Onlara karşı kötü duygular beslememekte, ama oyuna katılmalarına engel olmaktadır; oyuna girmezler, yalnızca birer izleyici olarak varlıklarını sürdürürler. Bu durumda öğretmendeki zenginliklere kendilerini kaptırmamış olduklarından, öteki’nin kendini kaptırdığını kendilerine itiraf etme yetisinden yoksundurlar, aşağılık nedenlerle böyle davrandığını sanmaktadırlar. Kendilerine hiçbir rol düşmeyen bir gösteriymişçesine iterler onu; belki durumunu koruduğu, varlık gösterdiği için azıcık da kıskanıyorlardır. Ama genelde, baş belası olarak görürler onu, öğretmene karşı duydukları doğal tepkilerini karmakarışık hale getiren, ama gene de bunları gözlerinin önünde bir saygıya, bir bağlılığa dönüştüren baş belası.

    Elias Canetti
    Kurtarılmış Dil
    Bir Gençliğin Öyküsü
    Çeviren: Şemsa Yeğin (Payel Yayınevi)

    Cevap Ver

    Lütfen yorumunuzu giriniz!
    Lütfen isminizi buraya giriniz