Ana Sayfa Felsefe KAPIYI VURMADAN GİRİN!.. TEKNOLOJİ İLE GELEN YERSİZ YAKINLAŞMA – ADORNO

KAPIYI VURMADAN GİRİN!.. TEKNOLOJİ İLE GELEN YERSİZ YAKINLAŞMA – ADORNO

Kapıyı vurmadan girin…

Teknoloji, jestlerle birlikte insanların da dakikleşmesine, kesinleşmesine ve hunharlaşmasına yol açıyor, insan hareketlerini her türlü duraksamadan, düşüncelilikten ve edepten arındırıyor. Onları nesnelerin amansız ve denebilirse tarih dışı taleplerine bağımlı kılıyor. Böylece, sözgelimi bir kapıyı yavaşça, sessizce ama sıkıca kapatma yeteneği de yitiriliyor. Arabaların ve buzdolaplarınınkiler çarpılarak kapatılmak zorunda; kimi kapılarsa kendiliklerinden kapanıyor, içeri girenleri arkalarına bakmama ve kendilerini kabul eden evi korumama gibi nezaketsizliklere mahkûm ederek. Yeni insan tipini anlamak istiyorsak, onu çevresindeki nesneler dünyasının sürekli etkisine maruz kalan, sisteminin en derin noktalarında bile oradan izler taşıyan bir varlık olarak düşünmemiz gerekir. Artık içeri doğru açılacak pencerelerin yerinde sadece sağa sola itilecek sürgülü camların olması özne için ne demektir? Yumuşak kapı mandallarının yerinde döner tokmakların olması, avluların ortadan kalkması, sokak kapısının önündeki birkaç basamağın ve bahçe duvarının yok olması acaba nasıl etkilemiştir onu? Sırf motorunun gücünden ötürü, sokakların haşaratını, yayaları, çocukları ve bisikletlileri ezip geçme isteğini bir kez olsun içinde duymamış sürücü var mıdır? Makinelerin kendi kullanıcılarından talep ettikleri hareketler de Faşist zorbalıkta gördüğümüz o vahşi, sert, huzursuz savrukluk ve dengesizliği içermiştir çoğu zaman. Yaşantının kuruyup gitmesinin bir nedeni de şu olmalı: Nesnelerin saf işlevsellik yasasının buyruğuna girmekle aldıkları biçim, onlarla teması sadece işleticiliğe indirgemekte ve gerek insanların hareket özgürlüğünde gerekse nesnelerin özerkliğinde herhangi bir fazlalığa, eylem ânının içinde tüketilmeyecek ve yaşantının çekirdeği olarak varlığını sürdürecek herhangi bir artığa izin vermemektedir.

Struwwelpeter{1} — Hume, kendisinden daha dünyevi yurttaşlarının karşısında, epistemolojik düşünüşü, kibar beylerin hiçbir zaman iltifat etmediği o “saf felsefeyi” savunmak zorunda kaldığında, şu muhakemeye başvurmuştu: “Titizlik ve kesinlik her zaman güzelliğe yararlıdır, doğru akıl yürütme de ince duygulara.”{2} Bu sözün kendisi de bir pragmatizm içeriyordu gerçi, yine de pratiklik konusunda bütün söylenmesi gerekenleri örtük bir biçimde ve tersten giderek söylüyor. Yaşamın pratik düzenleri, insana yararlı gibi görünseler de, bir kâr ekonomisinde ancak insani niteliklerin köreltilmesine hizmet edebilirler ve yaygınlaştıkça da bütün şefkatli ilişkilerin parçalanıp kopmasına yol açarlar. Çünkü insanlar arası şefkat, amaçsız ilişkilerin de olabileceğini bilmek demektir aslında: Amaçların kavgasına batmış kişilerin hâlâ sezebildiği bir avunu kaynağı, eski imtiyazlardan miras alınmış ama imtiyazsız bir düzen vaadini de içeren bir seziş. İmtiyazın burjuva aklınca ortadan kaldırılması, sonunda bu vaadi de yok ediyor. Eğer zaman para demekse, zamandan, en çok da kendi zamanımızdan tasarruf etmek ahlaklı bir davranış olarak görünür ve böyle bir tutumluluk da başkalarına karşı düşüncelilik olarak aklanır: Açık-sözlü davranmış, hiçbir şeyi gizlememişizdir. Birbirleriyle alışverişlerinde insanlar arasına sokulan her türlü örtü, sadece nesnel olarak bütünleşmekle kalmayıp bundan gönenç de duydukları aygıtın işleyişinde bir arıza olarak görülür. Karşılıklı şapka çıkarmak yerine bir “mer’aba”nın aşina kayıtsızlığıyla selamlaşmak, mektup yazmak yerine hitapsız ve imzasız ofis içi yazışmalar göndermek, insani temasta başgöstermiş bir hastalığın rastgele belirtileridir sadece. Yabancılaşma tam da insanlar arasındaki mesafenin kaldırılmasında gösterir kendini. Çünkü ancak birbirlerini alışverişle, tartışma ve uygulamayla, denetim ve işlevle usandırmaktan kaçınabildikleri sürece insanlar arasında dışsal biçimlerin o hassas telkâri bağlantıları oluşabilir ve içsel olan da ancak bu dış biçimlerde billurlaşabilir. Jung’un izleyicileri gibi kimi gericiler bunu bir ölçüde sezmişlerdir. G. R. Heyer’in{3} Eranos denemelerinden birinde şu cümleye rastlıyoruz: “Uygarlığın şekillendirici etkisine henüz fazlaca maruz kalmamış toplulukların ayırt edici özelliklerinden biri, konuya dolaysızca yaklaşmamaları, hatta ondan söz etmekten bir süre kaçınmalarıdır; sohbet, böyle insanlar arasında, asıl konusuna sarmallar çizerek adeta kendiliğinden varır.” Bugünse düz çizgi, iki nokta arasında olduğu gibi iki insan arasında da en kısa yol sayılmaktadır. Tıpkı son zamanlarda prefabrik ev duvarlarının tek parça olarak imal edilmesi gibi, insanlar arasındaki duvarın harcı da onları birbirinden ayrı tutmanın basıncıyla ortadan kaldırılmaktadır. Farklı olan hiçbir şey artık anlaşılamamakta, şef garson eli değmiş bir Viyana spesiyalitesi olarak değilse bile, çocuksu bir güven ya da yersiz bir yakınlaşma olarak görülmektedir. Faydacı düzen, iş yemeğinin başlangıcında hal hatır sormak için söylenen birkaç cümleyle, kendi karşıtını bile devralıp soğurmuştur. İnsanların birbirleriyle konuşma yeteneğini yitirmeleriyle işten söz etmenin ayıp sayılması aslında aynı şeydir. Her şey zaten iş olduğu için, “iş” sözcüğünü ağza almak da yasaktır – asılmış bir insanın evinde “ip” sözcüğünün telaffuz edilememesi gibi tıpkı. Merasimin, eski tarz nezaketin, boş gevezelik olduğundan -kimi zaman haklı da olarak- kuşkulanılan amaçsız sohbetin o sözde demokratik tasfiyesiyle birlikte, insan ilişkilerinin artık hiçbir şeyi tanımsız bırakmayan o sözde netleşme ve saydamlaşmasıyla birlikte, çıplak vahşet de yaşama egemen olmaktadır. Hiç duraksamadan, uzun boylu düşünmeden ve yan konulara sapmadan söylenen dolambaçsız sözde, Faşist yönetimde dilsizlerin suskunlara verdiği komutun biçim ve tınısını başından beri andıran bir şeyler vardır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde her türlü ideolojik süslemeyi kaldıran yalınlığın kendisi de insanlara nesne gibi davranmanın ideolojisine dönüşmüştür çoktan.

ADORNO: “İNSANLARDA VERMEMENİN YARATTIĞI BİR BOŞLUK OLUŞACAKTIR…”

Geri alınmaz, değiştirilmez

Hediye verme âdetini unutuyoruz. Mübadele ilkesinin çiğnenişinde anlamsız ve inanılması güç bir şey var; zaman zaman çocuklar bile kuşkuyla bakıyor hediye verene, sanki hediye onlara sadece fırça ya da sabun satmak için başvurulan bir hileymiş gibi. Bunun yerine hayır derneklerimiz var artık, resmi lütufkârlıklarımız ve toplumun görünürdeki yaralarını gözlerden saklamak için yaptığımız planlı çalışmalarımız var. Bu türden örgütlü çalışmalarda insanca dürtülere yer yoktur; ve zaten bağışta her zaman aşağılayıcı bir şey vardır: Dağıtılır, hakça bölüştürülür, kısaca onu alanı bir nesne durumuna düşürür. Kişisel hediyenin bile, öngörülmüş bütçeye titizlikle bağlı kalarak, karşıdaki insanı iyice tartarak ve mümkün olan en az çabayı harcayarak gerçekleştirilen bir toplumsal işlev durumuna düştüğü, akılcı bir nezaketsizliğe dönüştüğü söylenebilir. Vermenin asıl sevinci, alanın da sevincini hayal edebilmekten geliyordu. Seçmek, zaman ayırmak, zahmete katlanmak, ötekini bir özne olarak görmek demektir bu: Savrukluğun ve gelişigüzelliğin tam tersi. İşte bunu kimse yapamıyor gibi şimdi. Olsa olsa, kendilerinin de sevebileceği şeyleri veriyorlar, ama tabii birkaç derece daha kötüsünü. Vermenin yozlaşması, o iç karartıcı icattan, “hediyelik eşya” diye üretilen şeylerden de anlaşılabiliyor; kişinin ne vereceğini bilmediği çünkü aslında vermek istemediği varsayımına dayanıyor bu yeni icat. Bu ürünler de alıcıları kadar bağlantısız. Başından beri birer uyuşturucuydular pazarda. Verilen hediyeyi değiştirme hakkınınsa şundan başka anlamı yok: “Al bunu, sana ait, ne istersen yap onunla, eğer hoşuna gitmediy-se geri verip yerine başka bir şey al, benim için hiç fark etmez.” Üstelik normal hediyeler vermenin yol açtığı sıkıntılı mahcubiyetle karşılaştırıldığında, satılabilirlik ilkesinin bu mutlaklaştırılması bile daha insanca seçeneği temsil ediyor, çünkü hiç değilse alıcının kendi kendine bir hediye almasına imkân veriyor – böyle bir şey hediyenin doğasına aykırı olsa bile.

Ürünleri yoksulların bile erişebileceği bir yakınlığa getiren üretim patlaması yanında, hediye vermenin yozlaşması önemsiz, bu konuda düşünmek de duygusallık sayılabilir. Ne var ki, bir bolluk ortamında hediye gereksizleşse bile -üstelik, bu da bir yalandır, hem özel hem de toplumsal bir yalan, çünkü bugün bile hayal gücümüzü biraz çalıştırmakla müthiş sevindiremeyeceğimiz hiç kimse yoktur- insanlarda vermemenin yarattığı bir boşluk olacaktır. Vermeyen insanın en vazgeçilmez yetileri dumura uğrar; çünkü katışıksız içselliğin tecrit hücresinde değil, ancak dışarda, nesnelerle canlı bir temas içinde gelişebilir bu yetiler. Vermeyen insanların yaptıkları her şeyden bir soğukluk yayılır: Gereken şefkat sözcüğü söylenmemiş, beklenen düşünceli davranış gösterilmemiştir. Bu soğukluk, kaynaklandığı kişileri de ür-pertmeye başlar sonunda. Bütün şefkatli, iyi ilişkiler, hatta belki de organik doğanın bir parçası olan o barışma bile, bir hediyedir. Fazla mantıklı düşündüğü için bu yeteneğini yitiren kişi, kendini de şeyleştirir ve donar.

Theodor W. Adorno
Minima Moralia / Sakatlanmış Yaşamdan Yansımalar
Metis Yayınları, Yayına Hazırlayanlar: Garo Antikacıoğlu ve Müge Gürsoy Sökmen


{1} Struwwelpeter: “Saçı başı dağınık çocuk”. Aynı zamanda Alman yazar Heinrich Hoffmann’ın 1845 yılında yayımlanan masallar kitabının adı. Minima Moralid’da bu kitaba birçok gönderme vardır.
{2} David Hume, An Enguiry Concerning Human Understanding, Chicago 1963:6-7.
{3} Gustav-Richard Heyer (1890-1967): Psikolog, Jung’un izleyicilerinden.

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version