Ana Sayfa Felsefe Hukuk’un bittiği yerde tiranlık başlar – John Locke

Hukuk’un bittiği yerde tiranlık başlar – John Locke

Hoşgörü Üstüne Bir Mektup’a Dair

Her büyük eser gibi, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup da, anlaşılabilmesi için, içinde yeşerdiği özgül tarihî ve kültürel şartların açıklanmasına muhtaç değildir. Bununla birlikte, büyük bir eserin hangi şartlar altında doğduğunu bilmemizin, onu şekillendiren fikirleri kendi doğal tarihleriyle birlikte kavramamıza hizmet edeceği şüphesizdir. Bu tespit, Mektup* için özellikle geçerlidir. Çünkü John Locke bu eserinde, bir taraftan hoşgörünün niçin gerekli ve kaçınılmaz olduğunu, günümüz için de canlı ve geçerli olan argümanlarla temellendirir, öte taraftan, dinsel hoşgörüsüzlüğü doğru ve faydalı bulanlarca her türlü araç kullanarak sürdürülen sekter düşünce iklimine çok güçlü bir şekilde karşı çıkar. Mektup, bu yönüyle genelde 17. Yüzyıl Avrupa tarihine, özel olaraksa Britanya (İngiltere) tarihine ilişkin önemli bir belge niteliğini taşır. İlave olarak, Yönetim Üstüne İki İnceleme’nin, nasıl 1688 Glorious Devrimini fikri planda haklı kılan bir boyut ihtiva ettiği söylenebiliyorsa, Mektup’un da, 1689 Hoşgörü Akti’nin teorik karşılığı olduğu söylenebilir.

Locke’un dinsel hoşgörü konusundaki bütün yazıları, Protestan inançlarını pekiştiren Oxford’daki Christ Church College’taki öğrencilik günlerinin izlerini taşır. Locke’un dinsel hoşgörü konusundaki fikirlerinin oluşumunda, ibadet özgürlüğü mücadelesinin ilk öncülerinden olan İngiliz teolog John Owen çok etkili olmuştur. Nitekim, filozofun 1660’da kaleme aldığı, ancak basılmayan ilk denemesi dinsel hoşgörüyle alâkalıdır. Yine, onun din ve siyaset felsefesinin ilk tohumlarını barındırdığı söylenebilecek ilk eseri, 1667’de yazdığı Hoşgörü Üstüne Deneme başlıklı bitirilmemiş bir çalışmadır.
Locke’un basılı ilk eseri olan Hoşgörü Üstüne Bir Mektup, Stuart Hanedanı’ndan kaçarak sürgün hayatı yaşadığı Hollanda’da, Latince olarak yazıldı (1685). Eser, dönemin Amsterdamlı lider muhalif teologlarından, Philip van Limboorch’a hitaben kaleme alındı. Eserin Epistola de Tolerantia başlığı altındaki imzasız basımı, 1689 baharında Gouda’da gerçekleşti. Eserin İngilizce çevirisi, yazarın yakın dostu olan Uniterian tüccar William Popple tarafından yapıldı. İngiltere’de, o dönemde, kendisine dinsel hoşgörüsüzlüğün en şiddetli bir şekilde uygulandığı bir cemaatin üyesi olan Popple, eseri büyük heyecanla karşılıyor, onun mutlak bir özgürlük manifestosu olduğunu deklâre ediyordu. Şüphesiz, Locke’un Mektup’unda tecessüm ettirdiğine inandığı mutlak özgürlük, sınırsız din özgürlüğüydü.

Mektup’la dinsel hoşgörüyü savunan ve haklı kılan argümanlar, doğru inanca ulaşmak ve onu bütün topluma hâkim kılmak için cebrin, özellikle de devletin zorlayıcı araçlarının kullanılabileceği iddiasında ve inancında olanlar tarafından, örneğin Jonas Proast tarafından bir meydan okuma şeklinde değerlendirildi. Bu durum Locke’un polemik boyutları ağır basan ve sonuncusunu ölümü dolayısıyla tamamlayamadığı üç mektup daha yazmasına sebep oldu. Bunlar, sırasıyla, Hoşgörü Üstüne İkinci Mektup (Second Letter Concerning Toleration, 1690), Hoşgörü Üstüne Üçüncü Mektup (Third Letter Concerning Toleration, 1692) ve tamamlanamayan Hoşgörü Üstüne Dördüncü Mektup’tur (Fourth Letter Concerning Toleration, 1706). Arka plânında Yönetim Üstüne İki İnceleme’nin etkileri sezilen ve bir meydan okuma olarak nitelenen Hoşgörü Üstüne Bir Mektup (sonradan Hoşgörü Üstüne Birinci Mektup olarak da adlandırılmıştır) en çok bilinen ve teorik örgüsü en güçlü Mektup’tur. Dinsel hoşgörüsüzlük taraftarlarının, bize göre bir meydan okuma olarak nitelendirmekte hiç de haksız olmadıkları Mektup’taki hoşgörüsüzlük karşıtı argümanların temelinde, filozofun İki İnceleme’de tecessüm ettirdiği tabiî hukuk ve sözleşme anlayışları vardır. Tabiî hukuk, bu gelenek içinde yer aldığı düşünülen diğer filozoflar gibi, Locke için de, köklerini insanın mahiyetinden alır ve zamana, yere ve milletlere göre değişebilen pozitif hukuktaki değişmeyen unsurların kendisinden tevarüs ettiği ezelî ve ebedî normları teşkil eder. Bu normlar, aynı zamanda, ahlâkın da normlarıdır. Samimî bir Hristiyan mümini ve püriten olan John Locke için tabiî kanun, Tanrı’nın iradesidir. İnsan bu kanuna uygun bir şekilde ve onu keşfedebilecek bir yetiyle teçhiz edilmiş bir varlık olarak yaratılmıştır. Bu yeti, akıldır. Doğa kanunu, bu yüzden aklın da kanunudur. Onun normlarının değişmezliğini ve evrenselliğini sağlayan şey de budur; yani rasyonel bir varlık olarak insanın o normlara tâbi ve bağlı olmasıdır.

Tanrı’nın iradesinin tecessümü olan doğa kanununun (ki moral kanunla özdeş olduğunu hiç hatırdan çıkarmayalım) akıl aracılığıyla keşfedilebilir olması insanı özgür kılar. Locke, bu yüzden İki İnceleme’de, rasyonel doğduğumuz gibi özgür de doğduğumuzu söyler. Locke’un siyaset teorisinde her bir kişiyi diğerinin eşiti kılan budur. Locke, bundan dolayı, kurgusal bir durum olarak değil de, empirik bir veri olarak tasavvur ettiği doğa durumunda, insanın bütün siyasî otoritelerden azade olma manasında özgür olduğunu düşünür. Açık bir ifadeyle, doğa durumunda toplumun ve devletin varlığı söz konusu değildir. Her bir kişinin tabiî kanunu ihlâl etmemek şartıyla kendi kanununu kendisinin koyma, hayat yolunu dilediği gibi seçme özgürlüğü vardır. Bu özgürlük, bireye başkalarının hayatına, bedenine ve mülkiyetine zarar vermemeyi emreden tabiî kanunla birleşmiş ve sınırlandırılmış bir özgürlüktür, insanın aslî özgürlüğüdür ve bu sebeple de, onu bir hak olarak telâkki edebileceğimiz yegâne özgürlüktür. Bununla birlikte, insanlar, bir özgürlük durumu olmasına rağmen doğa durumunu terk ederler. Bunun başlıca sebebi, ihtilâflarda veya tartışmalarda taraflar arasında hâkimlik veya hakemlik yapacak meşru bir otoritenin bulunmayışıdır. Böyle bir yokluk, doğa durumunda özgürlüğün tam anlamıyla garanti altında olmadığı anlamına gelir. Bundan dolayı, bireyler, kendilerini ve kendilerine ait şeylerin korunmasını garanti altına alma amacıyla, birbirleriyle sözleşme yaparak toplumu ve sivil-siyasî yönetimi oluştururlar. Bu yönetim, insanların doğa durumunda sahip oldukları özgürlüğün bir parçası olan, “kendi kanununu yapma hakkı”nı bireyler kendi rızalarıyla ona devrettikleri için meşru bir yönetimdir. Öyleyse, devletin varlık nedeni, bireyi ve bireye ait şeyleri korumaktadır. Bu, devletin, bireyin başkalarının zor kullanımından masun şekilde yaşayabilmesinin şartlarını tesis etme ve sağlama alma göreviyle yükümlü olduğu anlamına gelir.

Şüphesiz, devletin zorlayıcı araçlarını kullanan siyasî otoritenin bizzat kendisi de aynı yükümlülüğe tâbidir. Başka bir ifadeyle, bireyin zikredilen feragati, onun kendisine ait olan alanlarda tasarrufta bulunma yetkisinden vazgeçtiği ve onu bütünüyle siyasî otoriteye devrettiği şeklinde yorumlanamaz. Locke, bu yaklaşımıyla devletin meşru otoritesinin sınırlarını net bir şekilde çizer ve kendi yetkisi haricindeki alanlara müdahale ettiği zaman, siyasî otorite açısından bir meşruiyet probleminin çıkmasının kaçınılmaz olduğunu ortaya koyar. Bu yaklaşım, aynı zamanda, hoşgörüyle bireyin (negatif) özgürlüğü arasındaki tartışılmaz ilişkiyi tecessüm ettirir. Devlet, bireyin inandığı gibi yaşamasına müdahale edemez; müdahale edilmesine de müsamaha gösteremez. Söz gelimi, vatandaşlarının dinlerinin gereklerini yerine getirmelerini, dinin kendilerine emrettiği gibi ibadet etmelerini engelleyemez. Onun varlık nedeni, engellemek değil, aksine, vatandaşların inandıkları gibi yaşamalarını kolaylaştırmaktır. Sözün özü, İki İnceleme’nin kavramsal örgüsü, siyasî otoritenin hoşgörüyü, yeri ve zamanı geldiği zaman vazgeçilebilecek bir tedbir olarak değil, bireyin (negatif) özgürlüğünün başlıca teminatı olabilecek, ihmal edilmesi imkânsız bir görev olarak alması gerekliliğini ortaya koyar. Yönetimin yönetilenin rızasına dayanması gerektiği şeklindeki liberal ilkenin sağlam bir biçimde tesisine adandığını söyleyebileceğimiz İki İnceleme, bizim hakikî anlamda yeni yeni tanımaya başladığımız liberalizmin, ta başlangıcından itibaren, niçin hoşgörünün kendiliğinden tezahürüne imkân veren bir zihniyet yapısı olarak kavrandığını bütün açıklığıyla gösterir. Liberalizm, insanların inançlarını serbestçe yaşamalarına fütursuzca müdahale edilen bir çağda ve coğrafyada, her şeyden önce, tam bir din ve vicdan özgürlüğü vaadi ve hoşgörü talebi olarak yükselir. Bu vaadin nasıl gerçekleştirilebileceğine dair verilen cevap da çok basittir: İnsanların vicdanlarına tahakküm ve tasallut etmeye yeltenmeyin, onların inandıkları gibi yaşamalarının önündeki engelleri kaldırın, insanların önünü açın, sadece ve sadece bunları yapın. Göreceksiniz, her şey değilse de (liberalizm, mükemmeliyetçi değildir) çok şey nasıl da düzelecek! İşte Locke, Hoşgörü Üstüne Bir Mektup’ta, İki İnceleme’de inşa edeceği arka plâna da yaslanarak, yarattığı problemlerin ıstırapları dayanılmaz hâl alan bir konuda sözü, söz konusu ıstırapların müsebbiplerine yöneltmektedir. Bunun gerçekten bir meydan okuma olduğuna hiç şüphe yoktur. Güçlü bir temel üzerinde yükselen, tutarlı ve etkileyici bir meydan okuma…

Hoşgörüsüzlük gösterme gücüne sahip olanlara, sade ama son derece derin bir analizle, tutumlarının neden irrasyonel olduğunu teşhir eder Locke. Burada “irrasyonel”in yerine, dilerseniz, “beyhude”, “anlamsız”, “faydasız” veya “saçma” sıfatlarını da yerleştirebilirsiniz. Filozof, hoşgörüsüzlüğün akıl almaz beyhudeliğini inancın, dinsel imanın karakteristiğine bağlar. Bu, bazılarının ileri sürdükleri gibi, köklerini sadece Protestan teolojisinden alan bir kanaati yansıtıyor olsaydı bile, öneminden ve pratik doğruluğundan hiçbir şey kaybetmeyecek bir inanç analizidir.

Locke’a göre, inanç, aklın çok güçlü bir şekilde ve dıştan hiçbir baskı uygulanmadan kendi kendini ikna etmesine bağlıdır. Zorlamayla ulaşılabilecek olan, olsa olsa, dince de hiç makbul sayılmayan iğrenç bir münafıklıktır. O hâlde, ister sivil-siyasî otoriteden kaynaklansın, ister ruhanî otoriteden veya kendine ruhanî bir otorite vehmedenden, dolaylı yahut doğrudan hiçbir baskı hakikî inanca götürmez; nitekim götürmemiştir de. Böylece, Locke, dinsel baskının ve zulmün mevcut ve muhtemel aktörlerine, eğer amacınız dininize yeni müminler kazandıran Tanrı’nın lütfuna mazhar olmaksa, uyguladığınız yöntem bu amacınıza hizmet eder nitelikte değildir; yok amacınız, iktidarınızı güçlendirmek ve pekiştirmek (sivil otorite için), yahut en azından görünüşte dindaşlarınız olanların sayılarını çoğaltarak sivil otoriteyle pazarlık gücünü artırmak veya iktidarın nimetlerinden pay almak (ruhanî otorite için) ise, bunların mevcudiyet sebeplerinize aykırı olduğu muhakkaktır, demektedir.

Filozof, böylelikle, devletin alanıyla dinin alanını, sivil otoriteyle dinsel otoritenin alanlarını birbirinden net çizgilerle ayırır. Bu iki alanın birbirinden bu şekilde ayırt edilmesi, özellikle dini, hayatiyetini sürdürmekten alıkoyma, onu izole etme veya ona roller biçip devlete tâbi kılma amacını taşımaz. Hele hele dinin sadece vicdanlara hapsedilmesi anlamına hiç gelmez. Zaten bunlar istense bile başarılamaz. Nitekim Locke’un vurguladığı da budur. Devletin zorlayıcı araçları, inanç alanında hiçbir iş görmez. Dine baskı ve dinde baskı sökmez. O hâlde faydasız bir aracı, süremeyeceği bir toprağa sokmanın ne âlemi var?
Locke, Mektup’ta modern toplumların yaşadıkları sekülerleşme süreci içinde son derece etkili olacak olan ayrımları, bireyin (negatif) özgürlüğünü tam anlamıyla garanti altına almak amacıyla çok net bir şekilde belirginleştirir. Meselâ, devletin fonksiyonu, bireyin hayatını, bedenini ve mülkiyetini korumakla sınırlı olduğu için, onun meşru otoritesini kullananların görevleri de sivil barışı ve çıkarları korumakla sınırlıdır. Bu, sivil-siyasî otoritenin, dolayısıyla, devletin, bütünüyle bireylere ait olan alanlara, söz gelişi kişinin ruhunun ebedî kurtuluşuyla ilgili düşüncelerine ve inançlarına kesinlikle karışamayacağı anlamına gelir. Aynı şekilde, otoritesi ister ilâhî kaynaklı, ister cemaatin kendisine verdiği vekâletten kaynaklanmış olsun, hiçbir ruhanî otorite de, bireyin kendi ruhunun selâmetiyle ilgili inançlarına ve ibadet tarzına müdahale yetkisini haiz değildir. Sonuç olarak, Locke’un, inancın doğası üzerinde bina ettiği ve son derece önemli implikasyonları olan bu ayrımlar, modern liberal demokrasilerin şekillenmesinde büyük rol oynamışlardır.

Locke, burada ayrıntılarına giremeyeceğimiz kadar kapsamlı hoşgörü savunmasında, bütün siyaset felsefesinin doğal sonucu diyebileceğimiz bir ilkeyi de tesis eder. Liberal perspektifi diğer bütün perspektiflerden ayıran ve ona pratikteki rengini veren bu ilke, devletin tarafsızlığı ilkesidir. Modern sivil-siyasî yönetim, yönetilenlerin rızasına dayandığı ve söz konusu rızanın kendisine verilmesini sağlayan yükümlülükleri yerine getirdiği ölçüde meşrudur. O hâlde, yönetimin, yönetilenlerin hayat tarzlarını biçimlendiren inançlar karşısında tarafsız kalmaları zarurîdir. Aynı ilke uyarınca, hiçbir grubun da kendisini diğerleri karşısında avantajlı ve imtiyazlı kılacak uygulamalar beklememesi gerekir. Varlık sebebi olan aslî yükümlülükleri, bütün vatandaşları için aynı ölçüde yerine getiren bir devlet ve inançları yahut herhangi bir nitelikleri yüzünden çoğunluğu oluştursalar bile kayırılma talebinde bulunmayı kendileri için bir hak saymayan bireyler!

Bu ilkeyi esas alan bir devlet, vatandaşlarına belli inançlar, değerler ve düşünceler üzerinde yükselen bir hayat tarzı dayatmaz; aksine, vatandaşların inandıkları gibi yaşamalarının önünü açar. Liberal devlette Cuma namazı ve tatili, başörtüsü yasağı, inançlarının kendine emrettiği gibi yaşamak isteyenlerin oluşturdukları kurumlara yasak konulması (sözgelimi, kadın elemanların tesettüre uyarak sadece kadınlara hizmet verdikleri sağlık kuruluşlarının açılmasının engellenmesi) gibi problemler asla söz konusu olamaz. Devlet, dinin belli bir yorumunu empoze edemez. Şüphesiz, devletin tarafsızlığı sadece dinî inançlar için değil, hayatın diğer alanları için de söz konusudur. Ayrımcılık, her ne gerekçeyle olursa olsun, gayrimeşrudur. Bütün bunlar, Locke’un dinsel alandaki çeşitlilik konusunda devletin nasıl tavır alması gerektiğini tasvir ederken kullandığı argümanların modern zamanlara yansıyan doğal sonuçlarıdır.

Locke’un hoşgörü savunması, aradan geçen üç yüz yıla rağmen, bireylerin devletle ilişkilerinin hoşgörü çerçevesinde nasıl düzenlenebileceğine ilişkin sağlam bir teorik ve pratik zemin sunuyor. Şüphesiz, bu savunmanın, akıp geçen yüzyılların bizi çok farklı hoşgörü problemleriyle karşı karşıya bıraktığı düşünülürse, günümüzün bütün beklentilerine cevap vereceğini söylemek mümkün değil. Bununla birlikte, Mektup’un toplum ve siyaset ajandamızdan hiç düşmeyen lâiklik tartışmalarında şekillenmiş olan ve tuhaf bir biçimde içine sıkışıp kaldığımız paradigmayı anlamamızı, en azından onun üzerinde farklı bir alternatiften hareketle düşünmemizi sağlayabileceğini umuyoruz. Kim bilir bakarsınız, lâikliği bir dinmiş gibi kavramaktan bile vazgeçmeye başlarız. Evet, üç yüzyıl sonra, belki Hoşgörü Üstüne Bir Mektup’u okumanın tam zamanı…

Melih Yürüşen
Kaynak: Hoşgörü Üstüne Bir Mektup – John Locke [Önsöz]

Yorum Yok

Cevap Ver

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Exit mobile version